Köşe Yazıları Sinem Yıldız 16 Mayıs 2024
Konutun cinsiyetli yapısını ele alan araştırmalar daha çok geleneksel konut mimarisinin araştırılması üzerine şekillenmiştir. Cumhuriyet sonrası apartman yapılarını incelemek, bize konut mekanlarının cinsiyetli yapısının yeni inşa edilen ulus-devletteki işlevine dair ipuçları verecektir. Türkiye’de modernleşme süreci, apartmanlaşma süreci ile beraber incelenebilir.
“Kimin evi bu?
Kimin gecesi
Işıkları dışarıda bırakıyor böyle?
Söyle, bu ev kimin?
Benim değil.
Ben başka bir evin hayalini kurdum
Daha sevimli, ışıl ışıl.
Boyalı kayıkların geçtiği bir göle,
Bana açılan kollar kadar geniş tarlalara bakan.
Bu ev yabancı.
Gölgeleri yalancı.
Anlat o zaman, söyle,
Neden kilidi anahtarıma uyuyor?” 2
Bugün hep beraber evde biraz dolaşalım istedim. Fayansından koltuğuna, en ufak biblosundan mutfak dolabına kadar neredeyse her eşyaya kadınların karar verdiği evimizde. Sahi, bu erkekler bu evlerde yaşamayacak mı? Neden ev “kadınlara özgülenmiş” gibi, her şeyi sanki “zaten biz kullanacakmışız” gibi biz seçiyoruz? Neyse. Günün koşturmacasından düşünmeye vakit kalmıyor tabii, duvarların rengi bize nasıl hissettiriyor diye.
Salondan başlayalım mı hemşirelerim? Buyursunlar… Sonuçta salon misafirin buyur edildiği, dışarıdan gelenle en yakın ve samimi temasın kurulduğu oda. Ses yüksekliğinin arttığı, sohbetin giderek koyulaştığı bir kamusal alan adeta. Bu sebeptendir ki, kadınlara daha az rastlarız salonlarda. “Haremlik selamlık” lafını duymuşsunuzdur. Bu kavram, çoğunlukla Osmanlı mimari ev yapısında kadınlar ve erkekler için ayrılmış mekanlara göndermeyle kullanılır. Yani kadınlara ait mekanlara “harem”, erkeklere ait mekanlara ise “selamlık” denir. Görüldüğü gibi ev kadın ve erkek arasında ikiye bölünmüştür. Yani sokak ve ev arasına “çekilen” kamusal/özel çizgisi, ev içinde de etkisini devam ettirmektedir. Ancak bu çizginin toplumsal olarak inşa edildiğini, bu dikotominin ataerkil toplum yapısının bir ürünü olduğunu ve geçişlilikleri barındırdığını da eklemek gerek. Antik Yunan’da kent, yapılar ve insan ilişkisini inceleyen Richard Sennett, eski Yunan evlerinde evli kadınların ve kız çocuklarının, konukların ağırlandığı odada görülmediklerini belirtir. 3 Dolayısıyla özel/kamusal dikotomisinin köklerini Antik Yunan’a kadar götürmek mümkündür. Bu ikiliği kırmaya dair çabaların çok sonra, 20.yy’ın ikinci yarısında feministler tarafından ortaya konduğu görülecektir.
