Background

Celile’nin, (Minerva’nın) Baykuşu

 

–          Gözlerim görme yetisini kaybetmiş olabilir ama bu haksız yere mahkûm edilen oğlumun verdiği mücadeleyi göremeyeceğim anlamına gelmiyor. Gözlerimin görmeyişi ile bu kadar ilgilendiğinize göre sanırım karanlıktan bir hayli korkuyorsunuz. Madem Minerva’yı sordunuz, söyleyeyim sayın komutan. Minerva sizin sandığınız gibi  bir örgütün bana verdiği kod adım değil. Bir örgüte bağlı değilim. 13 yıldır sürüp giden adli bir hata ile  özgürlüğü elinden alınan Nazım Hikmet’in annesi Ayşe Celile Hanım’ım.  

–          Dinlemelerde sizden Minerva diye bahsedildiğini tespit ettik. 

Celile, saçlarının yarısının gözüktüğü ipek eşarbı başından sıyırıp dizlerinin üstüne koydu. Alaylı bir gülümseme ile: 

–           Şimdi ihtiyarladım, üstelik oğlum yıllardır sayenizde hak aramanın keyifli sevinci içinde, o yüzden pek eğlenceli değil bu aralar telefon konuşmalarım. Ahhh,  siz asıl  gençliğimde dinleseydiniz beni, üzüldüm sizin adınıza. 

–          Son kez soruyorum. Minerva sizi eylemlere teşvik eden örgütün, size verdiği kod adı mı Celile Hanım?

–          Ben köprüde trafiği aksattığım için gözaltına alınmamış mıydım? Bu sorular trafiği aksatmaya sebebiyet verdiğim için biraz fazla değil mi? 

–          Minervaaaa, Celile Hanım Minerva’ya gelin?

–      Minerva, dostlarımın bana yakıştırdığı bir lakap.1 Anlaşılan siz Minerva’dan  da Minerva’nın baykuşundan da bihabersiniz. Oysa beni Galata Köprüsü’nden alıp buraya getirirlerken sizin her şeyden haberdar olduğunuzu, bir şey saklamamam gerektiğini söylemişlerdi. Gerçi Minerva’nın baykuşunu bilseydiniz, Nazım için bu kadar kolay vatan haini diyemezdiniz.

Celile, yetmiş yaşında, açlığına rağmen  meyve çağındaki genç bir ağaç gibi dimdik oturuyordu sorgu odasında. Kendisini sorguya çeken komutanın resmini çiziyordu bir yandan hafızasında. Hem de yine edepsizce! Bir kadın, üstelik de soylu bir kadın arsızca nü çiziyordu yine yeniden, hem de yetmişinde üstelik sorgu odasında. Çoluklu çocuklu bir anne, bir kadın. Birde utanmadan sergilerde kahkaha atıp “Aman efendim lütfen resimlerimi yatak odalarınıza değil, salonlarınıza asın” diyordu. Olacak iş değildi bir kadının bu cüretkarlığı. Nasıl anaydı bu? Söküp almalıydı rahmini. Güneşli pencereleri kapatılmalıydı, pul pul ışıldayan gülüşleri susturulmalıydı ki çoğalmasın böylesine ele avuca sığmaz, kendi topraklarında yeşeren kadınlar. Celile, yıllanmış hislerinin verdiği tüm duyguları zihninin fırçasına renk renk boya yapıyordu. Üstelik yine özgürlüğünün pınarından kana kana içerek nü çalışıyordu. Komutan, şimdi zihninde çırılçıplak, üniformasız, tabancasız bir sorgu meleği olmaya epey yaklaşmıştı. Nedense içinden kanat çizmek gelmedi. Komutan  derin bir nefes aldı.

–          Celile Hanım,  siz vatan haini oğlunuz için mi bu halinizle meydanlara çıktınız?

Komutan, masanın üstünde duran pankarta doğru başını eğdi, yazıları okumaya başladı:

–          Haksız yere mahkûm edilen oğlum Nazım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum, gece gündüz oruçluyum. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar. 

Sorgu odasının kapısı iki kere çalınca, komutan gür sesi ile:

–          Gel, dedi. 

Kapının açılışı ile oda bir anda ak pak, mis gibi koktu. Paris’teki evinin mutfağında çocuklarına  hasretliğini baharat yapıp  yemek pişirdiği günlerden kalma hüzünlü bir sıcaklık hissetti.

–          Celile Hanım böyle olmaz. Sizin yaşınızdaki bir kadın bu kadar süre aç kalamaz. Bunun geri dönüşü yok. Lütfen yiyin, ondan sonra sohbete devam ederiz. Kendiniz yiyebiliyor musunuz yoksa bir arkadaştan yardım isteyeyim mi?

Celile yutkundu. 

–     Siz ne sandınız beni? Çok şükür iradem hala dipdiri sağlam benim. Ölümü göze aldıysam tıpkı oğlum gibi bu memleketin insanına güvendiğimden aldım. Adaletin, hakikatin ortaya çıkması için ve Nazım’ın, oğlumun özgürlüğüne kavuşması için ölmem gerekiyorsa öleceğim. Bunu herkes bilsin! Siz yiyin, bizimle uğraşırken aç kalmayın efendim.

–          Oğlunuz gibi intihar etmekte inat edeceğim diyorsunuz. Celile Hanım, bu işi devlet büyükleri çözer. Bir anne olarak oğlunuzu bu eylemden vazgeçireceğinize çıkmış “ben de ölmek istiyorum, gece gündüz oruçluyum” diyorsunuz! Ulu orta hem de. Bunlar komünist işi icatlar. Siz bir anne olarak…

Bir kadın olarak, bir anne olarak… Celile, peçe takmalısın. Celile, seni aldatan kocaya rağmen bir anne olduğun için yüreğini mühürlemelisin. Celile, iyi eğitim aldın tamam ama nü çizmek de ne demek, sen erkek ressam mısın? Celile, kocan seni aldatabilir ama sen âşık olamazsın, sen çocuklarının anasısın. Celile’nin aklına birden Nazım’ın çocuk yaşında kendisine yazdığı mektup geldi. Zihninin fırçasını Nazım’ın mektubuna batırıp komutana üniforma çizmeye karar verdi. Bu sözler Nazım’ın değil toplumun Nazım’a söylettiği sözlerdi. “Anne. Ben gidiyorum, belki de ebediyen… Çünkü duyduğuma göre ve daha doğrusu söylediklerinize göre babam ile siz ayrılacakmışsınız. Şayet ayrılacak olursanız emin olun ki, ne beni ne de Samiye’yi ebediyen göremeyeceksiniz. Size bütün ruhumla rica edeceğim şey sabretmenizdir. Sizi ne kadar sevdiğimin simgesi olan bu mektubu saklamanızı rica ederim. Mesudiyet ve bedbahtlık arasında çırpınan oğlunuz Nazım.”  Komutanın sesi ile irkildi:

–          Celile Hanım, sizi bu  kanunsuz eyleme Nazım’ mı yönlendirdi? Eylem için emri kimden aldınız? 

–         Eğer benim yaptığım eylem kanunsuzsa, Nazım’a 13 yıldır yapılan kanunsuzluğun tamiri uğruna bilin ki gerekirse yeniden kanunsuz eylemler yapacağım. Mektuplar yazdım, görüşmelere  gittim. Anlattım durumu kanun koyuculara. Ama açılmadı işte o kanunun önü. Nazım, kanunun yolları açılsın diye ölümü göze aldı. İntihar etmiyor benim oğlum.  Bursa’dan İstanbul’a özgürlüğüne kavuşacağını söyleyip  getirdiler ama nerde hani? Kaç gün oldu? Nazım’ı ikinci kez açlık grevine bu kanunsuzluk  mecbur bırakmadı mı?

Komutan, Celile’nin kararlı duruşu karşısında öfkelenmeye başlamıştı. Celile, bunu  komutanın artan hızlı nefes alış verişlerinden anlamıştı. Soruları da artık Celile’nin canını acıtmaya yönelikti.

–          Bakalım deftere kimler imza atmış… Evet, evet… Hımmm Yahya Kemal Bey yok. Oysa siz Galata Köprüsü’nde imza toplarken hemen önünüzden geçti. Ah tabii görmediniz siz. Bildiğimiz kadarıyla  Yahya Kemal Bey’e de bir mektup  yazıp destek istemişsiniz? Nazım biliyor mu eski sevgilinizden de kendisi için yardım istediğinizi?

Celile, gözlerini kapadı. Soruları duymamış gibiydi. Komutan, Celile’ye yaklaştı. Birkaç saniye Celile’nin yaşına rağmen hala bibloları andıran yüzüne dikkatlice baktı. 

–          Sizi yormak istemezdim Celile Hanım. Lütfen kusuruma bakmayın. Bizim annelere hürmetimiz sonsuz. Biraz ara verelim. Dinlenin. Hem belki o esnada Paşakapısı’ndan haber gelir. Nazım açlık grevini bırakır.

Komutan sorgu odasından çıktı. Celile  hiçbir yere sığdıramayacağı kadar acısını çekmişti Yahya Kemal’in. İnsanlığın belki en büyük davası değildi aşk ama cesaret meselesiydi. Cesur olmamıştı Yahya Kemal. Ah Nazım Hikmet Ran ahhh, ahhh kaç yaşına gelirse gelsin ilk göz ağrım. Şimdi kim bilir ne derdi sevdalımız komünist, karşısında Yahya Kemal’e “Muallimim olarak girdiğiniz eve babam olarak giremeyeceksiniz!” diye not yollayan paşazadem Nazım olsa? Deli rüzgâr gibi eser, gürlerdi herhalde minnacık kadınları seven,  mahpuslarda kol saatinin kayışına isimlerini yazdığı aşkları yaşayan Nazım Hikmet Ran, paşazade Nazım’a, “Sen ne halt ettin bre” derdi herhalde. Büyüdü benim oğlum. Şair oldu, yazar oldu, komünist oldu benim oğlum. Savunmasında “Evet, ben komünistim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum” dedi. “Komünistlik bir dünya görüşüdür ve suç olamaz” dedi. Ama ben komünist değilim. Nazım ile öğrenmeye başladım. Her zaman anneler, çocuklarına öğretmez, bazen de çocuklardan öğrenirsin işte. Galata Köprüsü’nde eylem yapmayı da Nazım’dan öğrendim. Nasıl da kızmıştım duyduğumda. Bundan tam yirmi yıl önce, Galata Köprüsü’nün üstünde genç bir adam koltuğunun altında bağır çağır Orak-Çekiç sat. Benim paşazadem diye sevdiğim oğlan, sen git Galata Köprüsü’nde üstelik takip edildiğini bile bile, takip edenlerin gözlerinin içine baka baka yasaklı dergi sat. Ne cüret? Kimden alırsın sen bu cesareti diye soranlara da “açların gözbebeklerinden” de.  25 yıl sonra ben de aç oğlumun gözbebeğinden aldım o cesareti de çıktım Galata Köprüsü’ne. 

Dayanılmaz acılar çekmişti Celile. Nazım mavisi gözlerini aralayıp ıslanan kirpiklerini sildi. Gözyaşından nemlenen parmak ucunu,  elmacık kemiklerine sürmeye başladı. Teni, şimdi çizeceği en güzel tablonun tuvaliydi. Daha çok boyaya ihtiyacı vardı. Bu tablo yıllarca hasret kaldığı oğlu Nazım’aydı. Nazım mavisi gözlerinden aktıkça aktı tuzlu boyalar, canı acıyordu. 9 Mayıs 1950’de açlık grevinde, gözaltında  kimselerin göremeyeceği ama Nazım’a yollayacağı, bir yolunu bulup paşazadesine ulaştıracağı  bir tablo çiziyordu. Teninden damarlarına akan bir tablo. İşte bir kanadı bitmişti.  Gecenin en karanlık anına yetiştirmeliydi bu tabloyu. Hikmet Bey’in karısı, Yahya Kemal’in yasak aşkı, Nazım’ın annesi, yok hiçbiri değildi. Celile’ydi, Minerva’ydı şimdi, hem de hiç olmadığı kadar. Madem bunca yükü taşımıştı, şimdi acılarından umudu damıtıp tenine öyle bir tablo çizecekti ki ömrünün en güzel yıllarını tecritte geçiren canına, Nazım’a “aslolan hayattır, aslolan hakikattir ve hakikat bir gün mutlak ve mutlak anlaşılacak” diyen bir tablo uçuracaktı. Resme aç, resme susuz kalmış gibi çiziyordu Celile. Nazım mavisi gözlerinden akan tuzlu boyayı, parmaklarına sürüp sürüp  tenine nakşediyordu. Ölümüyle, ilk kez öldüğü ikinci oğlu İbrahim Ali’nin ardından yeri göğü inleten feryadını boynundan damarlarına işliyordu. Elbisesinin arasından uzandığı sol memesinin hemen altına,  insanın son nefesine kadar defalarca öleceğini bilmeden âşık olduğu Yahya Kemal Beyatlı’nın evindeki masaya ince ince işlediği dantel masa örtüsünün son ilmeğini çiziyordu. Her şeyi göze alıp her türlü baskılara direnip aşkına sahip çıkan Celile’nin aldanışlarını çiziyordu. Aşkları uğruna ölmeyi göze alacağını söyleyen adama giderken ikinci kez öleceğinden habersiz duyduğu heyecanı çiziyordu sol memesine. Aşkı için ölecek kadar çok seven adamın,  Celile ile evlenecek cesareti olmayışını dudaklarına resmediyordu.  İkinci kez öldüğü anı, şah damarının tam üstüne çiziyordu.  Her şeyi göze alıp gittiği adamın son anda bir  veda mektubu ile vazgeçişinin ardından arkadaşı Yakup Kadri’ye  “Bu kadar dile düşmüş bir kadınla ben nasıl evlenebilirim? Sonra herkes bana ne gözle bakar” deyişini duyduğunda ikinciye ölmüştü Celile. İkinciye ölümünü çiziyordu.  Çiz Celile çiz, kocası tarafından defalarca aldatılışına rağmen âşık olduğu adam için yuvasını yıkan oluşunu, dillere düşenin sen oluşunu çiz.  Çocuklarından oluşunu, ülkeyi bırakıp yıllarca hasretlik içinde kıvranışını çiz. Çiz Celile çiz,  saraylı bir ailenin kızı olarak komünist oğlunla nasıl gurur duyduğunu çiz. Oğlunun idam ile yargılanacağını duyduğunda “ben daha ölmem, bu son ölüşüm” deyişini çiz Celile. İman tahtanın üstüne çiz Celile, Nazım’ın “yeni bir alem için dövüşen” haklılığının gururu ile çiz. Çiz ki bu dünya soğumadan, yıldızların arasında bir yıldız olmadan,  tüm bu yaşadıklarımızın üstünden defalarca güneş doğup battıktan  sonra anlaşılsın hakikat. Tarih versin hakkımızı! İşte kuşun bir kanadı daha belirmişti. Gözleri, gözleri kalmıştı. Ancak alacakaranlıkta görebilecek gözleri. Komutan gelmeden onları da tamamlamalıydı. Nazım için  üniversiteleri, meclisleri, sokakları harekete geçiren Aragon’dan, Tristan Tzara’dan, Neruda’dan gözler yapmalıydı. Komutan gelmeden baykuşunu tamamlamalıydı Celile. Kıvrık gagası, keskin pençesi, kanca tırnakları ve döner parmakları bitmişti işte. Gözler, en önemlisi gözleriydi.  Maviyi bir tek görebilen kuş olduğu için ayrı bir seviyordu Celile baykuşunu. İnsanların  sadece bir ışık parıltısını fark ettiği yerde bile baykuş bütün teferruatları  görebiliyordu ki Nazım ile ilgili ışık parıltısını bile boğmaya çalışıyorlardı. İnsanlar; görmesin, bilmesin, duymasın istiyorlardı Nazım’ın haklılığını. Celile yorgundu. Acele etmesi gerekiyordu. Tarihe boynunun borcuydu, Nazım’a boynunun borcuydu, bir gayret Nazım mavisi gözlerinden baykuşun gözleri için son boyayı aldı. İman tahtasına çizdiği yüzün önüne yerleştiriverdi gözleri. Son fırça darbesinin ardından açlıktan ve yorgunluktan geceye teslim oldu. Neden sonra kapı açıldı.

–          Celile Hanım dinlenebildiniz mi? Çay getirdim size. Yeni demlendi. 

Celile oralı olmadı. Komutan çayını içine çekerek yudumladı.

–          Nerde kalmıştık? Nazım’ın annesi olmak zor iş değil mi?  

–          …….

–        Anlaşılan bir cevabınız yok. Peki madem. Ama  şu bihaber olduğumu söylediğiniz Minerva’nın baykuşu aklıma takıldı. Kendimi tanıyorum, çıkmaz şimdi aklımdan. Onu bir anlatsanız en azından. Huyum kurusun, öğrenmezsem ne kadar sizi bir an önce bırakmak istesem de bırakamam. 

Celile, sol elini iman tahtasının tam üstüne bastırdı. 

–          Saat kaç oldu? 

–          Neden sordunuz?

–          Gece çöktü mü iyice?

Komutan, sorgu odasının penceresinden dışarı baktı. Celile  kanındaki oksijen bitmiş gibi kesik kesik, hızlı hızlı nefes almaya başladı. Solunumu hırıltılandı. Komutan endişeli bir sesle:

–          Celile Hanım iyi misiniz? Biraz pencereyi aralayayım  mı?

Celile, başını evet anlamında salladı. Komutan pencereyi araladı. Nefes almakta zorlanan Celile’yi pencereye doğru yaklaştırdı. Celile pencereden kafasını uzattı. Kusacakmış gibi öğürmeye başladı. Bir yandan da iman tahtasına vuruyordu. Komutanın şaşkın bakışları arasında öğürdü, öğürdü, öğürdü. Sonunda ağzından Nazım için çizdiği baykuş fırladı. Kanatlarını çırpa çırpa alacakaranlıkta uçmaya başladı. Celile, Minerva, komutana döndü:

– “Minerva’nın baykuşu ancak gecenin çökmesiyle kanatlarını çırpar”. 2 Siz benim oğluma vatan haini diyorsunuz ya hakikat ancak bugünlerin üstünden zaman geçince er geç anlaşılacak. Emin olun anlaşılacak.

Komutan bir şey anlamamış gibi baktı.

–          Anne, anne sen mi geldin? Anne dua yalan söylüyorsa, ninni yalan söylüyorsa, rüya yalan söylüyorsa, meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa umutsuz gecelerinde ay ışığı… Anne söz yalan söylüyorsa, renk yalan söylüyorsa, ses yalan söylüyorsa, ellerinizden geçinen ve ellerinizden başka herkes yalan söylüyorsa, eller isyan etmesin diyedir anne. Bu kadar az misafir kaldığımız  bu ölümlü, bu yaşanası dünyada  bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir anne. Ben vatan haini değilim anne! Yalan söylüyorlar.

Celile’nin, (Minerva’nın) baykuşu Nazım’ın kulağına fısıldadı:

–          Tarih bir gün tüm gerçekleri yazacak. Gün aydınlanacak, merak etme Nazım!

Bu topraklarda, çocuklarının hakkı için yarım asırı geçkin zamandır meydanları bırakmayan annelere ve Celile Hanım’a saygıyla ve güzel günleri görüp motorları maviliklere sürme umuduyla…

Kaynakça:

 

  1. Celile Hanım’ın torunu Ayşe Yaltırım anılarında şöyle söyler: “Neneme Minerva derlermiş. Minerva, (yani)Athena, kudret, sanat, büyüklük (tanrıçası). Nenem de dikbaşlı birisi. Sağlam duruşlu, biraz da feminist.
    ↩︎
  2. Hegel’in Hukuk Felsefesi ile ilgili çalışmasında kullandığı metafor.
    ↩︎

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation