Background

Anne Öyküleri 1: Çıplak Bebek Grevde

Eylül yaklaşıyor ve hayat değişiyordu. Haftalarca önce başlamıştı kocasının çalıştığı fabrikadan da grev haberleri gelmeye. Kasımdaki genel seçimlere hep birlikte zayıflayarak gireceklerdi.  Cumhurun başının başka işi kalmamıştı. Esenboğa Havalimanı’nda Kenan Evren’i karşılamak için beklerken Turgut Özal:

– Ne kadar zayıflasam yine de Sayın İnönü kadar zayıflayamam, demişti.

Sayın İnönü de her zamanki kibarlığı ile:

– Merak buyurmayın seçimlerde hep beraber zayıflarız, diye yanıtlamıştı.

Gerçi millet pek sevmiyordu zayıf yöneticiyi. Özal, bunu bilip de hiç zayıflar mı, İnönü’nün söylediği de laf ola beri gele. Cumhur kendini yöneteceklerin etlisini butlusunu seviyordu da iş kendine gelince seçime doğru git gide zayıflıyordu. Ülkenin birçok yerinde grev aşamasında toplu iş sözleşmeleri aylardır kitlenmişti. Yüz binin üstünde işçi ve ailelerinin aydaşı çıkmıştı.  Yatağın içinde bir sağa bir sola döndü. Sabah yolculuk vardı. Aman şimdi iki çocukla o yılan gibi virajlı yolları, içleri dışları birbirine karışa karışa nasıl gideceklerdi! Otobüs kendisini tutmasa, kusmasa hadi yine kızları idare etmek daha kolay olurdu. Valizlere her şeyi koymuş muydu? Anti- em’i artık Antalya yolundan sonra Gazipaşa’ya yaklaşınca içerdi. Yoksa ağır uyku bastırıyordu. Kocası Vedat her zamanki gibi rahat etsinler diye dört bilet almıştı, her zamanki gibi şoför arkası. Allahtan şoförler hep yerliydi yoksa alimallah o uçurumlarda, o tek aracın sığacağı daracık yollarda ne kazalar olurdu. Çoluk çocuk… Yine kurmaya başlamıştı. En iyisi kalkıp bir şeyler eksik mi bakmalı, diye düşündü.

Neden sonra yola çıkmaya hazırlardı. Kızlar babalarından ayrılmak istemiyordu. Küçüğün, Ayla’nın aklı pek ermiyordu, üçüne yeni girmişti. Büyüğünün Leyla’nın gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar süzülüyordu. Bu defa tatil için gitmediklerini biliyordu. Ne deniz ne muz ne yer fıstığı vaatleri gözlerinden yanaklarına yaşların süzülmesini engellemiyordu. Okula başlamak için heyecanı da kalmamıştı. Grev olmasa olmaz mıydı? Bütün çocuklar bir olup müdür amcalarla konuşsa grev olmazdı. Çok kötü bir şeydi grev. Çocukları babalarından ayırıyordu. Büyüyünce bütün grevleri yasaklayacaktı.

– Oooo başımıza bir Kenan Paşa daha mı yetişiyor yoksa aman aman evlerden uzak, diye gülüştüler.
– Hadi bakalım vakit tamam, dedi Vedat.

Otogara doğru yola koyuldular. Vedat, Nurdan’ı avutmaya çalışıyordu. Bir onlar değildi ki Gülnehir Sitesi’nin yarısı aynı kararı almıştı. Belki günlerce eve uğrayamayacaktı. Grevlerin başladığı diğer şehirlerden haberler geliyordu. Greve katılanların evleri geceleri ziyarete başlanmıştı. Böylesi belirsiz bir süreçte en doğru kararı almışlardı. Hem bakarsın imzalanıverirdi toplu iş sözleşmesi, o zaman hemen geri gelirlerdi. Kızın okula başlamasını bir sene geciktirmeyi de konuşmuşlardı ama zaman kaybetmesinin doğru olmayacağına karar vermişlerdi. Önlüğü, beyaz fırfırlı çorapları, siyah ruganları, mus çorapları, kurdeleleri, rengarenk tokaları, hepsi tamamdı. Eksik bir şey olursa, memlekette bulamazlarsa, bir yolunu bulup otobüs şoförü ile İstanbul’dan yollayacaktı Vedat.

Hııııı… İşte oradaydı Akdeniz Seyahat.  Şoför yabancı değildi, yukarı köyden Mıdık Ahmet’in oğluydu. Yolda bir şey lazım olursa hiç çekinmeden Mıdık Ahmet’in oğluna söyleyebilirdi. Muavin de yabancı değildi, Kütüklerin Dursun’du. Sağ salim, kazasız belasız varacaklardı evelallah.

– Sayın Akdeniz Seyahat’in kıymetli yolcuları, otobüsümüz on dakika sonra önce Antalya oradan Mersin istikametine doğru gitmek üzere hareket edecektir. Lütfen yerlerinize!

Nazik başlayan anons sert bir tonla bitmişti. Lütfen yerlerinize! Bu çocuk niye böyle yapmıştı sanki. Leyla, iki göz iki çeşme, canını alıyorlar gibi ağlayıp babasına sarılınca otogardaki herkesin içi parçalandı. Büyük ağlayınca, küçük durur mu? Ablası ağlıyor diye başladı Ayla da ağlamaya. Çare yok ağlaya ağlaya bineceklerdi otobüse. Mıdık Ahmet’in oğlunun yazık damarı sızlamıştı:

– Abi sen de atla, Tuzla çıkışında indiririz seni.
– Hay aklınla bin yaşa şoför kardeş. Ben şimdi ilacı da veririm onlara, Tuzla çıkışa kadar miskinleşirler zaten.  Babalarından ayrılmak istemiyorlar, çocuk işte.

Nihayet otogardan çıkabilmişlerdi. Şoför bir yandan direksiyon sallıyor bir yandan da arkaya laf yetişiyordu.

– Abi sen demedin mi kızlara varınca denizde çimecekler. Endeerde babaanneleri onlara bol küncülü, bol fıstıklı batırık edecek. Anammmm nasıl da datlı olur, yediniz mi siz hiç batırık? Hem evin önünde seğirtip durursunuz.

Anti- em’i bulanlar büyük insandı. Hemen etki edivermişti kızlara. Donuklaşmışlardı. Tuzla çıkışında Vedat indiğinde yüreğine bir karabasan oturuverdi. Vedat’ın sülalesi zor insanlardı. Gerçi ona karışmaları biraz zordu. Nerelerden geçip de gelmişti buralara. Şuncacık yaşına rağmen feleğin tozunu ciğerlerinin en derinlerine kadar çekmişti, hayat sağolsun.  Daha da kimseye papuç bırakacak değildi. Onca şeyden sonra ölmemiş de sağ kalmış ise artık kimseye eyvallah diyecek hali de yoktu. Ama böyle sığıntı gibi nasıl olacaktı?

Annesiz büyümüştü, genç yaşta sevdiği adamı Cevat’ı, evliliklerinin ilk yılında kaybedip de dul kalmıştı. Bostancı’da yaşadıkları evi, arkadaşlarını bırakıp memlekete geri döndüğünde gittiği kapılardan “seni nasıl alalım hem dul hem çok güzel kadınsın” diye geri çevrilmişti. Anne bir değilse kardeşlik de yoktu, onu da yaşamıştı. Zaten annesini kaybettiği bir yaşından beri yalnızdı da işte gerçeğin de sürekli tokat atmasına ne gerek vardı! Dönüp kızlara baktı. Vedat’ı düşündü bir kez daha. Aslında artık yalnız değildi. Sonra yine geçmişle hesaplaşmaya başladı.

Babası, annesinin ölümünden kırk gün sonra ilk aşkı ile evlenip gitmişti. Ardında kendisi ile birlikte kırk günlük bir bebekle. Bebek de zaten çok yaşayamamış, bakımsızlıktan bitlenip ölüp gitmişti. Yaşasaydı, belki aynı anadan bir kardeşi olsaydı başka türlü olurdu. Babası sülün gibi de adamdı.  Köy Enstitüsü’nün ilk mezunlarından. Aslında rahmetli annesi, öğretmen olan amcası ile evlenecekmiş ama tifo salgınında öğretmen amcası ölünce, Allahın emri, Peygamberin kavliyle anacığını usulden babasına istemişler. Allah emrettiyse, Peygamberin kavli de o yöndeyse anacığının haşa itiraz etmeye hakkı olabilir miydi! Anamı geçtim, Allah’ın ve Peygamberin vasfında ayrıcalıklı, erkek kulu babasının bile itiraz hakkı yoktu. Aşkını içine gömmüş anası ile evlenmişti babası. Bir an babasına şefkat duyacak gibi oldu. N’apsın o da başka bir kızı seviyormuş. İyi sevsin sevmesine de biraz bekleseymiş, aşktan tutuşmuşlar mı! Kırk gün! Bildiğin kırk gün…  Derin bir iç çekti. En çok da babasının diğer çocuklarını güzel okullarda okutmasına içerlemişti. İlkokulda öğretmeni “Nurdan sakın o ihtiyar babaanneni dinleme, okulu bırakmak yok, büyüyüp ressam olacaksın, söz mü” demişti. O yeteneğinin peşinden gidememişti. Ama kızlar başaracaktı onun da yapamadıklarını, emindi buna. Annesi yaşasaydı böyle mi olurdu?  Şimdi güle oynaya onun yanına giderlerdi belki. Hadi onu da geçmişti. Anasından kalma dönüm dönüm arsalardan hiç değilse birkaç dönümünü verselermiş. Onları da bir güzel yemişler.

