Mart Sinem Yıldız 13 Mart 2025
*Sovyetler etkisinde açılan kreşlerden ilkokul ve liseye uzanan eğitim hayatını Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nde geçiren annemin hikâyelerini dinleyerek büyüdüm. Bu yüzden, yazının görseli olarak Sovyetler’de bir kreşte “çiş zamanı”nı gösteren bu fotoğrafı seçmek istedim; çünkü annemin anlattıkları, belleğimde yalnızca birer nostaljik hatıra değil, aynı zamanda günümüz somut sosyalist feminist politikalarını tasavvur etmede bir kanıt niteliğinde.
Giriş
Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi, yalnızca kadınların ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına erişimini sağlamayı değil, aynı zamanda toplumsal yeniden üretim süreçlerini dönüştürmeyi de içerir; hatta içermek ile yükümlüdür. Buradan hareketle kadınların çalışma yaşamına katılımını kolaylaştıran ve toplumsal cinsiyet rollerini yeniden şekillendiren kreş, gündüz bakım evi gibi hizmetlerin kamusallaştırılması, feminist politikalar geliştirmek açısından önem arz ediyor. Ancak özellikle geçtiğimiz aylarda konuşulan, Türkiye’de belediyelerin kreş açma yetkisine yönelik tartışmalar, bu konuda politik bir gerilimin olduğunun da işareti. 2024 yılının Kasım ayında, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın yayımladığı bir yazıyla, belediyelere bağlı kreşlerin eğitim öğretim faaliyetinde bulunmasının yasaya aykırı olduğu belirtilmişti.1 Elbette bu haber, belediye kreşlerinin kapatılabileceği endişesini doğurdu ve kamuoyunda geniş yankı uyandırdı.
Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, yazının yalnızca anaokullarıyla ilgili olduğu ifade edilse de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve CHP lideri Özgür Özel gibi isimler, bu açıklamayı–e zaten olması gerektiği gibi– siyasi bir hamle olarak değerlendirdi. Benim öne sürdüğüm ise bu tartışmaların asıl odak noktası; devletin toplumsal yeniden üretim süreçlerindeki sorumluluğu ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasındaki rolüdür. Yani artık tartışmayı, ev içinde kadınlar tarafından sağlanan toplumsal yeniden üretimin kamusallaşmasına yönelik sosyal politika hamlelerini, “devlet kimin için var?” sorusu ekseninde ele alarak yürütmeliyiz.
Türkiye’de 150’den fazla kadın çalışanı olan özel sektör işletmelerine ve kamu kurumlarına kreş açma zorunluluğu getirilmiş olsa da2 bu yasal düzenleme büyük ölçüde uygulanmıyor. Örneğin, 2008 yılında yaklaşık 500 olan kamuya bağlı kreş sayısı, 2016’da 56’ya düşmüştür.3 Bu durum, kadınların çalışma yaşamına katılımını güçleştirirken –güçleştirmek de ne kelime, doğrudan engellerken– kadınların üzerindeki bakım yükünü daha da artırmaktadır. Ancak bu “yönetmeliğin fiiliyatta uygulanmaması” örneğinde de görüldüğü gibi, bir taraftan bu esasları belirlemede devletin rolü etkiliyken, fiili düzlemde, özellikle özel sektör iş yerlerinde bu hukuki düzenlemenin uygulatma kapasitesinin olmadığı görülür.
Kreş hizmetlerinin kamusal bir sorumluluk olarak görülmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği gözetilerek erişim koşullarının düzenlenmesi, feminist bir devlet yaklaşımının çerçevesini çizmek açısından önemli. En azından ben bu somut örnekten yola çıkarak “sosyalist feminist” bir devlet imkânını, biraz da sorular ortaya koyarak, aramayı hedefliyorum. Son olarak ise bu denkleme, aynı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın yayımladığı yazıya gelen tepkilerde olduğu gibi, devlet kurumları tarafından verilen bir kararı “durdurma” yetisini de eklemek gerekir. Ancak çok dağıtmamak adına, bu yazı kapsamında bunun sadece denklemde bir etken olduğunu akılda tutarak devam edebiliriz.
Coşku Çelik’in Felaket Kapitalizmi, Kadın Emeği ve Sınıf Mücadelesi adlı yazısında da belirttiği gibi kadınların tahakküm altına alınması yalnızca patriyarkal bir baskı biçimi değil, aynı zamanda sermayenin bir sınıf stratejisidir ve bu durum, özellikle Türkiye’de yaşanan “bakım krizi”nde açıkça gözlemlenebilir 4 Çelik, devletin, bakım hizmetleri ve toplumsal yeniden üretim alanlarındaki rolünden büyük ölçüde çekilerek, bu sorumlulukları kadınların ücretsiz emeğine devrettiğini, kadınların bakım rollerini üstlenmeye rıza göstereceğine, bunu kabul etmeyenlerin evdeki erkekler tarafından zor yoluyla denetleneceğine güvendiğini, bakım hizmetlerinden geri çekilerek kapitalist ve patriyarkal “rıza ve zor” dinamiklerini pekiştirdiğini de ekler. Sonuç olarak bu durum, kadınlar için hem ücretsiz emek sömürüsünün artmasıyla hem de ücretli işe katılım olanaklarının kısıtlanmasıyla sonuçlanarak “çifte baskı” oluşturuyor. Kadınların ekonomik olarak erkeklere giderek daha bağımlı hale gelmesi de kadına yönelik erkek şiddetiyle sonuçlanan bir sarmal yaratıyor. Bu bağlamda, bakım krizinin patriyarkal ve kapitalist yapının ortaklaşa ürettiği bir toplumsal yeniden üretim sorunu olduğunu görmek gerek. Toplumsal yeniden üretim krizi, kadın emeğiyle kapatılamayacak kadar derinleştiğindeyse, kapitalist sistemin çelişkileri hiç olmadığı kadar gün yüzüne çıkıyor; aynı pandemi sürecinde gördüğümüz gibi5.
Bu yazı kapsamında kadın emeğinin toplumsal yeniden üretimdeki yerini tartışırken, ayrı bir “kadın sınıfı” olup olmadığını ve buradan feminist bir devlet tahayyülüne giden yolu “buldurmayı” amaçlıyorum. Şüphesiz Silvia Federici’nin patriyarkal kapitalizmin sürdürülebilirliği için kadın emeğinin başat rolüne dair analizleri, bu çalışma için önemli bir zemin sunuyor. Çünkü Federici’ye göre, ilksel birikim süreçleri yalnızca kapitalizmin tarihsel başlangıcında değil, günümüz ekonomik düzeninde de kadın emeğinin sömürülmesiyle yeniden üretiliyor. Nancy Fraser ise neoliberalizmle birlikte devletin toplumsal yeniden üretim süreçlerinden çekilmesinin, kadın emeği üzerindeki yükü artırdığını savunur. Fraser’ın toplumsal yeniden üretim çelişkisi kavramı da feminist devlete yönelik tartışmalar için önemli bir teorik zemin yaratıyor. Bunun yanında “devletin ne”liği ve “kimin için”liği tartışmalarının mihenk taşlarını döşemiş olan Nicos Poulantzas’a -özellikle devletin sınıftan göreli özerkliği kavramı çerçevesinde- ve Bob Jessop’a -stratejik ilişkisel devlet yaklaşımı bağlamında- uğrayacağız.
Kadın Emeği, Toplumsal Yeniden Üretim ve Devletin Patriyarkal Yapısı
Toplumsal yeniden üretim, genelde kapitalizmin üretim ilişkileriyle sınırlı bir çerçevede ele alınsa da feminist teoriler bu sınırlılığı şiddetle eleştirmiştir. Silvia Federici, Caliban ve Cadı (Caliban and the Witch, 2004) adlı eserinde, üretim sürecinin bir yanında yer alan ilksel birikimin, diğer yanda toplumsal yeniden üretimi şiddet yoluyla organize ettiğini vurgular. Federici’ye göre, üretim ile yeniden üretim arasındaki çatışma, kadın emeğinin patriyarkal düzen içindeki yerini anlamak için bir kuramsal altyapı sunar. Federici, ilksel birikimin yalnızca kapitalizmin “şafak vaktine” özgü olmadığını, aksine bu birikimin patriyarkal üretim ilişkilerinin devamını sağladığını belirtir. Bu bağlamda patriyarkal kapitalizm, kadın emeğinin evde karşılıksız bir biçimde kullanılmasını hem ekonomik hem de toplumsal bir norm olarak yerleştirir. Federici’nin bu “müdahalesi”, Christine Delphy’nin “eviçi üretim tarzı” (domestic mode of production) kavramıyla bir paralellik taşır. Delphy’ye göre, kadınların ev içindeki emekleri, kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız bir patriyarkal düzenin sonucudur ve kadının görünmez, ücretsiz emeği ekonomik ve toplumsal düzenin sürdürülebilirliği açısından merkezi bir rol oynar.
Nancy Fraser’ın Fortunes of Feminism: From State-Managed Capitalism to Neoliberal Crisis (2013) ve Feminism, Capitalism, and the Cunning of History (2012) adlı eserleri, toplumsal yeniden üretim ve kadın emeği tartışmalarının bazı önemli uğraklarındandır. Fraser, feminist hareketin, kapitalizmin üç dönemiyle paralel bir gelişim gösterdiğini söyler: Refah kapitalizmi döneminde, ikinci dalga feminizm, kadınların ev içi rollerine odaklanmış, ekonomik bağımsızlık ve eşit haklar mücadelesi yürütmüştür. Bu dönemde, “kişisel olan politiktir” şiarıyla kadınların özel alan deneyimlerini politik bir mesele olarak tanımlayan feministler, devletin androsentrik yapısını eleştirerek toplumsal cinsiyet rollerini dönüştürmeyi hedeflemiştir (Fraser, 2012). Neoliberal dönemde ise feminizm, bireycilik, girişimcilik ve esneklik gibi neoliberal değerlerle eklemlenmiştir. Fraser, bu dönemde feminizmin ekonomik eşitlik mücadelelerinden uzaklaşıp kimlik siyaseti ve kültürel tanınma politikalarına odaklandığını da ekler. Bu kayma, neoliberalizmin sosyal eşitlik karşıtı söylemleriyle örtüşerek feminist hareketin sistem eleştirisi niteliğini zayıflatmıştır (Fortunes of Feminism, 2013; Feminism, Capitalism, and the Cunning of History, 2012). Kapitalizmin kriz döneminde ise feminist hareketin hem ekonomik hem de kültürel adaleti kapsayan yeni bir radikal yönelim geliştirme potansiyeli bulunmaktadır. Fraser, bu dönemde feminizmin toplumsal yeniden üretim ve sosyal eşitsizlikler konularını merkeze alarak piyasa ve toplumsal koruma arasındaki gerilimleri yeniden yapılandırması gerektiğini öne sürer (Fraser, 2012; 2013). Bu süreçte feminist idealler, kapitalist sistemin araçlarına dönüşmüş ve toplumsal cinsiyet eşitliği, ekonomik eşitsizliklerin kökten çözümünden ziyade bireysel başarı hikayelerine indirgenmiştir. Fraser, neoliberalizmin feminist idealleri nasıl dönüştürdüğünü tartışırken, toplumsal yeniden üretim krizine ise özel bir vurgu yapar. Neoliberal birikim süreciyle birlikte devletin toplumsal yeniden üretimden çekilmesi, bu sorumluluğun ailelere ve özellikle kadınlara yüklenmesine neden oldu. Bu, kadın emeğini hem daha da silikleştirdi hem de kadın emeği sömürüsünü artırdı. Fraser, bu bağlamda, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini anlamak için ekonomik yeniden dağıtım ile kültürel tanınma politikalarını birleştiren bütüncül bir yaklaşımın gerekliliğini savunur. Feminizmin yalnızca kimlik politikalarına odaklanarak ekonomik eşitsizlikleri göz ardı etmesini eleştiren Fraser, adalet mücadelesinin tanınma ile yeniden dağıtımı birleştiren bir perspektif üzerine inşa edilmesi gerektiğini belirtir.
Guy Standing’in Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf (2011) adlı eseri, prekaryayı ayrı bir sınıf kategorisi olarak tanımlamak için geliştirdiği metodoloji, kadın emeğinin güvencesizliğini ve kırılganlığını anlamak için “değerlendirilebilir”. Standing, prekaryayı iş güvencesizliği, düşük ücretler, esnek çalışma koşulları ve sosyal hakların eksikliğiyle tanımlanan bir grup olarak ele alır. Bu özellikler, kadınların emeğine dair feminist analizlerle önemli ölçüde örtüşmektedir. Kadınlar, genellikle esnek çalışma koşulları altında, yarı zamanlı veya geçici işlerde istihdam edilmekte ve düşük ücretler karşılığında çalışmaktadır. Bu durum, Standing’in metodolojisindeki ekonomik güvencesizlik ve sosyal hakların erozyonu kavramlarıyla doğrudan ilişkilidir. Standing ayrıca prekaryanın, eğitimli bireylerden oluştuğunu ancak vasıflarına uygun işlerde çalışamadığını vurgular (kültürel ve eğitimsel ayrışma). Kadınlar arasında bu durum, özellikle yüksek eğitim almış ancak bakım emeği veya cinsiyetçi iş bölümü nedeniyle düşük statülü işlere sıkışmış bireylerde sıkça görülmektedir. Bunun yanı sıra, prekarya üyelerinin kimlik ve aidiyet sorunları yaşadığını belirten Standing, bu grubun politik kırılganlığını da vurgular. Kadınlar açısından, toplumsal cinsiyet rolleri ve ekonomik bağımlılık, bu aidiyet sorunlarını daha da derinleştirir. Yani Standing’in prekarya kavramına feminist bir “müdahale” edildiğinde, kadınların kapitalist üretim ilişkileri içinde yaşadığı çok katmanlı sömürüyü analitik olarak kategorize etmek mümkün olur. Yani kadınların emeği, yalnızca ücretli işler üzerinden değil, aynı zamanda ücretsiz bakım emeği ve sosyal yeniden üretim süreçleri üzerinden de değerlendirilmelidir. Bu demek değildir ki, prekarya kavramı, her şeyin anahtarı. Ancak burada analitik çözümleme yapmak açısından potansiyelinin değerlendirilebileceğini vurgulamak istiyorum. Öte yandan, Nancy Fraser’ın toplumsal yeniden üretim çelişkisi kavramı, kadın emeğinin kapitalist sistemdeki merkezi rolünü tarifler. Fraser, kadınların bakım emeği ve ücretsiz iş yükü ile kapitalist krizlerin çözümlenmesinde oynadığı rolü sorgular ve toplumsal yeniden üretimin kamusallaştırılmasının gerekliliğini savunur. Toplumsal Yeniden Üretim Yaklaşımı (TYÜ), Marksist işçi sınıfı tanımına önemli bir “düzeltme” ve genişletme getirir. Marksizm, işçi sınıfını üretim araçlarının mülkiyetinden koparılmış, dolayısıyla yaşamını sürdürebilmek için emek gücünü sermayeye ücret karşılığı satan bireylerle sınırlarken TYÜ, bu sınırlı tanımın, kapitalizmin karmaşık işleyişini ve işçi sınıfının heterojen yapısını kavramakta yetersiz kaldığını savunur.
Susan Himmelweit’in Marksist teoriyi yeniden üretim kavramı üzerinden feminist bir eleştiriyle ele alarak üretim odaklı analizlerin insanın yeniden üretimini göz ardı ederek toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yeterince açıklayamadığını söyler. Himmelweit, Marksist literatürde yeniden üretim kavramının, kapitalist sınıf yapılarının ve üretim ilişkilerinin devamlılığına odaklandığını belirtirken, özellikle kadınların ev içi emeği gibi insanın yeniden üretimi süreçlerinin bu analizde ihmal edildiğini vurgular. İnsanın yeniden üretimi, yalnızca biyolojik süreçlerle değil, aynı zamanda çocuk yetiştirme, sosyalleşme ve sınıfsal pozisyonların aktarımıyla toplumsal bir muhtevaya da sahiptir. Ancak Himmelweit’e göre Marx ve Engels, bu süreçleri toplumsal bir dinamik yerine doğalcı bir çerçevede ele alarak sınırlı bir perspektif sunmuştur. Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni eserinde, modern ailenin özel mülkiyetin aktarımı için geliştiğini öne sürse de bu analiz toplumsal cinsiyet ilişkilerinin tarihsel dinamiklerini açıklamakta yetersiz kalmıştır. Üstelik, hem yetersiz hem de “orada” kalmıştır.
TYÜ yaklaşımı, ev içi emeğin ve ücretsiz emek biçimlerinin kapitalist sistemin temel çelişkilerini derinleştiren unsurlar olduğunu öne sürer (Bhattacharya, 2017). Üretim araçlarına sahip olmayan, ancak emeğini farklı biçimlerde sunan bireyleri işçi sınıfının bir parçası olarak gören TYÜ, sınıf mücadelesini yalnızca işyerine değil, yaşamın tüm alanlarına taşır. Ev içi emek, ücretsiz bakım emeği ve toplumsal yeniden üretim süreçleri, kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülebilirliği için hayati öneme sahiptir. Özetle, Himmelweit ve TYÜ yaklaşımı, Marksist analizin toplumsal yeniden üretimi göz ardı etmesinin, kadınların toplumsal ve ekonomik sömürü biçimlerini yeterince açıklayamadığını ortaya koymuştur. Bu yaklaşım, sınıf analizini yeniden üretim süreçlerini de içerecek şekilde genişleterek, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin ve kapitalist sistemin bütüncül bir eleştirisini mümkün kılar.
Kadınlar, tarih boyunca toplumsal üretim ilişkilerinde ikincil bir konumda yer almıştır. Sanayi devrimiyle birlikte kadın emeği, düşük ücretli işler ve ev içi emekle sınırlı kalarak toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini daha da derinleştirmiştir. Neoliberal dönemde ise kadınların hem piyasaya uyum sağlamaları hem de artan bakım yüklerini üstlenmeleri beklenmiştir. Bu çelişkili durum, feminist hareketin toplumsal yeniden üretimi merkeze alan bir strateji geliştirmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Tam bu noktada Maria Mies’in “buzdağı” metaforu, kapitalist ekonominin görünen yüzünün, kadınların ücretsiz emeği ve görünmez çabalarıyla desteklendiğini hatırlatır. Kadın emeğinin görünür kılınması, ancak kreş, bakım hizmetleri ve diğer toplumsal yeniden üretim süreçlerinin kamusal bir sorumluluk olarak kabul edilmesiyle mümkündür (Mies, 1986).
Bir yandan Nancy Fraser, devletin refah politikalarının ataerkil yapısını ve kadınları “bağımlı” olarak konumlandıran söylemlerini de eleştirir. Fraser’a göre bu politikaların dönüştürülmesi yerine, feminist bir devlet vizyonunun geliştirilmesi gereklidir (Fortunes of Feminism, 2013). Fraser ayrıca, Karl Polanyi’nin “çifte hareket” teorisini geliştirerek, piyasa dinamikleri ve toplumsal koruma arasında bir denge kurmayı değil, bu ikisine “emansipasyon” (özgürleşme) boyutunu eklemeyi önermektedir. Fraser’ın “Üçlü Hareket Modeli” olarak adlandırdığı bu yaklaşım, feminist mücadelenin hem piyasa egemenliğine hem de toplumsal korumanın hiyerarşik ve dışlayıcı yönlerine karşı çıkmasını savunur (Feminism, Capitalism, and the Cunning of History, 2012). Fraser, adaletin üç boyutlu yapısını açıklar: Dağıtım: Ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi; Tanınma: Kültürel farklılıkların ve statü eşitsizliklerinin tanınması; Temsil: Demokratik temsilde adaletsizliklerin giderilmesi ve herkesin katılım hakkının sağlanması. Fraser, ayrıca “evrensel ekmek kazanan” ya da “bakıcı eşitliği” modellerinin yetersiz olduğunu savunarak hem kadınlar hem de erkekler için bakım emeği ve ücretli çalışmanın dengede olduğu bir toplumsal düzen öngören “Evrensel Bakıcı Modeli”ni önermektedir. Bu model, toplumsal cinsiyet eşitliği için yapısal bir dönüşümün önemine işaret eder (Fraser, 2013). Özetle, toplumsal yeniden üretim ve kadın emeği arasındaki ilişki -ve doğrudan kendileri- kapitalist sistemin sürdürülebilirliği için adeta bir önkoşuldur. Feminist teoriler, bu ilişkiyi sorgularken, aynı zamanda kapitalizmin ekonomik ve toplumsal krizlerine çözüm üretme potansiyelini de ortaya koyar. Nancy Fraser’ın vurguladığı gibi, feminist hareketin kapitalizmle olan ilişkisini yeniden düşünmesi ve toplumsal yeniden üretimi merkeze alan bir mücadele hattı oluşturması gereklidir.
Toplumsal yeniden üretim yaklaşımları, feminist teorinin patriyarkal devlet yapısını analiz etmesi için oldukça verimli bir zemin yaratır. Nicos Poulantzas’ın özerk devlet kuramına bakacak olursak, bu tartışmalar için önemli bir alan açtığını görebiliriz. Poulantzas, devletin belli bir sınıfın çıkarlarına doğrudan hizmet eden bir aygıt olmadığını, aksine toplumsal çelişkiler içinde özerk bir rol oynadığını ileri sürer. Bu özerklik, devletin çoklu sınıf fraksiyonları arasındaki çıkarları dengeleme kapasitesini ifade eder. Tabii ki feminist teorisyenler, Poulantzas’ın devletin patriyarkal yapısına yeterince odaklanmadığını da eklerler. Bence Silvia Federici’nin kapitalist patriyarka eleştirisi tam da bu noktada devreye girer. Federici’ye göre devlet, patriyarkal ücretsiz emek ilişkilerini kurumsallaştırarak kapitalist düzenin sürekliliğini sağlamaktadır (Federici, 1975).
Annette Kuhn ve Ann Marie Wolpe, feminist devlet tartışmalarına Marksist analizle derinlik kazandırır. Kuhn ve Wolpe’a göre, devletin ataerkil yapıları ve kapitalist ekonomik sistemleri pekiştirme işlevi feminist analizlerde merkezi bir yer tutmalıdır (Kuhn ve Wolpe, 1978). Onlar da toplumsal yeniden üretimin, yalnızca biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin yeniden üretimini de kapsadığının altını çizmiştir. Bu bağlamda kadın emeği, kapitalist sistemin temel dayanaklarından biridir. Örneğin, çocuk bakımından yaşlı bakımına kadar uzanan sorumluluklar, kadınların ekonomik bağımsızlığını sınırlarken patriyarkanın yeniden üretimini sağlamaktadır (Beechey, 1977). “Kadın sınıfı” kavramı, Kuhn ve Wolpe’nin bu bağlamdaki en önemli -ve tartışmalı- katkılarından biridir. Kadınların ekonomik ve toplumsal pozisyonlarını belirleyen yapısal dinamiklere dikkat çeken bu kavram, kadınların hem üretim hem de toplumsal yeniden üretim alanlarındaki emek sömürüsünü açıklamayı hedeflemiştir. Bu yaklaşıma göre kadınların sınıfsal konumları yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ev içi emeğe dayalı toplumsal rollerle de şekillenmektedir. Feminist bir devlet anlayışı ise bu rollerin dönüştürülmesi ve kadınların toplumsal eşitliğinin sağlanması için gereklidir.
Bir yandan Bob Jessop’un devletin toplumsal üretim ve yeniden üretim üzerindeki etkisini, hegemonik projeler ve birikim stratejileri bağlamında ele alması, feminist teori ile eleştirel bir yaklaşımla değerlendirilebilir. Feminist eleştiriler, Jessop’un devletin yeniden üretim süreçlerindeki rolünü analiz ederken, toplumsal cinsiyet dinamiklerini ve kadın emeğinin görünmezliğini yeterince vurgulamadığını savunur. Devletin, kadın emeğini metalaştırma ve özelleştirme süreçlerindeki aktif rolü, yeniden üretim yükünü kadınların omuzlarına bırakarak toplumsal eşitsizlikleri derinleştirir. Feminist teoriye göre, devletin bu süreçteki stratejik işlevi, yalnızca üretim ve yeniden üretim arasındaki çelişkileri dengelemekle sınırlı kalmaz; aynı zamanda kadınların toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirir ve sömürüye dayalı sistemleri yeniden üretir. Ancak bu dengenin sağlanmasında, kadın emeğinin metalaştırılması ve özelleştirilmesi önemli bir yer tutar. Susan Himmelweit’in Reproduction and the Materialist Conception of History: A Feminist Critique başlıklı çalışması da bu bağlamda yeniden ele alınabilir. Himmelweit, Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışını feminist bir perspektiften ele alarak, üretim ve toplumsal yeniden üretim kavramlarını incelemişti. Tekrara düşmek pahasına; Himmelweit’e göre, Marx’ın “yeniden üretim” kavramı, toplumsal sistemlerin ve özellikle sınıf yapılarının sürekliliğini sağlama bağlamında kullanılmıştır ancak Marx’ın analizlerinde insanın yeniden üretimine, yani bireylerin doğumu ve toplumsal rollere hazırlanması süreçlerine yeterince yer verilmemiştir (Himmelweit, 2006). Bu eksiklik, toplumsal cinsiyet farklılıklarının ve bunlar üzerindeki mücadelelerin anlaşılmasında yetersizliklere yol açar. Feminist eleştiriler, bu boşluğun toplumsal yeniden üretim süreçlerinin tarihsel analizlere dahil edilmesiyle doldurulabileceğini vurgular. Himmelweit, bu tür bir genişlemenin, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini anlamak için gerekli olduğunu belirtir.
Himmelweit’in çalışması, Marksist geleneğin içinde kalarak insanın yeniden üretimine daha fazla önem veren bir analizin nasıl şekillenebileceğini de tartışır. Marx’ın ve Engels’in insanın yeniden üretimi konusundaki tutumlarının belirsiz olduğunu belirten Himmelweit, onların yöntemlerini tanımlarken bu konuya önem verdiklerini ancak analizlerinde yeterince yer vermediklerini ifade eder. Varda Burstyn’in“Masculine Dominance and the State” başlıklı çalışması da bu bağlamda değerlidir. Burstyn, devletin tarafsız bir yapı olmadığını, erkek egemen normları pekiştiren bir araç olarak işlev gördüğünü savunur (Burstyn, 1983). Devlet, erkek egemenliğini kurumsallaştırarak ataerkil yapıların sürekliliğini sağlar. Özellikle hukuki ve idari mekanizmalar, kadınların ekonomik, politik ve toplumsal olarak dezavantajlı konumlarını pekiştirir. Burstyn’in analizine göre, kapitalizm ve ataerkillik, sınıfsal ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini derinleştiren bütünleşik yapılar olarak işlev görür.
Burstyn ayrıca feminist ve Marksist perspektiflerin bütünleştirilmesinin önemine dikkat çeker. Feminist hareketlerin sadece devlet politikalarına değil, devletin kurumsal yapılarına da meydan okuması gerektiğini vurgularken -bana kalırsa- Burstyn’in bu yaklaşımı, devletin yapısal dönüşümüne yönelik feminist taleplerin altını kalınca çiziyor. Susan Himmelweit ve Varda Burstyn gibi teorisyenlerin, devletin patriyarkal yapısının ve toplumsal yeniden üretim süreçlerinin de daha derinlemesine anlaşılmasını sağlayan çalışmaları feminist bir devlet tahayyülünün sadece teorik değil, aynı zamanda pratik düzeyde de mümkün olduğunu ortaya koyması açısından epey kıymetli.
Kreş, Özerklik ve Feminist Devlet Tahayyülü
Şimdi biraz kamusal kreşler meselesine doğru gelelim -ama yine dağılma hakkını da sabit tutarak. Önce bu bölüm için zihnimizi meşgul edecek birkaç soru yönelteyim: Devletin çocuk bakımı hizmetlerini üstlenmesi, toplumsal cinsiyet rollerinin dönüşümü için bir araç olabilir mi? Yoksa bu hizmetler, kadın emeğinin özelleştirilmesi ve piyasa ilişkilerine tabi kılınması için bir bahane mi oluşturur? İlk cevap Christine Delphy’den geliyor: Kreş gibi hizmetlerin özelleştirilmesi, patriyarkal sömürü mekanizmalarını yeniden üretir, diyor. Delphy’ye göre kamusal alanın özelleştirilmesi, toplumsal yeniden üretim emeğinin piyasaya tabi kılınması anlamına gelirken bu aynı zamanda kadınların emeğinin daha düşük maliyetlerle sömürülmesine yol açar. Bu noktada Silvia Federici’nin çağrısı -ve cevabı- toplumsal yeniden üretimin piyasa mantığından çıkarılarak toplumsallaştırılması gerektiği üzerinedir. Catharine A. MacKinnon ise feminist bir devlet tahayyülü bağlamında, devletin toplumsal cinsiyet hiyerarşisini nasıl kurumsallaştırdığını tartışır. MacKinnon’ın yanıtı da özetle şöyleydi; devlet, erkek egemenliğinin bir yansımasıdır ve yasalar bu egemenliği pekiştiren araçlar olarak işlev görür. Özellikle kürtaj, pornografi ve tecavüz gibi konularda devlet politikalarının kadınların aleyhine işlemesi, devletin tarafsız olmadığına dair somut örnekler sunar (MacKinnon, 1989). Şimdi, kreş gibi sosyal politikaların feminist bir dönüşümle nasıl farklılaştırılabileceği sorusunu yeniden ele alalım: Feminist bir devlet tahayyülü, bu tür sosyal hizmetlerin yalnızca uygulama biçimlerini değil, aynı zamanda bu hizmetlerin tasarlandığı toplumsal cinsiyet normlarını da dönüştürmeyi gerektirir. Coşku Çelik’in toplumsal yeniden üretim perspektifinden ele aldığı “felaket kapitalizmi” analizi ise kreş politikalarının neoliberal bağlamda nasıl ele alınması gerektiği konusunda önemli fikirler ortaya atıyor. Çelik’e göre, neoliberalizm, devletin toplumsal yeniden üretim alanlarından çekilerek kadın emeğinin özelleştirilmesini ve güvencesizleştirilmesini derinleştirmektedir (Çelik, 2023). Kreş hakkı, bu bağlamda, kadın emeğini piyasa dinamiklerinden koruyarak toplumsallaştırılmalı ve kolektif bir dayanışma aracı haline getirilmelidir. Bunu da en başındaki soruma bir diğer yanıt olarak düşünebiliriz. Bu durum, kadınların ekonomik bağımlılıklarını artırırken, bakım yüklerini daha da ağırlaştırır.
Aslında “kadınlara özgülenen ev içi bakımı durduruyoruz, dünyayı durduruyoruz” şiarıyla hareket eden feminist grevler de bu dönüşüm için bir mücadele alanı olarak değerlendirilebilir. Çelik, feminist grevlerin “bakım grevi” boyutuna dikkat çekerken kadınların yalnızca üretim değil, aynı zamanda yeniden üretim süreçlerinde de vazgeçilmez roller üstlendiğini vurgular (Çelik, 2023). Polonya’daki Siyah Protesto ve İspanya’daki feminist grevler, kadın emeğinin hem ücretli hem de ücretsiz boyutunu görünür kılmayı hedefleyen önemli örneklerdir. (Arruzza, Bhattacharya ve Fraser, 2019). Bu tür grev ve protestolar, sadece ücretli emeğin değil, bakım emeği ve toplumsal yeniden üretimin sömürüldüğünü de görünür kılarak, geleneksel sınıf mücadelesi anlayışını genişletir ve feminizmi tüm toplumsal kesimleri kapsayan bir mücadele olarak yeniden tanımlar. Maria Mies’in kapitalist üretim ve yeniden üretim ilişkilerini açıklamak için kullandığı -ve sevdiğim bir metafor olarak bir kez daha çağırdığım- “buzdağı” metaforu, kreş hakkının önemini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Mies’e göre, kapitalist ekonominin suyun altında kalan kısmı, kadınların ücretsiz ev içi emeği ve bakım emeği gibi görünmez süreçlerle desteklenir (Mies, 1986). Yani bize der ki; kreş hizmetleri yalnızca yüzeyde görünen bir politika değildir, bu hizmetlerin arkasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerin de çözülmesi gerekir.
Deniz Ay ve Coşku Çelik’in “Ölüm Üreten Bakım Açığı” başlıklı yazısı, neoliberal kapitalizmin toplumsal yeniden üretim krizini, kadın emeği ve bakım açığı bağlamında incelemektedir. Ay ve Çelik, neoliberal kapitalizmin kadın emeği üzerinden bakım yükünü hane içine devrederek ölümcül sonuçlar ürettiğini belirtir (Ay & Çelik, 2024). Bu durum, kreş gibi bakım hizmetlerinin evrensel bir hak olarak tanımlanması gerekliliğini bir kez daha vurgular. Nancy Fraser’ın toplumsal yeniden üretim çelişkisi, devletin bakım yükümlülüklerinden çekilmesiyle bu yükün kadınlara devredildiğini bize aktarmıştı. Kreş hakkı da bu bağlamda, devletin toplumsal yeniden üretim rollerini üstlenerek kadınların toplumsal hayata eşit katılımını sağlamada dönüştürücü bir potansiyel sunabilir. Bob Jessop’un stratejik ilişkisellik kavramı ise bu tür politikaların hegemonik projeler ve birikim stratejileri arasında nasıl bir denge oluşturabileceğini anlamak için bir alan yaratabilir (Jessop, 1990). Özetlemek gerekirse, feminist bir devlet tahayyülü, kreş hakkı gibi politikaların patriyarkal yapılar içinde nasıl işlediğini sorgulamayı ve bu yapıları dönüştürmeyi gerektirir. Ancak bu, yalnızca politikaların tasarımında değil, uygulama süreçlerinde de feminist bir yaklaşımın inşasını zorunlu kılar. Feminist devlet tahayyülü, kadın emeğinin özgürleşmesini ve toplumsal yeniden üretim süreçlerinin kolektif bir dayanışma ile düzenlenmesini içermelidir.
Feminist bir devlet tahayyülü, öncelikle devletin patriyarkal yapısının çözülmesini gerektirirken bu, devletin tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelmek zorunda değildir. Federici, kapitalist patriyarkanın yıkılmasının, toplumsal yeniden üretim emeğinin toplumsallaştırılmasıyla mümkün olabileceğini söylemişti. Ancak bu toplumsallaştırma, feminist öz-yönetim mekanizmalarıyla desteklenmek zorunda. Feminist bir devleti düşünmek, devletin hem patriyarkal hem de kapitalist yapısını çözümlemeyi ve dönüştürmeyi hedefleyen bir yapıyı düşünmek olmalı. Poulantzas, devletin yalnızca bir sınıfın çıkarlarını doğrudan temsil eden bir araç olmadığını, aksine sınıf çelişkilerini yönetmekte ve düzenlemekte göreli bir özerkliğe sahip olduğunu ileri sürmüştü. Bu özerklik, devletin toplumsal yeniden üretim süreçlerindeki rolünü yeniden düşünmek için bir fırsattır. Feminist bir perspektiften bakıldığında, devletin bu göreli özerkliği, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini dönüştürmeye yönelik politikaların uygulanabilirliğini tartışmak için de alan açar.
