Background

Bitmedi, Sürüyor O Kavga!

Bugün hâlâ 8 Mart’ı ortaya çıkaran koşullar güncel. Kadınlar olarak, bir cins olarak, iktidarın her alanında radikal bir biçimde dışlanıyoruz. Yaptıklarımız tarihten silinmeye devam ediyor. İstihdamda, ekonomik alanda, siyasette, hatta mücadele etmek için örgütlendiğimiz yerlerde, cinsiyetimiz nedeniyle ayrımcılığa uğruyoruz. Bunu dile getirdiğimizde, mücadeleyi bölmekle suçlanmamız, isyanımız kadar eski.

Amerika’daki kadın, çocuk ve göçmen tekstil işçileri, yoğun şekilde çalıştırıldıkları fabrikalarda işçi sağlığı ve güvenliği tedbirleri olmadan 16 saat ve olabilecek en düşük ücretlerle çalışıyorlardı. İşçilerin %70’i kadın ve %50’si 20 yaş altındaydı. Avrupa’daki pogromlardan kaçan Yahudi, İtalyan ve diğer milletlerden göçmen işçiler aynı zulmün altında inliyor ve kendilerine verilmiş tek hayatı insan gibi, bazen sadece yaşayabilmek için bir yol arıyorlardı. 

Geçen yüzyılın ilk on yılında New York, hazır giyimin başkentiydi. 30.000 işçi, 600 fabrika ve atölyede yılda tahmini 50 milyon dolar değerinde mal üretiyor ve bugün bu kenti parlak ve göz alıcı yapan sermayenin her damlasını canları ve ömürleri ile ödüyorlardı. Üstüne kadın işçiler, bugün de çok iyi bildiğimiz bir ikinci kısır döngüye, bir taşeronluk sistemine sıkıştırılmışlardı. Ne kadar kalifiye olurlarsa olsunlar daima “çırak” olarak çalıştırılıyorlar, vasıfları ne olursa olsun, ne kadar ustalaşırlarsa ustalaşsınlar ücretleri 3-5 doları asla geçemiyordu. 75 saate varan haftalık çalışma, taciz, iğneler, iplikler ve dikiş makineleri gibi temel malzemeleri sağlamaları, işe geç kaldıkları veya üzerinde çalıştıkları bir giysiye zarar verdikleri için para cezasına çarptırılmaları, mola vermelerini önlemek için üzerlerine kilitlenen çelik kapılar, tuvalete gitmek için amirlerinden izin alma zorunluluğu… 

Bugün bile geçerli olan pek çok uygulama. Hiyerarşide onların hemen üzerinde, 7 ile 12 dolar kazanan yarı vasıflı operatörler vardır. Ve evet, bildiniz! Bu yarı vasıflıların neredeyse tamamı erkekti. Kadınlar, hazır giyim endüstrisi hiyerarşisinde cinsiyetlerinden dolayı radikal bir şekilde ayrımcılığa uğruyor, bu hiyerarşinin en tepesine, yani kalıpçı ve kesimcilerin arasına asla katılamıyorlardı. Katılamadıkları yer yalnızca burası değildi. Erkekler, sendikaya katılımlarını da engelliyor, yalnızca “kalifiye” erkeklerin örgütlenebileceğini iddia ediyor, aidatları bu göçmen kadınların ödeyemeyeceği kadar yüksek tutuyorlardı. Ve derken bir gün, büyük bir salonda yapılan bir sendika toplantısında kadınların baskınına uğradı.

Clara Lemlich

Erkek sendikacıların çekimser kaldıkları ve hiçbir geçerli çözüm üretmedikleri bir anda, göçmen “vasıfsız” kadın işçi Clara Lemlich ayağa kalkıp grev önerdi. Dedi ki: “Açlıktan yavaş yavaş ölmektense, şimdi ölmeyi tercih ederim! Eğer sözümden dönersem, greve evet demek için kaldırdığım bu kolum omzumdan kopsun!” O dakikadan sonra, erkek sendikacıların “yapmayın, etmeyin” lafları duyulmadı bile ve tarihin belki de en büyük kadın grevi, 20 bin kişilik grev böyle başladı. Bu grev, kendi ezilmişliklerine karşı verdikleri mücadelenin kaderini bu kadınların verdiği mücadeleye bağlamakta tereddüt etmeyen orta ve üst sınıflardan gelen kadınların, süfrajetlerin desteğini de aldı ve zaferle sonuçlandı.

Süfrajetler, kadınların oy hakkını ve siyaset yapma hakkını savunuyorlardı. İşte bu mücadele ve ondan bir yıl sonra Clara’nın çalıştığı fabrikada çıkan yangında kaybettiğimiz 123’ü kadın, 146 işçinin anılması, Kadınlar Günü olarak bilinen 8 Mart’ın ilk kaynaklarındandı. 

1917’de Çarlık Rusyası’nda, global kapitalizmin aynı sektöründe tekstil işçisi kadınların çalışma koşulları, okyanusun diğer yanındaki kız kardeşlerinden pek de farklı değildi. Tek ve en önemli fark, bu koşullara acımasız bir dünya savaşının eşlik etmesiydi. Kırsal bölgelerden şehirlere, Petrograd’a göç etmiş olan kadın işçiler, niteliksiz olarak tanımlanarak düşük ücretli işlerde, sağlıksız koşullarda, günde on iki veya on üç saat oldukça düşük ücretlerle çalıştırılıyorlardı. Uluslararası Kadınlar Günü’nde, Petrograd’ın Vyborg bölgesindeki kadın tekstil işçileri greve başladı, fabrikaları terk etti ve yüzlercesi fabrikadan fabrikaya geçerek diğer işçileri greve çağırdı ve polis ile askerlerle şiddetli çatışmalara girişti. Bu kadınlar ayrıca, diğer fabrikalarda, örneğin metal iş kolunda gibi daha stratejik görülen ve daha “nitelikli” olarak adlandırılan erkek işçileri de dayanışmaya çağırdılar, greve çıkmaya zorladılar. Dahası, aynı kırsal bölgelerden geldikleri askerlerle olan bağları sayesinde askerlerin saf değiştirmesinde de önemli bir rol oynadılar. Saatlerce ekmek kuyruğunda bekleyen ve açlığa isyan eden bu kadın işçilerin bu grevi, çoğunlukla tarihçiler tarafından spontan ve ilkel bir ekmek ayaklanması olarak nitelendirilir. Ancak bu ayaklanmanın spontan olması, onun politik olarak çağın kaderini belirleyecek kadar politik olan savaşa son verilmesi talebinin olmadığı anlamına gelmedi. Bolşevik kadınlar ise, kendi partilerindeki erkekler arasında kadınları örgütlemenin çarlıkla mücadeleden dikkati dağıtan bir yan etkinlik olduğu, ya da kadınları sınıf mücadelesinden uzaklaştırarak üst sınıf feministlerin tuzağına düşüren bir eylem olduğu yönündeki fikirlerine rağmen, bu “niteliksiz” kadın işçileri örgütlemeye devam ettiler. Ve diyebiliriz ki, tarih yazdılar. İşte bu tarih bizi bu geçmişe bağlayan 8 Mart’ın tarihidir.

Bugün, Clara’nın ve Petrograd’daki kadınların destansı mücadelesinden yaklaşık yüz yıl sonra, dünya çapında yaklaşık 40 milyon hazır giyim işçisi var ve bunların %85’i kadın. Geçen yüzyılın sonunda ve aslında yüzyıl boyunca da, merkez ülkelerde işçi sınıfının verdiği mücadele, sendikalar ve onların kazanımları olan yasal düzenlemelerden kaçan sermaye, düzenlemelerin daha gevşek olduğu üçüncü dünya ülkelerini mesken tuttu. Hazır giyim üretimi, merkez ülkelerde tasarlanıp en ucuz şekilde bu ülkelerde yapılmaya başlandı. Sermayenin, köpeksiz köy bulup değneksiz gezdiği durumda, yüzyılın başında yaşananlar şu anda buralarda da aynıyla vaki. İşçilerin insan haklarının ihlalleri, ucuz emek sömürüsü, uzun çalışma saatleri, bitmeyen mesailer, olmayan işçi sağlığı ve güvenliği tedbirleri, kadınlara ve göçmenlere yönelik ayrımcılık, iş yerinde taciz; bütün bunların yanında örgütlenmeye karşı işten atılma, kara listeye konma, şiddete maruz kalma, öldürülme, örgütlenme özgürlüğünün daimi ihlalleri… Tıpkı yüzyılın başında olduğu gibi, şimdi de hiyerarşi sağlam; en tepede, merkez ülkelerdeki tasarım ve yönetim ofisleri var. Bunlar, siparişlerini çeşitli yollarla üretici üçüncü dünya ülkelerine yolluyorlar. Üçüncü dünya ülkelerinde en tepede, bu siparişleri dağıtan acenteler ve en büyük fabrikalar var. Bu fabrikalarda genellikle, modelleme departmanları ve bu departmanlarda görece güvenceli ve daha iyi ücretlere çalışan erkek “kalifiye” işçiler var. Parça başına fiyatla sipariş, aşağıya doğru daha küçük fabrikalara, merdiven altı atölyelere ve hatta evlerdeki 2-3 kişilik hazırlık atölyelerine, ev eksenli çalışmaya doğru gittikçe düşüyor. Ve bilin bakalım, bu en altta en çok kim var? Piramidin altına doğru ilerledikçe, güvencesiz, denetimsiz bu alanda ömür tüketen çocuk, göçmen ve kadın işçileri buluyorsunuz. New York’taki Triangle fabrikasında 146 işçinin canını alan yangından neredeyse 100 yıl sonra, hâlâ misal Bangladeş’te çok daha büyük iş kazaları, hatta dünya tarihinin en büyük iş kazası yaşanabiliyor. 24 Nisan 2013 günü, işçilerin, o sabah “bu bina çatırdıyor” diye itiraz ettikleri halde, o ayın ücretlerini ödememe gibi tehditlerle çalışmak üzere içine sokuldukları, çoğu hazır giyim atölyesi olan iş yerlerinin bulunduğu Rana Plaza adlı çok katlı bir bina çöktü. 1134 işçi orada can verdi, yüzlercesi sakat kaldı. Bu işçilerin çoğunun, tıpkı Çarlık Rusya’sındaki gibi, ya da New York’taki gibi, göçmen kadın işçiler olduğunu söylemeye gerek var mı?

Kısacası, bugün hâlâ 8 Mart’ı ortaya çıkaran koşullar güncel. Kadınlar olarak, bir cins olarak, iktidarın her alanında radikal bir biçimde dışlanıyoruz. Yaptıklarımız tarihten silinmeye devam ediyor. İstihdamda, ekonomik alanda, siyasette, hatta mücadele etmek için örgütlendiğimiz yerlerde, cinsiyetimiz nedeniyle ayrımcılığa uğruyoruz. Bunu dile getirdiğimizde, mücadeleyi bölmekle suçlanmamız, isyanımız kadar eski. Sistem, emeğimizi, hayatımızı ucuzlatarak el koymaya devam ediyor. Hem fabrikaların, işliklerin, plazaların, hizmet sektörünün uygun ve ucuz işçileri olmaya, hem de evlerin ücretsiz iş görenleri, bakım hizmeti verenleri olmaya devam ediyoruz.

Üstelik, haklarımız hem şantaj, hem siyaset pazarlığının konusu: her seçimde, bedenimiz üzerindeki tasarruf hakkı, belirleyici siyasi bir hat oluşturuyor. Bu, bir başka ülkede kürtaj hakkı olurken, Türkiye’de 6284’ün kaldırılması, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, Medeni Kanun’un, nafaka hakkının tartışmaya açılması oluyor. İktidar sahipleri, soydukları milyonlara, kadınların emeği ve bedeni üzerinde denetimsiz tasarruf hakkı önererek, iktidarlarının devamlılığını sağlıyorlar. 

8 Mart, hem tarihi, hem bugünü ile, bunlara bir meydan okuma olmaya devam ediyor. Bize, adeta tarihin derinliklerinden, artık duymak istemedikleri bir ses, tahammül edemedikleri bir hayalet olarak fısıldıyor: 

Vardık, varız, var olacağız. 

Bir kez yaptık ve yeniden yapabiliriz. 

Yaşasın kadın dayanışması.

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation