Background

AfD: Kadınlar için Bir “Alternatif” Değil

Almanya’nın ana akım siyasetinde bundan birkaç sene evvel esamesi okunmayan AfD (Alternative für Deutschland), bugün birinci parti olmanın yollarını elindeki her aparatla zorluyor. Öyle ki, bazı kentlerde bugün her iki kişiden biri AfD seçmeni demek yanlış olmaz. Fakat bu her iki kişiden biri -ne kadar beklendik olacaktır ki- çok büyük olasılıkla erkek. 

Neo-faşizmin türlü yeni deneyimlerini özellikle Avrupa sahasında sıklıkla tartışır hale geldiğimiz şu günlerde AfD, kritiğini ele alabilmek adına oldukça verimli bir deney laboratuvarı. Örneğin meclis konuşmalarında sözlerini asla sansürleme ihtiyacı hissetmeyen parti sözcüleri, açık yüreklilikle Amerika’daki ırkçılık karşıtı mücadelenin sembollerinden Martin Luther King Jr`a atıfta bulunarak ‘Ich habe ein Traum…  Ich träume von einem Deutschland, in dem nicht die Zahl der Abtreibungen bei 100.000 und die der Abschiebungen bei 0 liegt, sondern von einem Deutschland, in dem die der Abschiebungen bei 100.000 und die der Abtreibungen bei 0 liegt.’ (Bir hayalim var! Kürtaj vakalarının 100.000 ve sınır dışı edilenlerin sayısının 0 olduğu bir Almanya değil, sınır dışı edilenlerin sayısının 100.000 ve kürtaj vakalarının sayısının 0 olduğu bir Almanya hayal ediyorum.) sloganları atabiliyor ve bu yine de Almanya için oldukça ‘demokratik’ kabul edilebiliyor. Ne kadar kestirme gibi görünüyor olsa da bu söylemin anatomisini biraz incelemeye başladığımızda dikkatimizi çeken bazı noktalar var. Örneğin siyasetini ‘göçmen karşıtlığı’ üzerinden kurgulayan AfD’nin kürtaj ve sınırlarla kurduğu korelasyon tam olarak nedir? Veyahut kendi mağduriyetini göçmen nüfusun artışı üzerinden kurgulayan bir siyasetin, kürtajla ne gibi bir derdi olabilir? Tam aksine kürtaj bu siyasal zihniyetin lehine olmayacak mıdır?  

Aslına bakarsanız bu üç soru da cevaplandırılmayı oldukça hak etse de, asıl soru belki de ‘Kim için?’ olmalı. Kim için sınır dışı edilmek, kim için kürtaj, kim için sevmek, kim için nefret etmek?

Az evvel de bahsettiğimiz gibi burası bir deney laboratuvarı ve laborant da diyelim ki partinin en önde gelen liderlerinden Alice Weidel olsun. Kendisi her ne kadar ‘göçmen ve LGBTi+ karşıtı’ siyaseti literatürümüze kazımakta kararlı olsa da partneri Sarah Bossard, Sri Lankalı göçmen bir kadın. Ve belli ki sınır dışı edilmek Bossard için pek de gündem konusu değil. Ya da Alice Weidel’ın daha önce bir röportajında belirttiği üzere lezbiyen olması, onu queer tanımlamaya yetmiyor. 1 Çünkü Weidel gibi isimler için siyasetin konusu kendisinin nasıl yaşadığı olmak zorunda değil, onu hangi tahakküm mekanizmalarına dönüştürebileceğiyle ve belki de yine ‘kim için’ temsil edildiğiyle alakalı. Yani ne kadar toplum normlarının dışında bir yaşantı sürüyor olursa olsun, o bugün Avrupa’daki erkin temsilini almakla ilgileniyor. 

Krizlerden Fırsatlara…

AfD kuruluşundan bugüne yaşadığı en büyük sıçramaları ‘Ampelkoalition’ (trafik ışığı koalisyonu) iktidarında çözülen Almanya ekonomisine borçlu. Özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan bugüne artan enflasyon; enerji, barınma veya tarım gibi alanlardaki krizlerin, siyasetini en çok beslediği partilerden bir tanesi konumuna geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki geçtiğimiz kış aylarında Ampelkoalition iktidarının getirmiş olduğu yeni düzenleme sonrası ekonomik boğulmayı oldukça derinden yaşayan köylüler traktörlerle çıktıkları grevlerde AfD tarafından oldukça ilgi görmüşlerdi. O günlerde sokaklarda en çok görülen AfD kampanyaları ise ‘Önce bizim köylümüz!’ sloganlarıyla gündeme oturmuştu. 2

Yeni Kutsalımız: Gelenek!

Zarar gören Almanya ekonomisini yeniden kalkındırmak adına kurguladıkları göçmen karşıtı siyaset halkın büyük bir kesiminin teveccühünü kazanmış olsa da, yazının başında da belirttiğimiz gibi AfD’nin hala ulaşmakta oldukça güçlük çektiği bir kesim var: kadınlar. Ne var ki faşizmin kadınlar için pek de bir ‘alternatif’ yaratamadığını ilk defa görmüyoruz. Bugün otoriterleşmiş ve muhafazakarlaşmış bütün faşist deneyimlerin siyasetinde kadının adının geçmiyor oluşu, geçemeyeceği anlamına da gelmiyor. Ancak tek bir şartla: kutsal ailenin kutsal annelere ihtiyacı var. Bu noktada AfD’nin geçmiş deneyimlerin aksine oluşturduğu yeni formülizasyon ‘Kirche muss nicht, Kinder und Küche aber schon!’ yani meşhur ‘kilise, çocuk, mutfak’ üçlüsünde artık kiliseye bağlılık onlar için çok da gerekli görülmüyor. 

Yeni oluşan denklemde pek bir şeyin değiştiğinden bahsetmek mümkün olmayacaktır, çünkü kelimemiz artık ‘kutsal’ olmasa da, ‘geleneksel’ olmuştur. Aileye kutsallık veya geleneksellik atfetmek veya kadının bu geleneğin bir parçası olmadığında toplumsal hayatta da pek bir yerinin olmasına gerek duyulmaması, faşist yönetimlerin bir nevi yegâne şansları denebilir. Aslında ailenin ‘işlevi emek gücünün bakımı ve yeniden üretimi olan bir birim’ 3 olduğu ön kabulünü düşünürsek, kadının bu muhafazakarlaşmadan nasibini alması oldukça tutarlıdır. Çünkü söz konusu ev içi emek olduğunda aileyi çekip çevirecek ve sermayeye yeniden iş gücü üretecek olan özne kadından başkası olamaz. Öte yandan sermaye bugün Almanya’da olduğu gibi ne zaman iş gücünde kapatamayacağı büyük açıklar yaşasa, onlara yetişecek yedek emek ordusu kadınlar vardır. Bu durumda AfD’nin kadınların kamusal hizmetten en çok faydalandığı alanlardan biri olan kreş hakkını şeytanlaştırması veya ‘aileye zarar veren kurumlar’ şeklinde tanımlaması da tesadüf değildir. 4

AfD’nin parti programında uzun uzadıya tartıştırdığı ‘ideal seviyenin çok altındaki doğum oranı’ başlığı, her çocuğun eşit değerde olmadığı gibi son derece ırkçı fikirleri güçlendiren bir dille yazılmıştı. Fakat aynı zamanda da kadının ailedeki kutsal rollerinden biri olarak onlara yeniden üretimi bir zorunluluk koşuyor. Yani kürtaj, kadınların kendi bedenleri üzerindeki tayin hakları gibi maddeler tartışma konusu dahi edilemez. Çünkü AfD için kürtaj bugün bir başka deyimle Alman ulusunun yok oluşu tehlikesiyle eş anlamlı hale gelmiştir. Almanya’da kürtaj bugün bile anayasal bir hak olarak tanınmıyor olsa da, başvuru yapıldıktan sonra psikolojik danışmanlık alma şartıyla 12 haftalık bir süreye kadar erişilebilirdir. Fakat İtalya örneğinde olduğu gibi bu hakka erişimi olan kadınların pek çoğunun doktor inisiyatifiyle işleme alınmaması, patriyarkal kapitalizm gerçeğini bir kez daha hatırlatıyor. 5

Benzer bir şekilde geleneksel aileye veya ulusun kurtuluşuna karşı oluşmuş en büyük tehdit unsurlarından bir diğeri de ‘LGBTİ+’ bir neslin yetişecek olma ihtimali. Yani bir aile kuracaksanız da, çocuk yapabilen cinsten bir aile kurmak zorundasınız bu düzende. Aksi takdirde temsil ettiğiniz her ne varsa küçümsenmeye değerdir(!) Öyle ki eşcinsel evliliğin yasallaşması fikrine karşı argüman olarak Martin Schiller bir röportajında ‘Ya hayvanseverler keçilerle evlenmek isterse?’ gibi son derece sığ bir soruyla cevap vermişti. 6

Buraya kadar size bir yerlerden tanıdık geldi mi? Çünkü AfD de Avrupa ve dünyadaki pek çok muadili gibi, bir değişim başlayacaksa bunun her anlamda bir değişim olması gerektiğine inanıyor, anayasaya aykırı olsa bile. Örneğin mevcut eğitim müfredatı da ‘milli değerler’ için bir tehdit unsuru Almanya’da. Mesela ‘cinsiyetsizleşme’ gibi bir tehdidin oluşmaması adına okullardaki ders kitaplarına partnerlik ve aile kuralları, ev yönetimi, çocuk yetiştirme gibi başlıkların eklenmesi; ileride yetişecek olan neslin de milli değerlerine ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olmasına yarayabilir. Ya da kim bilir, belki bir gün dini değerlerine olmasa da, milli değerlerine tehdit yaratacağı gerekçesiyle ‚evrimi de müfredattan kaldırmak isteyebilirler? 

Bugün bir çocuğun veya bir kadının yaşadığı istismarı gerekçe göstererek bir halkı ateşe atanlarla, Avrupa’da ‘önce benim çocuğum’ diyen faşizmin birbirinden bir farkı olmadığı gibi birbirinden güç aldığı da bir gerçektir. Çünkü onlar için asıl mesele kadınlar veya çocuklar değildir. Faşizm, varoluşu itibariyle erkektir. Faşizm ne dünyanın ne de Avrupa’nın ilk defa deneyimlediği bir kavram olmadığı gibi, neo-faşizmin bugün kullandığı ideolojik ve yapısal aygıtlar da tarihsel deneyimlerle sabit değildir. 

Avrupa’da yükselen yapısal ayrımcılık ve otoriterleşme; nefretin örgütlendiği hiçbir siyasetin insanlığın hanesine artı yazmadığı gibi, bize kendi siyasetimizi üretmekten başka bir şansımız olmadığını hatırlatıyor. Ve son olarak, faşizmin kendine yeni siyaset kanalları açmak adına kadınların, çocukların haklarını istismar etmediği; çürümüş bir sistemin mağdurları olmamak adına failleri olmanın seçilmediği bir düzende görüşebilmek dileğiyle…

Kaynakça:

  1. https://www.faz.net/aktuell/feuilleton/debatten/alice-weidel-ist-nicht-queer-gleichgeschlechtliche-liebe-und-lgbtqia-19171730.html ↩︎
  2. https://www.handelsblatt.com/politik/deutschland/bauernprotese-und-afd-populistisch-und-verlogen-die-entlarvende-bauern-strategie-der-afd/100007470.html ↩︎
  3. Lise Vogel, Marksizm ve Kadınların Ezilmişliği ↩︎
  4. https://www.keinveedelfuerrassismus.de/afd-und-frauen-familienpolitik/
    https://www.nachrichten.at/politik/aussenpolitik/streit-ueber-abtreibungsrecht-in-italien;art391,3941748)
    ↩︎
  5. https://www.nachrichten.at/politik/aussenpolitik/streit-ueber-abtreibungsrecht-in-italien;art391,3941748)
    ↩︎
  6. https://www.keinveedelfuerrassismus.de/afd-und-frauen-familienpolitik/
    ↩︎

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation