Serbest Kürsü Evrim Ulusan 25 Haziran 2024
İster toplumda ister mekânda ister bedenimizde ister zihnimizde olsun, çizilen tüm sınırlar biz çizdiğimiz sürece bir benlik/varoluş mücadelesi, başkaları çizdiği veya aşılmaya çalışıldığı sürece bir tahakküm girişimi. Peki hangi sınırları tanımlamak ve korumak öncelikli?
Ataerkinin kadının bedeni, emeği, talepleri ve geleceği üzerinde tahakküm kurmasına dönük tüm değerlendirmelerde, sanayi devrimiyle birlikte modern kapitalist toplumun inşasında iş yeri ve hanenin birbirinden keskin biçimdedir ayrılması cinsiyet rollerinin belirlenmesinde ve cinsiyet rejiminin inşasında en önemli belirleyicilerden biri olarak sunulur, öyledir de. Fakat buradan hareketle, özel alan ile kamusal alan arasında çizilen sınırda referansımız çoğunlukla mekân üzerinden tariflenir ve sınır evin kapısıdır.
Biz kamu-özel arasına çekilen bu sınırı, kamusalın dikkatini özele çekecek şekilde esnetmek için mücadele ediyoruz. Fakat, 20. yüzyılın ilk yarısında Virginia Woolf, aksi yönde bir manevrayla, dikkatimizi özelin daha da özelleşmesi, özel alanımızın daha da daraltılması, çizgimizin daha net çizilmesi yönünde bir manifesto yayınladı; kendimize ait bir oda. Fakat bu mekânsal daralma varoluşun güçlenmesi içindi. Woolf’u bu manifestoya ulaştıran şey, kadın ve erkek yazarlar dünyasını karşılaştırdığında vardığı, yazı yazmak isteyen kadının parasının ve kendine ait bir odasının olması gerektiği inancıydı. Fakat, nasıl olduysa bu oda, kadın olarak var olmak isteyen her kadının erkek egemen dünyanın muharebe alanında kurtarılmış toprağını veya kazanılmış mevzisini niteleyen bir arzuya dönüştü. Belki de en çok ihtiyacımız olan bu kazanılmış/kurtarılmış bencil alanımızdı, çünkü nihayetinde, Eastman’ın da işaret ettiği üzere; “kadınlar belirli bir duygusal özgürlüğe, güçlü ve sağlıklı bir bencilliğe ve bazı kişisel olmayan neşe kaynaklarına ulaşana kadar asla mükemmel olamayacaklar”.1
Bu noktada Woolf’un bize tanımladığı yolda, bunca yıldan sonra, şu konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum; bir kadın, yazar olmak istese de istemese de, o odadaki eylemleriyle para kazansa da kazanamasa da, salt kendi benliğini inşa edebilmek için o odaya sahip olmalı.
Yüzyılın ortalarına doğru feminist kuramda varoluşçu felsefenin etkilerini güçlendiren Simone de Beauvoir “bir erkek, erkek oluşuyla doğru yerdedir, yanlış yerde duran kadındır” yorumuyla2 kadının ve erkeğin toplumdaki, yani insanlık içindeki konumlarına dair alaycı bir tespit yaptı. Öyle ya, erkeğin erkek oluşuyla kamusal alanda, iş hayatında, siyasette, eğitimde, üretimde olması hep doğruydu, toplumda bulunduğu, daha doğrusu bulunmadığı, yeri sorgulayan hep kadın olmuştu. Fakat, Beauvoir’ın 1985 yılında verdiği ve yakın zamanda bizimle buluşturulan bir röportajda3 paylaştığı; “belirli bir özgürlük, yalnızlık alanını mutlaka koruyun. Hayal kurmak için, okumak için, müzik dinlemek için, düşünmek için, ne için olursa olsun” tavsiyesiyle, biz kadınlara, mekânsal veya toplumsal konumların yanı sıra, zihinsel bir konumu işaret eden yeni bir özgürleşme alanı açtığı söylenebilir. Bu tavsiyeden anladığımız; kadının bedensel konumu evde, kariyer konumu erkeğin gerisinde, toplumsal konumu ikinci planda olsa da zihinsel konumu, bazen, yalnızca, ona ait bir anda, durumda, düşüncede, talepte, hayalde, eylemde olmalıdır. Nitekim, işgücüne katılmaktan alıkonan kadının değerlendirilmeyen yeteneği ve görünmeyen hane içi emeği kadar, toplumda özneleşemeyen kadının arzuları da feminist mücadelenin gündeminde olmalı. Dolayısıyla, yaratılacak bu alan, ataerkinin tahakkümünün, cinsiyet rejiminin, cinsiyet rollerinin, baskıcı devlet politikalarının ve kadını yok sayan toplumun erişemeyeceği bir zihinsel mesafede, kadının özgürlük, mahrem, varoluş, soluklanma, hayal kurma, arzulama alanı olacaktır.
Bu noktada da, Beauvoir’ın bize tanımladığı yolda, bunca yıldan sonra, şu konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum; bir kadın, salt kendi benliğini inşa edebilmek için bir odaya sahip olsa iyi olur ancak böyle bir özgürleşme için bir sandalye, bir koltuk, bir divan da pekâlâ yeterli olacaktır, mesele kadının hakkı olan bencil zamanını hayattan çalmasıdır.
Yani Beauvoir, Woolf gibi mekânsal bir daraltmayla değil, zamansal bir açılımla tanımladı özel alanımızı, iyi de yaptı, çünkü kendine ait bir odayı yaratma mücadelesinde burjuva kadının eli daha güçlüyken, kendinden esirgenen zamanın peşine düşecek her kadın daha gerçek, haklı, makul bir mücadelenin içinde olacaktır, çünkü Terry Eagleton’ın da belirttiği üzere “Marksizm emekle değil, boş zamanla ilgilidir”.4 Burada indirgemeci olma pahasına şu tespitimi paylaşmak istiyorum; Woolf liberal, Beauvoir sosyalist bir feministtir.
Zihnimdeki bu tartışmayı olgunlaştırmaya çalıştığım sırada, Elif Okan Gezmiş’in Corpus’ta 1 Haziran 2024 tarihinde yayınlanan “Toplumun Harcı: Utanç Üzerine” başlıklı yazısında5 dile getirdiği “…fark etmesek de duygularımızı, düşüncelerimizi, hayallerimizi çıplak bedenimizden bile özel, gizli tutabilmeye ihtiyacımız var; ayıp şeyler olduklarından veya cezalandırılmaktan korktuğumuzdan değil, içeriyle dışarı arasındaki sınırın benliğimizin idamesinde oynadığı hayati rolden” şeklindeki yorumu, varmak istediğim noktayı net biçimde tariflememe önemli bir katkı sağladı: İster toplumda ister mekânda ister bedenimizde ister zihnimizde olsun, çizilen tüm sınırlar biz çizdiğimiz sürece bir benlik/varoluş mücadelesi, başkaları çizdiği veya aşılmaya çalışıldığı sürece bir tahakküm girişimi. Peki hangi sınırları tanımlamak ve korumak öncelikli?
Kamusal-özel ayrımında bir ölçek sorunsalına dönüşmesi muhtemel bu tartışmada kendi konumumu şöyle netleştireceğim; ben zihinsel konumun sınırlarını bir adım öteye taşıyarak, aslında daha da daraltarak, kadının “kendine ait sır”larının feminist mücadelenin en güçlü silahı olabileceğini iddia ediyorum. Şöyle ki…
Öncelikle, kadının zihni evin içinde bile erkeğe ve ataerkinin yarattığı düzenin işleyişine tabidir çoğunlukla. İşgücüne dahil olsun veya olmasın, emeğin yeniden üretiminden, kurulu düzenin devamından, ertesi gün üretim ilişkilerine hazır ve nazır yeniden dahil olabilmekten sorumlu kılınan kadının zihinsel meşguliyeti, yine eşiyle ve çocuklarıyla paylaşmak durumunda kalacağı konuları önceler. Zihin, ancak onlar halledildikten sonra özgürdür, dolayısıyla, bunlarla meşgul olduğu sürece hâlâ eril düzenin tahakkümünün altındadır. O tahakküm ki, zihne doluşan her “karşı” fikri bir vicdan azabıyla savuşturur.
Bu yazıya ilham olan, kanaatimce daha kritik olan ikinci neden ise, erkeğin tahakkümünün, çoğu durumda, kadının arzularını, hırslarını ve düşüncelerini de hedeflemesidir. İnşa edilen rejimin karşısında, kurulan düzeni bozabilecek, erkeği gerek kadının gerek toplumun karşısında güçsüz, zayıf, yetersiz, beceriksiz hissettirebilecek, kadının farkındalığının ve haliyle mücadele arzusunun güçlenmesine neden olabilecek her düşünceyi, isteği veya talebi kadının aklından dahi geçirmesine müsaade yoktur. Bunlar kontrol altında tutulması gereken tehlikeli düşüncelerdir. Kontrol altında tutulabilmeleri için de erkek tarafından bilinmeleri gerekir. Tevekkeli, bunun için “neden?” veya “ne?” diye sorarlar sıkça; neden onu giydin, neden öyle söyledin, neden öyle olduğunu söylemedin, ne düşünüyordun, şimdi ne demek istedin, neden konuşmuyorsun, kısaca “senin aklından tam olarak ne geçiyor(du) kadın!” Ve bu giz erkeğin istediği şekilde açığa vurulmadıkça, en manipülatif soru en son gelir, “söylesene, kocan/sevgilin/baban/abin vs. olarak bilmeye hakkım yok mu?” Bu soru, eril tahakkümün hadsizliğinde adeta bir zirvedir.
Sonuncusu ise, bir öncekiyle bağlantılı olarak, feminist mücadeledeki en stratejik nedendir: Kadının arzusunun, hırsının, taleplerinin ve düşüncelerinin salt ona ait olan ve benliğini kuran yegâne şeyler olduğu gerçeği. İstemedikçe paylaşmayacağı, ilmek ilmek inşa ettiği, süslediği, derinleştirdiği, süzdüğü sırları. Bundan daha ele geçirilemez şey var mı? Sınırları hep erkeklerin belirlediği, kadınların belirlediği sınırların da her daim erkekler tarafından aşılmaya çalışıldığı erkeklik düzeninde, sınırlarını özgürce çizebildiğimiz ve en kolay koruyabildiğimiz şey zihnimiz, zihnimizde bize ait olan tek şey sırlarımız değil mi? Evet, erkeklerin de korumaya çalıştıkları benlikleri var, bazen kadınlar tarafından açığa vurulması istenen sadece onlara ait olabilen sırları var ama zaten her şey onlara ait değil mi? Bizimki bir nevi kurtarılmış toprak, kazanılmış mevzi, benliğimizde kendimize ait bir oda.
Ezcümle, feminist mücadelede başkalarının bizim için tanımladığı toplumsal, mekânsal, bedensel sınırları aşmaya, kendi belirlediğimiz sınırları korumaya devam edeceğiz. Fakat, mücadelede savunma, saldırı, soluklanma için kullanacağımız zihinsel sınırlarımızı kendimiz çizeceğiz. Becerebilirsek evimizde, beceremezsek benliğimizde bir oda inşa edeceğiz. O odada istediğimizi düşüneceğiz, arzulayacağız, amaçlayacağız, hedefleyeceğiz. Zihnimizden geçenleri kendimize ait sırlara dönüştüreceğiz. Kısacası, yalnızca kadına ait tek şey olan sırlarımızı olsun tahakküm altına almanıza izin vermeyerek başlayacağız mücadeleye. Çünkü koca/sevgili/baba/abi vs. olarak zihnimizden geçen her şeyi bilmeye hakkınız yok, artık o kadarına hakkınız yok!
İster içinde ol çemberin ister dışında
Yok bir fark
Çünkü sen çizmedin sınırları
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