Kızlar yan taraftaki koltuklarda oyuna dalmıştı. Başını cama yasladı. Radyodan yükselen Saniye Can’ın sesine mırıldana mırıldana eşlik etmeye başladı, “Beyaz giyme toz olur, siyah giyme söz olur. Gel beraber gezelim muradımız tez olur salına da salına da gel hadi yavrum, dön dolaş ge bana gel. Zaten ben de talih yok.”

***

Neredeyse on beş saattir yoldaydılar.  En zor kısma yeni geliyorlardı. Otobüsü kesif bir kusmuk kokusu sarmıştı. Koca koca insanların yanında bebeler ne yapsın, yol insanlar için değil de mübarek yılanlar için yapılmış gibiydi. Otobüsün açık kapısından içeriye de yel değil kavurucu sıcak doluyordu. Şoför paçalarını dizine kadar sıvamış, ensesine muavinin ıslattığı beyaz bir mendili koymuştu.  Bir yandan içi dışına çıkan otobüs ahalisini yılışık bir sesle avutmaya çalışıyordu:

– Kaptanınız konuşuyor, bir, iki, bir… Sesim geliyor mu Dursun? Seee seees bir ki…Geliyor galiba.  Varmak üzereyiz, hele bir inelim de otogarda şöyle bir karlı pekmez yiyin ficileniverirsiniz. Az kaldı az.

Nihayet ficilenivermişlerdi. Kıbrıslı Hasan, Vedat’ın babası otogardan aldırmıştı onları. Burada herkesin bir lakabı vardı, kayınpederini de Kıbrıslı diye çağırıyorlardı. İki katlı taş evin avlusunda torunlarını bekliyorlardı karısı Mavi ile. Kayınvalidesi Mavi, Kıbrıslı Hasan’a göre daha sert mizaçlı, gülmeyi pek sevmeyen bir kadındı. Kızgın güneşin altında fıstık çekmekten, narenciye ekip toplamaktan ikisi de simsiyah olmuştu. Leyla, heyecanla babaannesi için aldıkları hediyeyi verdi. Leyla’nın babaannesi ile ilişkisinde bir dönüm oldu o an.

– Sen bunu anana ver, o giysin ne bu böyle simsiyah!
– …..

Leyla, elinde hediye paketi ve inci işlemeli siyah kazak ile öylece kalakaldı. Geçip divanın kenarına oturdu.

– Leyla, babaannen sanırım siyah renk sevmiyor, biz ona sonra başka renk alırız. Olur mu Anne?

Mavi Kadın duymazdan gelip kalktı.

– Ben namaza gidiyorum.  Mutfakta yemek var, bazlama da var ıslanmış. Karnınız açsa doyurun.

Ehhh yine de görece iyi bir karşılamaydı. Ta ki Kıbrıslı Hasan elinde bir çengel tartar, Leyla’ya doğru sırıta sırıta yürüyene kadar:

– Gel bakayım büyük torun, kaç kilo çekecen!
– Bırak… Bırak… İstemiyorum… Anne bir şey söyle…İstemiyorum…
    – Gel hele gel, çebiç gibi koşturma öyle tartacağım seni. Geldiğinde kaç kiloymuşsun bilelim de sonra buban, çocuklarımı aydaş etmişsiniz demesin.
    – Baba bir dursana, bırak çocuğu. Allah aşkına kantar ile çocuk tartılır mı hiç! Leyla tamam, dur düşeceksin Leylaaaaa…
    – Niye tartılmayacakmış takacam beline, kaldıracağım yukarı. Gel buraya kız gel bakayım.

Kaş ile göz arası Kıbrıslı Hasan ensesinden yakalamıştı torununu. Dediğini de yapmıştı. Askılı tartarı Leyla’nın beline takmış havaya kaldırmaya çalışıyordu. Leyla da var gücü ile direniyordu. Torununun ağlayışına aldırış etmeden zafer kazanmış komutan gibi pek neşeliydi.
– Babama söyleyeceğim seni, grev bitsin bir daha da gelmeyeceğim!

***

O günden sonra kızların ne Kıbrıslı Hasan ile ne de Mavi Kadın ile yıldızı barışmadı. Ağustos ayı geride kalmış, Eylül gelip çatmıştı.  İstanbul’da da durumlar iyi değildi. Toplu iş sözleşmesi yapılmıyordu. Siteden komşuları sendikacı Adnan Abi ile Haldun’u da içeriye almışlardı. 12 Eylül’ün üzerinden yedi yıl mı geçmişti yoksa 12 Eylül mü ülkece yedi yıldır ülkenin üzerinden geçiyordu? Her ikisi de olmuştu. Okullar açılınca evdeki sorunların azalacağını düşünüyordu. Kızlar da sanki duruma alışmaya başlamıştı. Çocuk olmalarına rağmen daha çok alışmak için çabalayan taraf kızlardı. Ta ki okulda olanlara kadar. Birinci ve ikinci sınıflar bir aradaydı. Leyla’ya bu durumu anlatmak pek kolay olmamıştı. Sorun sadece birinci ve ikinci sınıfların bir arada olması da değildi. Okuldaki herkes Leyla’ya çok tuhaf bakıyordu.  Emine ile Zeynep çorapların yüzünden demişti.  O gün salya sümük birbirine karışmış, hüngür hüngür ağlayarak gelmişti eve.

– Bacaklarım gözüküyormuş…Çalı gibiymiş.  Çok komikmiş fırfırlı çoraplarım. Emine dedi ki “söyle annene sana basma alsın”. Giymem ben o şeyden. Bakarlarsa baksınlar. Çok çirkin bir kere. Bos bol. Giymek istemiyorum.

Ertesi sabah Leyla bin bir laftan sonra okula gitmeye ikna olmuştu. Ama nur topu gibi davullu zurnalı yeni bir krizleri vardı. Mavi Kadın, elinde basmadan bir pantolon ile yedi yaşındaki torununu bekliyordu. Okula usturuplu gidecekti Leyla. Öyle sırımı sökük, yünü dökük kadınlardan mı olacaktı başlarına büyüyünce. Ele güne karşı ayıptı. Burası köy yeriydi. Köyün töresini öğrenecekti. Haydi bismillah.

– Yünü dökük de sırımı sökük de sensin bir kere. Ben çoraplarımı Kadıköy’den babamla birlikte aldım, çok güzeller. Demi anne çok güzeller?
    – Hem de nasıl güzeller! Ama sen çoraplardan da güzelsin.

Mavi Kadın ile konuşmayı denedi.

– Leyla daha çok küçük üstelik babasını bırakıp geldiği için çok üzgün. Buraları anlamaya çalışıyor. Çocuklar ile aralarına girmek istemiyorum. O, akranları ile anlaşacak bir yol illa ki bulur. Ama büyüklerle o yolu bulamaz. Sen babaannesin biraz huyuna gidiver.

Nafileydi dil dökmeleri. Okulda da işler iyice karışmıştı. Mus çoraplar, fırfırlı kısa çoraplardan daha büyük sorun olup gelmişti. Leyla, okumayı bildiği halde sınıfta okumuyor, öğrenmeyi reddediyordu. İş başa düşmüştü. Ayla’yı oyuncakları ile birlikte karşıki evde oturan kayınbiraderinin karısı Elif’e bıraktı. Bakkal Osman’dan üç kutu fıstıklı lokum aldı. Okulun yolunu tuttu. Köyün işi yokmuş gibi bir kız çocuğunun çorapları mesele olmuştu. O da olsa iyi, akrabalar arasında başlamışlar lafa söze, gelin tırnaklarını ojeliyormuş, biciklerini belli eden dar fistanlar giyiyormuş. Lafı uzatmaya hacet yok bir adım geri atarsa sonrası alimallah. Leyla ile Ayla büyüyünce bu zorunlu misafirlik yıllarına bakınca ezilmişlik değil mücadele görmeliydi. Sıkıntıdan ekim ayının ortasında ter içinde kalmıştı. Okula vardığında etrafını çocuklar sardı, fıstıklı lokumları sıraya giren çocuklara dağıttı. Leyla’nın onlara ihtiyacı olduğunu söyledi. Leyla’nın evini özlediğini, babasını özlediğini dili döndükçe çocukların anlayacağı şekilde anlattı.

– Leyla’nın babası İstanbul’da mı?
– İstanbul çok büyük değil mi teyze?
– Orada lunapark varmış.
    –  Uçaklar da varmış, dayımgil anlattı. Atatürk Havalimanı açılırken dayımgil ordaymış!
    –  Var ya uçak da var, lunapark da var. Kim bilir belki sonra siz de Leyla’yı İstanbul’da ziyaret edersiniz?
– Sahi mi? Hep birden mi?
– Hep birden nasıl olsun oğlum. Bak, say kaç kişiyiz. Bir, iki, beş, dokuz, on üç aboooo sayamıyom bilem. Endeğere hepimiz nerde yatacağız. Öyle büyük ev mi olur?

Hep birden belki zor olur ama neden olmasın belki biraz büyüyünce okullar arası bir gezi ayarlanır. O zaman sınıfça Leyla’nın İstanbul’da devam edeceği okula gelirlerdi. Leyla’nın arkadaşlarına da misafir olurlardı.  Öğretmen Ali, Leyla’yı bu kadar oyalayabilmişti. Son ders zili çalıyordu. Leyla’yı okul çıkışında bekledi. Leyla yüzünde karanfiller, nergisler, papatyalar açarak gelmişti yanına. Leyla ile birlikte çarşıya uğrayıp evin yolunu tuttular. Ayla’ya kara gözlü bir kuzu almaları lazımdı. Çünkü Cin Ali’nin vardı. Hem Ayla çok sevmez miydi kara gözlü kuzuyu? Leyla’nın Ayla aşağı Ayla yukarıları eşliğinde eve gelmişlerdi. Evin bahçesinde orta yerde Ayla’nın bebeği duruyordu. Fırlatılmış gibiydi. Leyla eğilip almaya yeltendi.

– Bırak, dokunma bebeğe Leyla!

Nurdan, parpar titreyerek yüreğinin çarpıntısını içinde duyarak evin merdivenlerini çıktı. Kıbrıslı Hasan ile Mavi Kadın avluda fıstık ayıklıyordu. Ayla da sofra bezinin üstünde fıstıkların arasında oturuyordu.

– Ayla’nın bebeğinin dışarıda ne işi var?
    – Sen okula mı gittin?
    – Ayla’nın bebeğinin bahçede ne işi var diye soruyorum anne, baba?

Kıbırslı Hasan yerden kalktı.

– O bebek çıplak.

Derin bir nefes aldı.

– Ne demek çıplak? Oyuncak o baba, oyuncak.
    – Üstüne elbise dik, giydir o zaman. Bu eve girmeyecek o çıplak bebek, abdest kaçırır.
    – O bebek bu eve girecek!
    – İnsanı dinden imandan çıkaracaklar. Bir giysi dik işte. Beceremiyorsan onu da ben dikeyim istersen.
    – Eğer o bebek yarın sabah bu eve girmezse biz gideriz! Kıbrıslı Hasan, baba gece senin yerine olsam düşünürüm. Çıplak geldin, çıplak gideceksin! Şuncacık çocuğun bebeği. 

Kızları alıp kayınbiraderinin evine gitti. Elif’e bu gece misafir kabul edip etmeyeceklerini sordu. Başları üstüne yerleri vardı. Ağzına lokma koyacak isteği yoktu. Öfke, midesine vurmuştu ama kızlar için sofraya oturdu. Elif’e, sofrayı toplamasına yardım etti. Kızları alıp erkenden Elif’in hazırladığı odaya çekildi. Ayla’yı, Leyla ile birlikte uyuttular. Leyla odanın camını açıp bahçede duran çıplak bebeğe baktı.

– Ayla’nın bebeği yarın eve dönmek için grev yapıyor değil mi?

Grevdeki çıplak bebekleri kazanımla eve döndüren annelere… Kız kardeşim Vildan ve beni cesur birer kadına dönüştüren anneme…

 

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation