Background

8 Mart: Farklı Bir Tarih Yazılabilir mi?

Önce bu yazının yazılış sürecine dair bir not: Bu dosya için 8 Mart’ın tarihini yazma görevini aldığımda yazdığım ilk yazı, bilinen tarihçeyi özetleyip esas olarak onun bağlamındaki güncel tartışmalar hakkında bir polemiğe dönüştü. Yazı ne beni ne de sevgili Vardiya’nın yazı kurulundan Ebru’yu tatmin etmedi ve üzerinde biraz konuştuktan sonra yeni bir yazı kaleme almaya karar verdim, sonra da düşünmeye başladım: Neden düz bir tarih yazısı yazmaya isteksiz olduğumu, sırf bu isteksizlik nedeniyle konuyu bugüne taşıdığımı sordum kendime. Sonunda cevabı buldum. Bilinen tarih anlatısı, ne diyalektik ne eleştirel ne de feminist tarih anlayışıyla örtüşmüyordu; tersine bir tür “resmi tarih” anlayışına dönüşmüş kronolojik bir anlatıydı. Evet, resmi tarih bazen, gayri resmi tarihi yazmaya çalışanların anlatılarına da sızabiliyor.

O halde öncelikle bilinen tarihi anlatmam ve sonra bu anlatının neden içime sinmediğini, neden 8 Mart’ın özüyle uyumsuz olduğunu açıklamam gerekiyor.

1857’den 1921’e Kadın Mücadelesi

8 Mart direnişi, 1857’de ABD’nin New York kentindeki bir tekstil fabrikasında direnişe başlayan kadın işçilerin polis saldırısı sonucu fabrikada kilitli kalıp yangında hayatlarını kaybetmesine tarihlenir. 19. yüzyılda, kapitalizmin vahşete dayalı birikim döneminde kadın işçiler, erkek işçilere göre çok daha düşük ücretle ve çok daha uzun mesailerle çalışıyorlar ve sık sık bu koşullara karşı grev ve direnişler örgütlüyorlardı. Dolayısıyla bu akla yatkın tarihçe,1980’lerde iki Fransız feminist tarihçinin bunun gerçek olmadığını belgelerle ortaya koymasına kadar iyice köklenip sağlamlaştı, bugün dahi pek çok kişi tarafından sorgulanmadan kabul ediliyor.

Geçen yüzyılın başlarındaki kadın işçilerin mücadeleleriyle başlarsak şöyle bir tarihçeye sahibiz:

1908 yılında ABD’de tekstil işçisi 15 bin kadın, oy hakkı, çalışma saatlerinin azaltılması, çocuk işçiliğinin yasaklanması gibi taleplerle yürüdü. Sloganları “Ekmek ve Güller”di, ekmek ekonomik adaleti, gül ise onur, eşitlik ve insan haklarını simgeliyordu.Helen Todd öncülüğünde Chicago Kadın Sendikası’nda örgütlenen kadın işçiler hem ekonomik koşullarının iyileştirilmesini hem de oy hakkını istiyorlardı. Slogan binlerce kadın tarafından benimsendi ve Todd’un 1911’de Kaliforniya’da katıldığı kampanyada süfrajetlerin pankartlarına da yansıdı: Herkes için ekmek ve güller de…

1909’da Amerikan Sosyalist Partisi içinde kurulan Ulusal Kadın Komitesi her yılın bir gününü kadın hakları için mücadele günü olarak belirlemeye karar verdi. Bu kararın ardından şubat ayının son pazar günü ABD’de Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başladı.

1910’da Danimarka’da yapılan İkinci Enternasyonal Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin, tüm dünyada yaygınlaşan kadın emeği sömürüsüne dikkat çekmek için Uluslararası Kadınlar Günü önerisinde bulundu. Zetkin’in önerisinde belirli bir tarih yoktu, başında “emekçi” sıfatı da yoktu ancak sosyalist mücadele içindeki kadınlara yönelikti. Uluslararası Kadınlar Günü bir süre için farklı ülkelerde çeşitli zamanlarda kutlandı.

1911’de Alman sosyalist kadınlar öncülüğünde 19 Mart’ta kutlanan Uluslararası Kadınlar Günü’nde Berlin’de 42 noktada kadın toplantıları yapıldı. Avusturya Viyana’da 30 binden fazla kadın meydanları doldurdu. Alman sosyalistleri için 19 Mart’ın anlamı 1848 Alman Devrimi ve Paris Komünü idi.

1913’te Rusya’da Kadınlar Günü izinsiz gösterilerle kutlandı. 1917 Şubat Devrimi’nin ilk günlerinde kadınların yaptığı grev, “Ekmek ve Barış” talebiyle sokaklara dökülmeleriyle sonuçlandı ve Ekim Devrimi’nin ardından devrimi başlatan kadınların anısına 8 Mart, Emekçi Kadınlar Günü olarak ilan edildi.

1921’de Moskova’da yapılan Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı’nda, 1917 Ekim Devrimi’nin fitilini ateşleyen Petrograd tekstil işçileri direnişini anmak üzere 8 Mart tarihi Uluslararası Kadınlar Günü ilan edildi ve sonradan yaygınlaşan adıyla Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başladı.

Türkiye’de 8 Mart: Sınıf Tanımından Cinsiyet Tanımına

Türkiye’de 8 Mart’ların kutlanması da bu tarihle birlikte, Sovyet geleneğine bağlı Komünist Fırka tarafından gerçekleştirildi. Partinin kurucularından Cemile Neşirvanova, savaşta eşini, oğlunu, babasını kaybetmiş kadınların bir lokma ekmeğe muhtaç duruma düştüğünü, kadın emeğinin angarya olarak kadınlara yaptırılmasına karşı mücadele etmek gerektiğini anlatan yazılar yazıyordu. Enternasyonal’in aldığı kararın ardından 1922 yılında, Ankara’da bir bağ evinde toplanan partili komünistlerce 8 Mart kutlandı.

Sonraki uzun yıllar boyunca bu konuda aktif bir etkinlik olmadı. Ancak 1975’te, sol mücadelenin yükseldiği yıllarda, ilk açık 8 Mart kutlaması İlerici Kadınlar Derneği tarafından İstanbul’da Dostlar Tiyatrosu’nda yapıldı. İKD, o dönemde kadınların sesini duyuran en kitlesel dernekti. Kadın mücadelesini sınıfsal dinamikler içinde yürüten İKD’nin 15 bine yakın üyesi, 33 şubesi ve 35 temsilciliği vardı. Derneğin yayın organı Kadınların Sesi ise 35 bin basılıyordu. Dostlar Tiyatrosu’nda, yaklaşık 500 kadının katıldığı 8 Mart kutlamasında günün anlamı üzerine konuşmalar yapıldı. 

Bütün dünyada yükselen kadın hareketlerinin etkisiyle Birleşmiş Milletler de 1975 yılını Dünya Kadın Yılı ilan etti ve 1977’de de 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerdi. Uluslararası düzlemdeki bu kabul, bir yandan kadın hareketinin meşruiyetini artırırken öte yandan mevcut düzenin, günün taşıdığı mücadele anlamını massetmesinin yolunu açtı.

1980 yılına gelindiğinde, darbeye giden olağanüstü koşullarda toplantı düzenlemek zorlaştığı için İKD’li kadınlar Kadınların Sesi dergi çevresinde toplanarak kendilerini “İlerici Kadınlar” diye adlandırdılar ve beyaz eşarplı eylemler düzenlediler. Kentlerde, kasabalarda, meydanlarda, işyerlerinde yapılan beyaz eşarplı eylemlerde pahalılığa, işsizliğe ve baskılara karşı çıkıldı.

12 Eylül darbesiyle beraber diğer mücadele günlerinin yanı sıra 8 Mart’lar da kutlanamadı.

8 Mart 1984’te ise Türkiye’de kendisini “feminist” olarak adlandıran Kadın Çevresi kuruldu ve bu tarihten sonra 8 Mart’lar kadın örgütleri tarafından kutlanmaya başladı.

1985’te Ankaralı feministler 8 Mart’ı Dönüşüm Kitabevi’nde kutladılar.

1986’da İstanbul’da feministlerin kamuya açık ilk 8 Mart etkinliği Ali Poyrazoğlu tiyatrosunda gerçekleştirildi; günün anlamıyla ilgili konuşmalar yapıldı, şarkılar söylendi. Aynı zamanda “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”nin hayata geçirilmesi için imza toplandı ve 8 Mart’ta TBMM’ye teslim edildi.

1987’de İstanbul’da Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası başlatılırken Ankaralı feministler de “Annenizi seviyor, karınızı dövüyor musunuz?” diyerek Anneler Günü’nde ilk sokak eylemini gerçekleştirdiler.

1988 yılında, 1987 Dayağa Karşı Dayanışma Mitingi’nde bir araya gelen kadınlar İstanbul BeklamKültürevi’nde altı gün boyunca, “Geçici Modern Kadın Müzesi”ni sergilediler. Müzede kadınların yaşamın çeşitli alanlarında kullanmak zorunda oldukları mutfak gereçleri, temizlik malzemeleri, süs eşyaları, doğum kontrol araçları gibi eşyalar sergilendi.Müzenin amacı, yaşamımızın ayrılmaz parçası olan eşyalara eleştirel bir gözle bakmak ve bunların kadınların ezilmesiyle olan ilişkisine dikkat çekmekti. Müzede ayrıca feminizm ve kadın hareketi konulu iki panel düzenlendi.

1989’da ilk açık alan kutlaması, Sosyalist Feminist Kaktüs ve Feminist dergileri, Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği (AKD), Demokratik Kadın Derneği (DKD), İHD Kadın Komisyonu, Kadın Kültür Evi gibi kurumlarda örgütlenen bağımsız kadın hareketi tarafından Sultanahmet Parkı’nda şarkılar ve sloganlarla gerçekleştirildi.

Aynı yıl, feministlerin çağrısıyla ilk 8 Mart kadın yürüyüşü, 11 Mart günü Üsküdar Bağlarbaşı’nda 1500 kadar kadınla yapıldı. Kadın dergi çevreleri ve dernekleri ile bağımsız kadınlarınkatıldığı yürüyüşte “Yeter Söz Kadınların” ve “8 Mart Kadınlar Dayanışmaya” pankartları taşındı.

1992 yılında kadınlar ilk kez Taksim meydanına çıktılar. 100’ü aşkın kadının yürüyüş yapması polis tarafından engellendi, polisşiddeti sonucu iki kadın yaralandı, çok sayıda kadın gözaltına alındı.

1993 yılının 8 Mart’ında feministler, Bosna’da yaşanan tecavüzlere de işaret ederek ana sloganı “Tecavüze Hayır” olan açık hava etkinliğini Beyoğlu’nda düzenlediler.

1994’te Beyoğlu’nda tramvaya afiş ve pankartlar asan feministler, “Yaşasın 8 Mart, Yaşasın 10. Yıl” başlıklı bildiriyi dağıttılar.

1996’da 8 Mart etkinliği, 8 Mart Kadın Platformu tarafından düzenlenmeye başladı. Platform öncülüğünde kadınlar Beyazıt’tan Kumkapı’ya meşaleli yürüyüş gerçekleştirdi.

1997, 8 Mart kutlamalarında bir dönüm noktası oldu. Feministler, karma örgütlerden sosyalist kadınlar ve Kürt kadınlarının katılımıyla, “Artık Örgütlü” adıyla kitlesel bir 8 Mart mitingi yapıldı. Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda 22 kadın grubu ve kuruluşun çağrısıyla yapılan “Artık Örgütlü” kadın mitingine yaklaşık 10 bin kadın katıldı. Mitingin ana konuşmasını feministler yaptı, bağımsız kadın örgütleri kortejin en önünde yürüdü. Mitingin önemli bir yanı, çok sayıda kadın örgütünün bu sürece aktif destek vermesi, kadınların kendi bağımsız sözlerini söylemeleri, Kürt kadınlar ve Türk kadınların birlikte ilk kez bu kadar büyük ortak bir eylem örgütlemeleriydi. Kürsü konuşmalarının Türkçe ve Kürtçe yapıldığı ilk miting olmasını ve tertip komitesindeki kadınların bu nedenle yargılandığını da kayda geçmek gerekir.

Feminist Gece Yürüyüşü

2003 yılından bu yana artık gelenekselleşen bir yürüyüş var; Feminist Gece Yürüyüşü. Gece yürüyüşü hem 8 Mart’larda feministlerin sözünü söylemeyi, hem de kadınların geceleri ve sokakları terk etmediğini göstermeyi amaçlıyor.