Eski ahşap yapıları gezerken de fark etmişsinizdir, hepsinde olmasa da evlerin hatırı sayılır çoğunluğunda kadınlara özgülenen alanlar olan mutfak, yatak odası gibi odalarda pencere sayısı az iken, salonlar genellikle aydınlık ve çok pencerelidir. Hatta eğer yapılar, sağır duvarlara sahip avlular içinde değilse ilk katlarında daha az sayıda ve küçük pencereler olacak şekilde tasarlanır ki göz hizasında kaldığı için içerisi görülmesin. Kadınları “muhafaza etme” isteğinin pencere sayısına ve kadınların ne kadar ışık alabileceğine olan etkisine siz de şaşırmadınız mı? O büyük pencereli, çok ışık alan IKEA mutfaklarının benzerlerinin bizde yaygın olmamasının sebeplerinden biri de bu olabilir mi? 4
Konutun cinsiyetli yapısını ele alan araştırmalar daha çok geleneksel konut mimarisinin araştırılması üzerine şekillenmiştir. 5 Cumhuriyet sonrası apartman yapılarını incelemek, bize konut mekanlarının cinsiyetli yapısının yeni inşa edilen ulus-devletteki işlevine dair ipuçları verecektir. Türkiye’de modernleşme süreci, apartmanlaşma süreci ile beraber incelenebilir. Modernleşme sürecinin ataerkil kapitalist yapısı düşünüldüğünde, küçük çekirdek ailenin rolü de berraklaşacaktır. Modern ulus devletin en küçük birimi “aile”dir ve kadınların bu ailedeki rolü genelde “annelik” olarak belirtilenmiştir. 6 Bu rolde kadınlara özgülenen işler çoğunlukla ev içerisinde, yeniden üretim alanında zuhur ederken kamusal alana çıkıldığı durumlarda ise kadından “cinsiyetsiz” olması beklenmiştir. Ev içinde de kadınların verimliliği artıracak biçimde işleri sürdürmesi beklenmiştir. Ev içi mekansal işlevlerin de cinsiyetli “işbölümünün” ve Batılılaşma hareketinin bir parçası olduğu söylenebilir. Öyle ki geleneksel evlilik yöntemleri reddedilmiş, ailelerin “ayarladığı” evliliklere ve büyük bir evde birlikte yaşama pratiklerine karşı çıkılmıştır.7 Aynı dönemde Batı ile yakın temas ve malların ülkeler arası hızlanan hareketi ile de kendine özgü işlevleri olan mobilyalarla tanışılmıştır. Artık Batılı anlamda bir yaşam alanında odaların birbirinden özerk olması beklenmiş, çekirdek ailelerin yaşayabileceği boyutlarda apartmanlar tasarlanmaya başlanmıştır. Ancak mahremiyetin aşılması elbette sancılı olmuş, hatta pek de mümkün olmamıştır. Örneğin artık evin kamusal alanı olarak hizmet veren salona erkeklerin, konukların kabulü, kadınların salonlardan dışlanması ile sonuçlanmıştır.
Çok lakırdı ettim, gelin size aldığım iç çamaşırlarını göstereyim, yatak odasına gelmez misiniz? Utanmayın yahu, evde erkek yok. Genelde evin en uç, kamusal alanlardan en uzak noktasına konumlandırılmıştır yatak odası. Salondan oraya biraz yürüyeceğiz yani. Yatak odasının, özelin de özeli görülmesinden ötürü, en az analize mazhar olmuş alanlardan biri olduğunu biliyoruz. Yukarıda bahsettiğim modern apartman yapısında da evin en mahrem alanı, içinde bir karyolanın bulunduğu ebeveyn odası olmuştur. 8 Neredeyse gündüzleri bile güneşlikleri kapalıdır yatak odasının. Nadiren açılır, ancak büyük ev temizliği yapıldığında. Loş ışıklar, adeta bir şeyleri gizlemek istercesine tercih edilir. Bazen gizlenmek istenen, toplumsal yargılardan ötürü vücudunu beğenmeyen kadının göbeğidir, bazen yapılan “işin” ayıp görülmesinden ötürü kadın, “masumiyetinin” bozulduğunu göstermek istemez. Her durumda gizlenen şey, kadınla ilgili her şeydir. Bir yandan “çocuk” olmakla ilişkilendirilen masumiyet ile beraber korunmaya muhtaç bir canlı, bir yandan da haz alanının masumiyetle malul öznesidir kadın.
Yatak odası hazzın ve cinselliğin yeri olduğu kadar, istismarın ve şiddetin de yeri olmaktadır. Bunun yanında “hazzın” da toplumsal olarak inşa edildiğini söylemek gerekir. Pek çok kadına “kocasını yatakta nasıl mutlu edeceği” tariflenmiştir. Hatta “ne olursa olsun yatağa birlikte girin” deme cüretini bile gösterir toplum. Yatakta dayak mı var, taciz mi, tecavüz mü umursamadan. İlk feminist edebi ürünlerden biri olarak kabul edilen Charlotte Perkins Gilman’ın “Sarı Duvar Kağıdı” adlı öyküsünde, “akıl hastası kabul edilen” bir kadının tek başına kaldığı bir yatak odasında içinde bulunduğu psikolojik durumdan bahsedilir. 9 Kadının “delirmesinin” toplum ve mekan yoluyla yavaş yavaş inşa edildiği kitapta, kadına iyileşmesi için layık görülen yer, park, bahçe, dışarısı, kamusal alan değil de mahremin en dibindeki yatak odasıdır. Bu yatak odasında savaştığı sarı renkli duvar kağıdı, kadının var olma mücadelesinin bir ifadesidir adeta.
Biraz daralmış mı hissettik? Yatak odasından çıkıp bir nefes almak üzere balkona doğru ilerleyelim o zaman. Eğer balkonumuz varsa tabii, ya da varsa ve ardiye değilse, ya da çamaşırlarla meşgul edilmemişse, hepsini geçtim, dışarıdan görülmek bizi rahat ettirecekse. Rahat ettirmediyse önce üstünüze bi’ şeyler alın derim, örtünmek gerek kamusal alanın sınırlarına çıkarken. Gözümüz hemen sağda çocuk odasına ilişiyor ama yok, şimdi buna enerji kalmadı. Doğru balkona! Hem içerde hem dışarıda “ara” bir alan mıdır balkon yoksa içerinin, özel’in bir uzantısı mı? Bence bu sorunun tek bir doğru cevabı yok. Şunu demeye çalışıyorum; farklı mahallelerde yaşayan, farklı sınıfsallıklardan kadınların balkon deneyimleri de değişecektir. Çoğu zaman da bu deneyimler geçişlidir. Ancak bence toplumun büyük bir kesimi için balkon tam da arada değil, biraz da içe temayüllüdür. Bu durum, böyle kalacaktır diye değil ama en azından pek çok kadının deneyimi için tespitimiz bu yönde olmalıdır.
Biraz rahatlamaya çıktığımız balkonda, rahatlayana kadar kalabilecek miyiz? Üstelik ocakta yemek pişerken. Peki kadınların balkonla tek ilişkisi onu yıkamak mı, ya da yıkanmış çamaşırları asmak, patlıcan kurutmak mı? Çamaşır asarken bile donları sutyenleri dışarıdan görülmeyecek yerlere asmaya çabalarken, başörtüsü tıpkı sokağa çıkarken bağlandığı gibi örtülürken kadın balkonda ne kadar rahat olabilir? Peki tüm bunlar, balkonu salona katmak için geçerli bir sebep mi? Tabii Sezai Karakoç, bilmez kadının balkonlara ne denli ihtiyaç duyduğunu ve evleri balkonsuz yapan mimarların alnından öpmek ister örneğin. 10 Salona katılan 4 metrekare alanın, tüm çelişkileriyle beraber kadının hayatından götüren kilometre taşlarının farkında olabilir mi Karakoç? En kötü balkon da Fransız Balkon denen garabettir herhalde. Fransız desen değil, balkon desen hiç değil, ne menem bir şey olduğu belli olmayan bir yapıdır. Genelde müteahhitlerin fazla alan kazanmak için bulduğu bu şahane mimari detay, hakikaten de bir detaydır. En öne çıkan yeri ise çirkin alüminyum doğramalarıdır herhalde. Bir sigara içsen içemezsin, çamaşır asmak istesen asamazsın, kamusala açılmaktan söz etmiyorum bile.
Balkon çoğu zaman kadına, dışarıdakini tanımak için bir pencere açar. “Balkon konuşması” erkeklerin domine ettiği pejoratif bir anlama sahipken, kadınların balkon konuşması da mekânsal olarak adeta dikey bir sosyallik yaratır. Pandemi dönemini hatırlayalım. 2 metrekare balkon için bile neler vermezdik! Bazen de balkonlar “gözcülük” alanıdır. Eve geç gelen kadınları gözlemek, kimin kimle dolaştığını görmek, komşunun poşetlerini dikizlemek içindir. Bu yönleriyle aslında “mahalle baskısını” da ortaya çıkarır balkonlar. 11 Bunun ötesinde, “balkondan düşen kadınlar” dersem, sanırım kadın cinayetlerinin üstünün örtülmesinin o “etkili” cümlesini, tüm kadınlar anlayacaktır.
Kendi evimizde on beş dakikalık bir tur, bizi yeryüzünde var olan ne de çok duyguya, olguya sürükledi değil mi? Henüz dışarı çıkmadık bile! Kadınlar bunca yükün altında sağlıklı kalabilir mi? Ev, çoğu zaman sığınılan yer, kamusal alandaki çelişki ve çatışmalardan uzak bir huzur ortamı olarak tanımlanır. Ama minik bir ev turunda gördük ki aslında evin içi de pek çok çatışmaya, çelişkiye sahip. Şüphesiz evin, pek çok kadın için bambaşka anlamları vardır. Ancak, daha önceki yazılarımda ifade ettiğim gibi, hepimize değen bir ip hep var; bazen bizi düştüğümüz kuyudan çıkaran, bazen de elimizi kolumuzu bağlayan. Bunları ayırmanın yolu da, var olan mekanları, deneyimleri lime lime etmek olabilir. Aynı “ev”e yaptığımız gibi, sonra elbirliğiyle yeniden toparlarız gerekirse, zaten hep yaptığımız gibi.
Dipnotlar:
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