Poulantzas’ın devletin ideolojik ve ekonomik işlevlerine dair analizlerini genişletirsek; modern devletin burjuvazinin kısa vadeli çıkarları ile uzun vadeli çıkarları arasında bir denge kurarak kapitalist üretim ilişkilerini sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Ancak bu süreçte, devletin sınıf bilincinin manipülasyonu ve sınıfsal eşitsizliklerin gizlenmesinde oynadığı rol de önemlidir. Örneğin, vatandaşlık ve hukuki eşitlik gibi kavramlar, sınıfsal eşitsizliklerin üzerini örten ideolojik araçlar olarak işlev görür. Feminist bir bakış açısıyla bu durum, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin benzer şekilde görünmez kılındığı mekanizmaları sorgulamayı gerektirir. Çünkü aslında her kadın “seçme ve seçilme hakkı”na, çalışma hakkına, boşanma, miras alma hakkına sahiptir. Hatta bu “haklar” yasayla korunmaktadır da. Ancak yazının başında verdiğim örnekte olduğu gibi, 150’den fazla kadın çalışanın olduğu yerlerde kreş açma zorunluluğu, aslında uygulanmayan ve “rafta kalan” çok sayıda “haktan” biridir. Bunun yanında Poulantzas’ın devlete atfettiği zamansal işlev, feminist politikalar açısından da dikkate değerdir. Devlet, işçi sınıfına tanınan bazı haklar yoluyla (örneğin, çalışma saatlerinin düzenlenmesi veya asgari ücret politikaları) burjuvazinin uzun vadeli çıkarlarını koruma kapasitesine sahiptir. Feminist bir perspektiften, bu tür mekanizmalar, kadınların bakım emeği üzerindeki yüklerini azaltmaya yönelik politikalar geliştirmek için kullanılabilir. Ancak bu, yalnızca devletin patriyarkal yapısının çözülmesiyle mümkün olacaktır. Burstyn de özellikle hukuki ve idari mekanizmaların, kadınların toplumsal ve ekonomik dezavantajlarını nasıl pekiştirdiğini analiz eder. Burstyn’in analizine göre, devletin ataerkil yapısı, erkek egemen normları kurumsallaştırarak kadın emeği üzerindeki sömürüyü derinleştirir.
Delphy’nin “kadın sınıfı” analizine benzer şekilde Burstyn, kadınların “cinsiyet sınıfı” (gender-class) olarak ele alınabileceğini öne sürer ve bu kavramla kadınların emeklerinin erkekler tarafından sistematik olarak gasp edildiğini vurgular (Burstyn, 1983). Kadın emeği iki yönlüdür: üretken (gıda, giysi, barınak üretimi) ve yeniden üretken (çocuk doğurma, bakım emeği, yaşlı ve hasta bakımı). Erkeklerin bu emek gücü ve beden üzerindeki kontrolü, kadınların toplumsal alt sınıf olarak yapılandırılmasının temelini oluşturur. Burstyn’e göre, devlet, erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek için ekonomik ve politik düzenlemeleri şekillendiren bir araçtır. Çocuk bakım hizmetlerinin yetersizliği, kadın emeğinin değersizleştirilmesi ve siyasette erkeklerin hâkimiyeti, bunun somut göstergeleridir.
Sonuç kısmı ile yazımı tamamlamadan önce akışı kolaylaştıracak ve şu ana kadar yazdıklarımı birbirine bağlayacak bir özet geçmek gerekirse; Burstyn’in “cinsiyet sınıfı” kavramı, erkekler ve kadınlar arasındaki sistematik eşitsizliği sınıfsal bağlamda analiz ederek, toplumsal yeniden üretim süreçlerine yeni bir perspektif kazandırır. Feminist bir devlet, bu süreçlerin görünür kılınması ve yeniden örgütlenmesiyle mümkündür. Feminist değerlerin toplumsal ve politik organizasyona entegre edilmesi gerektiğini savunan Burstyn ve Federici, devletin patriyarkal yapısının çözülmesi için ortak bir mücadele zeminine işaret ederler. Poulantzas’ın yapısalcı devlet teorisi, devletin toplumsal çelişkileri dengeleme kapasitesine odaklanırken, feminist analizler bu kapasitenin toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini dönüştürme potansiyeline işaret eder. Margaret Benston kadınların özgürleşmesi için ekonomik yapıların dönüştürülmesi gerektiğini savunarak, feminist bir devlet tahayyülüne önemli bir ek getirmiştir. Benston, kadınların marjinal statüsünün temel nedenini ev içi emeğin piyasa dışı bırakılmasında bulmuş ve bu emeğin kamusallaştırılmasının kadınların kurtuluşu için temel bir adım olduğunu söylemiştir. Benston’un eleştirisi, Juliet Mitchell’in süper-yapısal faktörlere verdiği öncelik üzerine şekillenir. Mitchell, ev içi emeğin kamusallaştırılmasının kadınları özgürleştiremeyeceğini iddia ederken, Benston bu görüşe karşı çıkar ve ev içi emeğin kamusal alana taşınarak kolektif bir üretim alanına dönüştürülmesinin gerekli olduğunu savunur. Bu süreç, çocuk bakımı, yemek pişirme ve temizlik gibi işlerin profesyonel bir hizmet sektörü haline getirilmesini içerir. Ancak Benston, kapitalist sistem altında bu dönüşümün mevcut ekonomik dengeleri bozacağı için uygulanabilir olmadığını vurgular. Bu noktada, devletin patriyarkal ve kapitalist yapılarla mücadele edebilme kapasitesi feminist bir analizle yeniden ele alınır. Feminist bir devlet, yalnızca patriyarkal yapılarla değil, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkileriyle de mücadele etmeyi gerektirir. Benston’un analizine göre, kadınların özgürleşmesi için iki temel koşul vardır: kadınların ücretli işlerde eşit şekilde yer alması ve ev içi emeğin kamusallaştırılması. Bu ön koşullar, Poulantzas’ın devletin yeniden üretim süreçlerindeki rolüne dair vurgusuyla uyumlu bir şekilde, devletin toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayacak politikalar geliştirmesi gerektiğini gösterir. Feminist bir çerçevede, toplumsal yeniden üretim süreçlerinin düzenlenmesi ve kadınların ekonomik bağımsızlığını destekleyen sosyal politikaların uygulanması, kadının özgürleşmesi için başattır.
Sonuç (Yerine)
Kamusal kreşlere yönelik son yıllarda artan baskı ve yetki sınırlamaları, devletin toplumsal yeniden üretim alanındaki rolünü sosyalist feministler açısından yeniden tartışmaya açtı; ya da açmalı. Bu müdahaleler, sadece kadınların emeğini görünmez kılan patriyarkal düzenin bir uzantısı değil, aynı zamanda neoliberalizmin devletin sosyal sorumluluklarını daraltarak bireysel hanelere devretme stratejisinin de bir yansıması ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde de mühim bir yol ayrımına işaret ediyor: Kreş hakkı gibi sosyal politikalar, devletin kamusal sorumluluğunu genişleten bir mücadele hattı mı olacak, yoksa kadın emeğinin özelleştirilmesini pekiştiren bir araç olarak mı kalacak?
Belediyelerin kreş açma yetkilerinin sınırlandırılması, devletin toplumsal yeniden üretim süreçlerinden sistematik bir şekilde geri çekilmeyi planladığının ve kadınların bu alandaki yükünün daha da ağırlaşacağının bir göstergesi. Bu süreçte, “aile yılı” gibi ideolojik kuşatmalarla, bakım emeği bir kez daha hane içine hapsedilmeye çalışılıyor. Ancak bu yalnızca kadınları ekonomik ve toplumsal olarak marjinalize etmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı ve kamusal sorumluluk anlayışını da zayıflatıyor. Bu noktada, devletin toplumsal yeniden üretimdeki sorumluluğuna dair taleplerin, bir hak mücadelesi olmanın ötesinde, daha geniş bir sistem eleştirisiyle ilişkilendirilmesi gerek.
Kadın emeği ve toplumsal yeniden üretim, kapitalist ve patriyarkal sistemlerin en sıcak kesişim noktasında duruyor. Bu iki sistemin işleyişi -hatta sadece bir yüzlerinde kesiştikleri iki farklı sistem olarak ifade etmek de tam anlamıyla doğru olmaz- toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl şekillendiğini ve yeniden üretildiğini anlamamız için kilit bir yer tutuyor. Bu konunun, hem teorik olarak hem de güncel politik alanda doğrudan etkileri olduğunu görebiliyoruz. Devlet, patriyarkal ve kapitalist dinamikler arasında bir denge kurmaya çalışan bir mekanizma olarak hem baskı oluşturan hem de düzeni sağlayan bir rolde. Feminist bir devlet tahayyülü için ise, toplumsal yeniden üretimin kamusallaştırılması ve cinsiyet rollerinin kökten dönüşmesi için nasıl bir yol izlenebileceğini sorgulamamızı gerektiriyor.
Poulantzas’ın devletin özerkliği üzerine yaptığı analizler, bireysel kapitalist çıkarlarla kolektif kapitalist çıkarlar arasındaki gerilimi ele alarak, neoliberal politikaların toplumsal yeniden üretim üzerindeki etkilerini tartışmak için daha verimli bir alan açabilir. Jessop’un hegemonik projeler ve birikim stratejileri gibi kavramları da devletin patriyarkal yapısını anlamamızı kolaylaştıracak bir bağlam sunuyor. Ancak bu yazının odağına daha fazla dağıtmamak açısından, devletin özerkliği ve hegemonik projeler üzerinden patriyarkal kapitalizmin örgütlenme biçimlerine dair daha detaylı bir çalışma ayrı bir tartışma alanı olarak ele alınabilir.
Kreş hakkı meselesi de sadece kadın emeğinin özgürleşmesiyle ilgili değil, feminist bir sosyal politikanın nasıl şekillendirileceğiyle de bağlantılı. Burada benim önerim, kreş hakkının nasıl çerçevelendiği üzerine daha derin bir tartışma yürütmek. Kreş hakkı, genel olarak herkesin mi, kadınların mı yoksa çocukların mı hakkı olarak tanımlanmalı? Bu soru, sadece bir hizmetin nasıl sunulacağını değil, devlet-toplum ilişkisini nasıl düşünmemiz gerektiğini de belirleyen bir mesele. Örneğin Türkiye’deki refah rejimi uzun yıllar boyunca muhafazakâr, geleneksel veya korporatist bir yaklaşımla tartışıldı; üstelik bunun çözülme sürecinde olduğuna dair tartışmalar da mevcut. Sanıyorum ki bu konu, kapitalist devlet tartışmaları, devletin biçimi ve rejim analizleri açısından çok verimli bir bağlam sunabilir.6 Bu meselelerin feminist devlet yaklaşımı ile ilişkisini daha detaylı ele almak için Türkiye’nin yerel dinamiklerini de içeren daha derin bir analiz yapmak anlamlı olabilir.
Bence buradaki asıl mesele, feminist politikanın devletle nasıl bir ilişki kurması gerektiği. Feminist hareket, devletin patriyarkal yapısını ve kapitalist işleyişini sorgularken, aynı zamanda bu yapıyı içeriden nasıl dönüştürebileceğini de tartışmalı. Kreş hakkı gibi meseleler, yalnızca bir sosyal hizmetin sunulmasıyla ilgili değil; toplumsal yeniden üretimin hangi dinamiklerle düzenleneceğiyle ilgili politik de bir mesele. Bu yüzden, feminist bir devlet kurgusu, sadece hakların verilmesini değil, hakların üretim ve dağıtım sürecinin nasıl kolektif bir perspektifle yeniden düşünüleceğini de kapsamalı.
Bugün, kamusal kreşler üzerindeki baskılar, devletin ne olduğu ve kimin için işlediği tartışmasının tam merkezinde yer almalı. Devletin bu süreçteki rolü, sadece bir hizmet sağlayıcı olmanın ötesinde, toplumsal cinsiyet eşitliğini hedefleyen bir yeniden üretim politikası inşa edebilme kapasitesine bağlı. Ancak bu kapasite, sosyalist feminist bir perspektifle dönüştürülmediği sürece, devletin patriyarkal ve neoliberal yapıları yeniden üretme işlevini aşması mümkün değil. Dolayısıyla, mücadele yalnızca kamusal kreşlerin korunmasını değil, aynı zamanda devletin bu alanlardaki sorumluluğunu yeniden üstlenmesini zorunlu kılıyor. Kreş hakkı, kadınların ekonomik özgürleşmesinin ötesinde, toplumsal dayanışmanın ve eşitliğin temel taşı. Feminist hareketin, kamusal alanı aileden ve piyasa dinamiklerinden bağımsız bir şekilde yeniden inşa etme hedefiyle bu mücadeleyi genişletmesi gerekiyor. Kreş hakkını savunmak, yalnızca kadınların değil, herkesin insan onuruna yakışır bir yaşam sürebileceği sosyalist bir gelecek için de elzem.
Kaynakça
Dipnotlar
https://catlakzemin.com/felaket-kapitalizmi-kadin-emegi-ve-sinif-mucadelesi/
↩︎https://catlakzemin.com/felaket-kapitalizmi-kadin-emegi-ve-sinif-mucadelesi/
↩︎Editör: Ebru Pektaş
Düzelti: Ebru Pektaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Beyza Çizmeci
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