İlk gece yürüyüşü 2003’te feministlerin çağrısıyla Taksim’de gerçekleşti. Yaklaşık 50 kadın, ABD’nin Irak işgaliyle başlayan savaşa karşı alkışla, ıslıkla, düdükle ses çıkararak İstiklal Caddesi’nde yürüdü. “Savaşa Karşı Kadınlar” imzasıyla yapılan eylemde Hitler, Mussolini, Şaron, Miloseviç, Bush ve Saddam gibi savaş suçlusu erkeklerin posterleri taşınarak “Hepsi Erkek, Tesadüf mü?” pankartı açıldı.

2004 yılında feministlerin yürüyüş sözü “Feminist Başkaldırı” oldu. Feminist Gece Yürüyüşü giderek daha fazla kadının katılımıyla gerçekleşti. AKP’nin kadın karşıtı yasa ve uygulamalarına karşı yürütülen kampanya ve eylemler, yürüyüşün giderek daha çok sayıda kadına ulaşmasını sağladı.

2012 yılında kadınların AKP iktidarının kürtajı yasaklama girişimine karşı sokağa çıkması ve “Kürtaj Haktır Karar Kadınların” platformunun eylemleri gece yürüyüşüne ivme kazandırdı.

2013 Gezi Direnişi’nde kendi sözleri ve pankartlarıyla yer alan feministler, 2014’te ilk polis müdahalesiyle karşılaştılar. “Kutsal mekan” haline gelen Taksim’e çıkmalarına izin verilmedi. Böylece 2015 yılından itibaren yürüyüş rotası tersine çevrilerek Tünel’e doğru yüründü.

2019’da polis engeli artırıldı ve Taksim’e çıkan yollar kapatıldı. Yürüyüşün buluşma noktasında toplanan kadınlara yürüyüş izni verilmedi, kadınlar polis şiddetiyle dağıtıldı.

2020’de ise valilik yasağı geldi ve İstiklal Caddesi de “yasak” kapsamına alındı. Kadınlar bu kez Karaköy’e yürüdüler ve orada basın açıklaması gerçekleştirdiler.

Feminist Gece Yürüyüşü 2004’ten bu yana kendisine feminist diyen kadınlara açık çağrı ile örgütleniyor. İlk yıllarda pankartlar, döviz ve bayraklar örgütlenme bileşimi tatafından hazırlanıyordu, artık binlerce kadın kendi hazırladıkları döviz ve bayraklarla gece yürüyüşüne katılıyor.

2010’dan önce Feminist Gece Yürüyüşüne katılan kadınlar binlerle ifade edilirken, bu tarihten sonra yüzbinleri bulan kadınlarla Türkiye’nin en büyük eylemlerinden biri haline geldi. Yürüyüşü örgütleme aşamasında, herkes toplantılara birey olarak, yani örgüt temsiliyeti olmaksızın katılıyor. Komisyonda oluşan kolektif iradeyle yürüyüş örgütleniyor. Ana pankart ve metinlerin hazırlanması, sosyal medya duyuruları, döviz ve pankart yazımı, sloganların belirlenmesi, ses sisteminin sağlanması, yürüyüşün güvenliğinin sağlanması gibi görevler, tamamen gönüllülük esasına göre ve hiçbir sponsorluk olmadan gerçekleştiriliyor.

Yürüyüşün en temel ilkeleri; feminist sözü öne çıkarmak, her kadının gelebileceği ve kendini güvende hissedebileceği bir alan yaratmak ve herhangi bir örgütün temsiliyetini yansıtmayı reddetmek. Yürüyüşün bağımszılığı ve kapsayıcılığı bu ilkelerden kaynaklanıyor. Bu nedenle, gündüz yapılan 8 Mart mitingine getirilen örgüt imzalı döviz ve pankartlar, gece yürüyüşüne getirilemiyor ve tek bir pankartın arkasında tek kortej halinde yürünüyor.

Bugün 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü sınıfı, etnik kimliği, inancı, dili, dini, cinsel kimliği, politik bakış açısı ne olursa olsun bütün kadınları feminist politikaya çağıran bir eylem. Ortak yanımız patriyarkal iktidarın ezilen tarafı olmamız ve buna karşı sürdürdüğümüz mücadele.

Hangi Tarih?

Dünyada ve Türkiye’de 8 Mart’a dair tarihsel anlatının ardından bu bölümde, yazının başında da dile getirdiğim “Tarih” meselesini açmaya çalışacağım. Bunları yüksek sesle düşünme ve hep beraber tartışabileceğimiz sorular olarak değerlendirmenizi dilerim.

Tarih, Aydınlanma Döneminden önce sadece Tanrı’nın ve dünyadaki temsilcilerinin (krallık ve kilise) yapıp ettiklerinden ibaretti ve Tanrı buyruğu olduğu için de herhangi bir nedenselliği yoktu. Aydınlanma Çağı ile birlikte dünyayı ilgilendiren tüm olgular dünyevi nedenlerle açıklanmaya başladı, tarih de içinde olmak üzere her şey “bilim”in çerçevesi içine alındı. Pozitivizm, yani olguculuk, doğru bilginin yalnızca bilimsel bilgi olduğunu, buna da ancak deneycilik ile ulaşılabileceğini savunuyordu. Dinin günlük hayattan dışlanmasının sonucu olarak bilim, her alanda tek rehber haline geldi. Yüzyıllar süren feodal-dinsel imparatorluklardan sonra egemenliğini ilan eden burjuva sınıfının yeni toplum ideali, akla ve bilgiye dayalı bir toplumsal ilerlemeydi. Akıl ve bilginin egemenliği, insanlığı sürekli bir ilerlemeye taşıyacak, ideal toplum hedefine ancak böyle ulaşılacaktı.

Pozitivist tarih anlayışı da, bu ideal çerçevesinde ortaya çıktı. Tarihe yeni bir gözle bakıldı ve geçmişte olup bitenler dönemlerle kategorize edilerek olgulara ve belgelere dayandırıldı. Hegel’in “Deneysel tarih” adını verdiği bu anlayış, sadece olguları belirliyor ve belgelerle de ortaya koyuyordu.

Ancak 18. yüzyılda belirginleşen ve 19. yüzyılda birçok ülkede egemenliğini sağlayan bu yeni toplum idealindeki “akıl ve bilgi”nin otomatik olarak “ilerleme” demek olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Toplumların yaşamından ruhani hükümranlığın çıkarılması bir ilerlemeydi ancak eşit yurttaşlık ilkesinin alt sınıflar ve her sınıftan kadınlar için geçerli olmadığı bu toplum, başka bir hükümranlığın ilanıydı. Fransız İhtilali’nde eşit yurttaşlık istediği için 1793’te giyotinle idam edilen Olympe de Gouges’i, burjuva devrimlerinin ardından oy hakkı için mücadele ederken hayatlarını kaybeden kadınları, şifacılık ve ebelik yaptığı için acımasızca öldürülen kadınları, topraklarından edilen ve ışıksız atölyelerde hayatlarını tüketen işçi sınıfını hatırlamak yeterli.

Pozitivist tarih anlayışı, mevcut toplumsal düzenin bir parçası olarak, geçmişte olup bitenlerin kimler tarafından yazıldığına bakmaksızın bunları kopya etmekle yetindi. Ayrıca ilgilendiği şey, sıradan insanların tarihi değil, siyasi ve kamusal tarihti. Ancak siyaset alanında olup bitenler kamusal alana yansıyabilir ve “tarih” olmayı hak edebilirdi. İşte bu anlayış, kaçınılmaz olarak insanlık tarihini ortaya çıkaran sayısız insanın iradesini görmezden gelerek “büyük adamlar” ve “büyük olaylar”ın tarihi oldu. Bizim “resmi tarih” dediğimiz şey böyle ortaya çıktı ve o günden bugüne değiştiği de söylenemez.

Olgucu tarih anlayışının dayandığı idealizmi ortaya çıkaran ilk filozoflar, Marx ve Engels’ti. Onlara göre, tarih “büyük adamların ve olayların” tarihi değildir; tersine tarihi yapan toplumda var olan istisnasız bütün iradeler tarihin sahnesinde karşı karşıya / yan yana gelir ve bütün bu iradelerin kurduğu ilişkiler ve aldıkları role göre toplumun akışını belli bir yere doğru sürüklenir. Tarih sahnesindeki bu sayısız insan iradesini meydana getiren şey ise, onların toplumsal üretimin neresinde yer aldıkları, yani sınıfları ile belirlenir. Tarih, sınıf çatışmalarının tarihidir, sınıf mücadelesinin aldığı biçim, sınıfların gücü/güçsüzlüğü tarihin akışına yön verir.

Bu bağlamda ortaya konulan maddeci diyalektik tarih anlayışı bizlere, Danton ile Robespierre olmasa da Fransız İhtilali’nin olacağını, Kolomb olmasa da Amerika’nın keşfedileceğini, Vahdettin olmasa da Osmanlı’nın yıkılacağını söylüyordu. Bu çok önemli bir eşikti, çünkü tarihi yapan şeyin “büyük adamlar ve büyük olgular” değil gündelik hayat içerisindeki sıradan insanlar olduğu bilgisi resmi tarihi sarsıyor, bütün bir tarihi yeniden ele almayı gerektiriyordu. Diyalektik tarih anlayışı, aynı zamanda tarihin kronolojik bir olaylar çizelgesi ya da dümdüz ilerleyen bir çizgi değil, ileriye sıçrama ve geriye dönüşlerle iç içe geçen bir sarmal akış olduğunu ortaya koydu.

20. yüzyılda tarih disiplinine ilişkin gelişmeler sürdürüldü; Marksistsınıflar tarihini temel alarak bunun üzerinden sömürgeciliği, kadınları, Siyahları, eşcinselleri, göçmenleri ve diğer alt kimlikleri inceleyen araştırmalar yapıldı. Toplumsal iktidar ilişkileri içinde daha güçlü olanın tarihi yazdığı ve hiyerarşinin alt basamaklarında olanların ise görünmez hale geldiği ortaya çıkarıldı. Tarihi yazanların aslanlar değil avcılar olduğunun görülmesi, tarih disiplininin ayrı kanallar halinde akmasına yol açtı.

Eleştirel tarih anlayışı, geleneksel tarihin egemenlerin tercihlerine göre yazıldığını söyleyerek bu anlamda monografi olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyordu. En başta bu öznel yapının yıkılması ve çoklu tarih anlatılarının geliştirilmesi gerekiyordu.

Resmi tarih yalnızca sınıf egemenliğinin belgeleri olmakla kalmıyor; “büyük adamların ve büyük olguların” tarihine sadece “siyasal ve kamusal” sıfatını taşıyan kişi ve olayları dahil ederek sıradan insanları bir kat daha görünmez hale getiriyordu. Bubağlamda siyasal/kamusalolma şartının yarattığı seçkin, eril, egemen sınırları aşarak siyasete ve kamusal alana dahil edilmeyen alanlar araştırılmaya başladı. Bu anlayışın en önemli yanı, tarihin yazılıp bitmiş bir şey olmadığını, bugünden bakarak yeniden inşa edilen bir olgu olduğunu ortaya koymasıydı.

Resmi tarihin aşılmış olmasıyla artık biliyoruz ki, bugün çok övülen dijital teknoloji ile 19. yüzyılda kentlere sürüklenerek insanlık dışı koşullarda çalışan yoksullar arasında sağlam bir nedensellik bağı bulunuyor; bu da ikisini birbirinden koparan olgucu anlayışın tersine son yüzyılların tarihini yeniden inşa etmemiz anlamına geliyor.

Feminist tarih anlayışıda, eleştirel tarihin bir parçası olarak geçtiğimiz yüzyılda yaygınlaştı. Bugüne kadarki tarih metodolojileri tarih disiplininin gelişiminde önemli olmakla birlikte, kadınları bir tarihsel özne olarak ele almıyorlardı. Bu anlamda tarih yazıcılarının sadece egemen sınıfın değil aynı zamanda egemen cinsiyetin üyesi oldukları açığa çıkarıldı. Böylece feminist tarih yazımı denilen bir alan ortaya çıktı.

Feminist tarihyazımı, tarihte sözü edilen toplum, sınıf, kültür, ulus, ırk gibi kavramların cinsiyetlerle ilişkisini ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Bu yöntemle tarihe bakmak, kadınları görünmez kılan tarih anlatılarına karşı cinsiyet iktidarını açığa çıkarmayı ve kadınların tarihin öznesi olduğu kabulüyle kadın tarihi yazmayı, tarihsel gerçekler olarak kabul ettiğimiz olguları cinsiyet açısından sorgulamayı gerektiriyor. Feminist tarihyazımı sadece kadınların baskı altına alınmalarının tarihiyle değil, bu baskılara karşı direnişlerinin tarihiyle de ilgileniyor.

Feminist tarihyazımı, tarih yazımının sadece egemen sınıf diliyle değil, aynı zamanda eril dille yazıldığını savunuyor ve özellikle “kamusal” sınırı ile, cinsiyetçi toplum tarafından kadınlara ait olduğu kabul edilen özel alanın dışlandığını, bu ayrımcılığın deşifre edilmesi gerektiğini vurguluyor. Bunlar neden önemli? Çünkü tarihin cinsiyet açısından yeniden inşası, kolektif özne olarak kadınların güçlenmesi ve tarihin bugünü besleyen bir politik bilgi haline gelmesi demek.

8 Mart 1857’den 2025’e uzanan bir çizgi mi?

Şimdi bütün bunlardan yola çıkarak 8 Mart’ın bilinen tarihçesine yeniden bakmak ve bazı sorular sormak istiyorum.

  • 8 Mart’ın 1857’den 1910’a ve ardından 1921’e kadar uzanan tarihi, bu kronolojik çizginin ardındaki bazen iç içe geçen, bazen yan yana duran, bir ileriye sıçrayıp bir geriye düşen bütün o mücadeleleri kapsıyor mu?

1789 Fransız İhtilali’nde sırf eşitlik istedikleri için öldürülen, hapislere atılan kadınları; Paris Komünü’nde kadınlara öncülük eden anarşist Louis Michel’i ve kadınların silahlı katılımına izin vermeyen komün liderleriyle mücadele eden Leo Andre’yi; İngiltere’de 1910’lar boyunca oy hakkı için mücadele ederken hapislere atılan, açlık grevi yapan Süfrajetleri böyle bir çizgisel tarihçe kucaklıyor mu?

  • Örneğin 1921’deki 8 Mart kutlamasını “ilk kutlama” olarak yazan bu tarihçe, Cumhuriyet öncesinde kadın hakları için mücadele eden Osmanlı feministlerini, “Batıdaki feminist eylemcilerden örnek alalım” diye yazan Fatma Aliye’yi, ilk kadın dergisi Şükufezar’ı, ilk 1 Mayıs şiirini yazan Yaşar Nezihe’yi, Kadınlar Fırkası girişimiyle iktidarın düşmanlığını kazanan ve uğradığı iftira ve baskılar sonucunda hayatı bir hastanede son bulan Nezihe Muhiddin’i ne kadar kapsayıp içselleştiriyor?
  • Bu tarihçe anlatılırken, 1857’de veya 1910’larda olan yangında hayatını kaybeden kadınların, Amerikan İşçi Sendikaları onları üye olarak kabul etmediği için ayrı bir Kadın Sendikası kurmak zorunda kalmalarından, Ekmek ve Güller hareketinde de görüldüğü gibi Kadın Sendikaları yoluyla seslerini çıkarabilmelerinden hiç söz edilmemesi sizi de rahatsız etmiyor mu?
  • 8 Mart’ın söz konusu tarihinde kadının ancak işçi sınıfının bir üyesi olarak tarihsel özne olabilmesi, gayri resmi bir tarih anlatısını, resmi tarihteki eril dilin gölgelemesi gibi gelmiyor mu size de?

Kadınları sadece kadın oldukları için değil, işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olarak tarihe kaydeden anlayış, özel alanı, tıpkı 19. yüzyıldaki Aydınlanmacılar gibi “tarih ve siyaset dışı” tutan bir yerde durmuyor mu?

  • 8 Mart’ın bu anlatısı, örtük bir biçimde cinsiyet iktidarını reddederek kadını sadece “emekçi” sınıfının ezilen bir kesimi olarak adlandırmış ve dolayısıyla görünmez kılmış olmuyor mu?

Sorular çoğaltılabilir, farklı açılardan inandırıcı cevaplar da verilebilir. Ancak ben, gerek 8 Mart’ın gerekse kadın hakları tarihinin, mevcut tarih anlayışlarının bir bölümünde ele alınmasını, hem cinsiyet egemenliğine karşı verilen mücadelelere hem de sırf kadın olarak, bir tarihsel özne olan kadınlara yapılan bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Bir tarih anlatısı “alternatif tarih” olduğunu iddia ediyorsa, bütün egemenlik ilişkilerine hâkim olan dili ve anlayışı yıkmalıdır.

Kadınlar arasındaki sınıfsal farklar, bu farklara göre kadınların daha reformcu veya daha devrimci pozisyonlar almaları ayrı bir tartışma konusu, ama tarih hepimizin tarihi.

Oy hakkı için savaşan Osmanlı kadınlarından Komünarlara, anarşistlerden İranlı kadınlara, sosyalistlerden eşitlikçilere kadar hepimiz bu tarihi ortak olarak yarattık. Çözüm önerilerimiz farklı olabilir, kendimizi ifade etme biçimlerimiz de; ama sırf kadın olduğumuz için ezildiğimizi söylüyoruz ve toplumsal cinsiyet rollerini reddediyoruz.

Kadın mücadelelerinin sembolü olan 8 Mart, patriyarkaya karşı mücadele eden bütün kadınların ortak tarihi ve ortak onurudur.

Yaşasın 8 Mart, yaşasın kadınların mücadelesi!

Yararlanılan kaynaklar

Alman İdeolojisi, K. Marx, F. Engels, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2013
Geridönmez ). İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Cumhuriyet’in 100. yılı: Türkiye’de Kadın Hareketi nasıl evrildi?, BBC Türkçe, 29 Ekim 2023.
Feminist Gece Yürüyüşü, Selime Büyükgöze, Feminist Bellek, 5 Ocak 2012.
Feminist Gece Yürüyüşü Yirminci Yılında, Hülya Osmanağaoğlu, Jin Dergi, 28 Şubat 2022.
Feminist Tarih Yazımı: Tarihin Kadınlar İçin, Kadınlar Tarafından Yeniden İnşası, Serpil Çakır, 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar, Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’a Armağan içinde, Koç Üniversitesi Yay., 2011.
Feminist Tarih Yazımı Üzerine Notlar, Ayşe Durakbaşa, Kadın Araştırmalarında Yöntem, der. Çakır, S. ve Akgökçe, N., İstanbul: Sel Yay., 1996.
Feminist Tarih Yazımında Sınıf ve Cinsiyet ,LeonoreDavidoff, İletişim Yay., 2001.
Kadın Tarihi: Yeni Bir Gelecek İçin Geçmişi Geri Almak, Fatmagül Berktay, Cogito, Güz, 2001.
Geçmiş, Tarih ve Sözlü Tarih, Özlem Şahin, Mülkiye, Sayı 244.
Neydi bu Feminist Gece Yürüyüşü?, Cemre Baytok-Selime Büyükgöze, T24, 15 Mart 2020.
Osmanlı Kadın Hareketi: 20. Yüzyılın Başında Kadınların Hak Mücadelesi, Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları: Eşitsizlikler, Mücadeleler, Kazanımlar, der. H. Durudoğan, F. Gökşen, B. E. Oder, D.Yükseker, İstanbul: Koç Üni. Yay., 2010.
8 Mart, Fatoş Hacıvelioğlu, Feminist Bellek, 8 Mart 2021.
8 Mart, Filiz Karakuş, Gülfer Akkaya, Amargi Feminizm Tartışmaları, 2011.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Hakkında Kısa Bir Hikaye,Ayça Kurtoğlu, Fe Dergi Feminist Eleştiri Dergisi, 2015.
8 Mart Hangi Kadınların Günü, Mutfak Cadıları, Feminist Politika Mart-Nisan 2011.
8 Mart için Kısa Tarihçe, Kadın İşçi, 2 Mart 2021.
8 Mart: Mitler ve Gerçekler, Sevda Karaca, Evrensel, 6 Mart 2020.
8 Mart’ın Tarihi: Sosyalist mücadelenin günü, Eren Karaca, Gelenek, Mart 2021.
Paris Komününün Feminist Ruhları, Evrim Kepenek, Bianet, 18 Mart 2021.
Pozitivist Tarih Kuramı, Ömer Yıldırım, Felsefe.gen.tr, 3 Kasım 2022.
“Tarihçiler”in Dışında Bırakılanlar, Feryal Saygılıgil, Bianet, 25 Mart 2017.
Tarihin Cinsiyeti, Fatmagül Berktay, Metis Yay., 2003
.

Editör: Ebru Pektaş
Düzelti: Ebru Pektaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation