Background

Narin’e (Narinlere) Kim (Kimler) Kıydı (Kıyıyor)?

Guy Debord’un 1967’de yayınlanan Gösteri Toplumu adlı kitabı, gerçekliğin yerine onun eğilip bükülmüş anlatımının/görüntüsünün geçtiği günümüz dünyasına işaret ediyor. Debord’un kitabı ilk yayınlandığında “karamsar ama gerçekçi” olarak yorumlanmıştı. Ancak onun yaşadığı yıllarda var olmayan, burjuva icadı neoliberalizm garabetini görseydi, herhalde kitabın karamsarlık dozu epey artardı. 

Gösteri toplumunda, fiilen süren yaşamlara tam karşıt yaşamlar kamunun gözüne sokulur, böylece koca bir toplum “onlar gibi” olmayı en büyük hedef ve “mış gibi” yapmayı da en sevdiği faaliyet haline getirir. Sınıflı toplumlarda, biri/bir şey “olmak” değil, “sahip olmak” hep önemlidir; ancak geldiğimiz neoliberal gösteri toplumunda bu hedef, “sahip olmak”tan çıkıp “gibi görünme”ye evrilmiştir. Instagram’da mutlu insanlar, cici çocuklar, ferah evler, mükellef sofralar görürüz; gözyaşı yoktur, burundan akan sümük, akmayan musluk, ezilen onur yoktur. Bir simülasyon evrenidir, mış gibi hayatların alemidir.

Çok sonradan Jean Baudrillard’ın öne sürdüğü “hiper-gerçeklik” kavramı da Debord’un tespitlerini pekiştirir. Hiper ya da üst gerçeklik kavramı, egemen medya kuruluşlarının sosyal medyada ve televizyonda gösterdiği şeyin, gerçekliğin kendisi değil, kopyası olduğunu anlatır. Her gün, her dakika televizyonda, internette, sosyal medyada gördüğümüz gerçek dışı filmi kim yönetir peki? Toplumsal an’ımızı ve belleğimizi ve gelecek hayalimizi kim belirler? Kuşkusuz hâkim sınıf ve onun hiç de basit bir aracı olmayan yasama ve yürütme gücü. Onların yönetmen olduğu bu dünya sahnesinde insanlara verilen rol, gösteriye uygun oyunculuk ve seyirciliktir sadece.

Normalde infiale yol açacak kadar korkunç ve acı olaylar, televizyondan ve sosyal medyadan birer müzik klibi gibi geçip gider. Hatırladığım kadarıyla Türkiye’de bunun canlı örneğini, ilk olarak 1991’de Körfez Savaşı sırasında yaşamıştık. O güne kadar sadece duyduğumuz, korkunçluğunu ancak savaş muhabirlerinin fotoğraflarına bakıp hissedebildiğimiz savaş, ekranda bir bilgisayar oyunu gibi veriliyordu. Küçük ışıkların yanıp söndüğü hedefler vardı, kocaman karanlığın içinde o hedeflere bombayı isabet ettiren uçaklar. Ve arkada, hedefin görüldüğünü, sonra vurulduğunu anlatan metalik bir ses. Şaşırdık. E, savaş buymuş işte… Çok da korkunç görünmüyor, değil mi? Adeta bir simülasyon evreni, bir bilgisayar oyunu. Kızılötesi ışınla hedefi belirle, sapmayı önle ve booomm… İşte bu kadar. Ve 1991’den sonra savaşları, daha doğrusu işgalleri Amerikan gözüyle, bir güdümlü füzenin içinden görmeye devam ettik. Bu, gerçekliği kimin gözüyle göreceğimize karar verilmesi anlamına geliyordu.

Sonra sadece savaşlarda değil, her olayda kameranın, hâkim ideolojinin gözü gibi davranmasına geçildi. Bir grev haberinde mesela, kamuoyunu “zarara sokan” işçileri gördü kamera-göz; ağacını koruyan köylünün bölgenin iş imkânlarına kavuşmasını istemeyen “hain” olduğunu gösterdi; Gezi’de haklı talepler ve isyan değil, terör gördü; yaşanan her olumsuzluğu ya dış güçlere bağladı, ya da münferit olaylar dedi. 

Peki, biz kamera-göz’ü izleyerek ne izlemiş oluyoruz aslında? Gerçeği mi, bir simülasyon evrenini mi?

Ve Narin

Narin’i ve pek çok mağdur çocuğu fonda bir duygusal müzik eşliğinde “onun da hayalleri vardı” diye başlayan hamasi anlatımlarla bir gösteri aracına dönüştüren sahte kamera-göz’leri lanetliyorum. Savaşı olduğu gibi şiddet ve tecavüzü pornografik bir dille veren, olaydan çok kendi reytingine, yani “gösterisine” odaklanmış medya, umarım bir gün topluca yok olur. Hiç var olmamış gibi yalan, biz gerçeği konuşmaya başlayabiliriz umarım.

Bu yüzden detayları tekrar etmeyeceğim. Zaten biliyorsunuz, hepimiz günlerdir içimiz yanarak, fotoğraflarında gülen o kız çocuğunu takip ediyoruz. Çok fazla çocuk kayboluyor bu ülkede, çok fazla çocuk istismar ediliyor, şiddete uğruyor; ancak ölünce haberimiz oluyor onlardan. Ama her nedense Narin, çok sayıda insanın ilk günden itibaren bu olayı takip etmesine neden oldu; belki o gülen yüzünden, belki bu ülkedeki kız çocuklarının korunmasızlığını anlatan adından… İyi ki de takip etti onca insan. Büyük bir ihtimalle üzeri örtülüp gidecek olan cinayet, kamuoyunun yoğun baskısıyla araştırıldı. Araştırıldıkça, -korkudan veya suç ortaklığından veya her ikisinden kaynaklı- duvar gibi suskunluğa rağmen büyük bir çürümenin kokusu gün yüzüne çıktı. Kimi köy gerçekliği dedi, kimi Kürt aşiret yapısına attı suçu, kimi de “lanetli köy” gibi bir fantazya yarattı. Tıpkı bir polisiye film gibi, günlerdir sanıkların çelişkili ifadeleri sosyal medyada tartışılıyor; hangi yoldan geçip hangi zaman aralığında kaybolduğu, elde değnek kocaman köy haritalarını işaretleyerek olasılıklar gözden geçiriliyor. Adeta bir polisiye filminde dedektif rolündeyiz. 

Bunlar önemsiz değil elbette, bizi dedektif olmaya mecbur edenler utanmalı. Ama asıl tartışılması gereken şeylerin başka olduğunu düşünüyorum. Acıya mesafeli kalabilmek ve Narin’in katlini o “duygulu” bataklığın dışında tutabilmek için izninizle sıralamak istiyorum bunları:

  • Narin’in katledilmesi sonucunda gözaltına alınan anne ve imam amcanın eşi dışında hepsi erkek. Ama çeşitli mecralardaki kadın yazarlar dışında neredeyse hiç kimse bu cinayette başrolü oynayan erkeklerin, erkeklik denen illetle bağını kurmuyor.
  • Haberler, “cinnet, lanetli köy” etiketiyle anlatıyor Narin’in öldürülmesini. Muhalif kanallar da siyasi bağlantılardan söz ediyor. Olayın örtülme amacı, köyü saran inatçı suskunluk siyasi bağlantıların olduğunu doğruluyor kuşkusuz. Ancak bir anda bir kız çocuğunun hiçbir şeyden çekinmeden öldürülmesini sağlayan şey, siyaseti de kullanan köklü bir kara düzen. Ama muhalif kanaat önderleri de dâhil, kimse erkek egemenliğinden, erkeklik denen cinayet silahından söz etmiyor.
  • Milliyetçilerin kaynağı Kürt coğrafyasına bağlamalarına cevabını, bugünlerde Tekirdağ’da istismar edilerek öldürülen 2 yaşındaki Sıla veriyor mesela. Bunun bir aşiret veya etnik köken meselesi olmadığını ölümüyle haykırıyor. 
  • Batı merkezli bakıp da meselenin Ortadoğu’ya –gericiliğe, feodalizme vb- özgü olduğu tezine ise Fransa’dan yalanlama geliyor. Fransız bir kadın, yıllar boyunca uyku ilacıyla uyutularak komşusundan tutun, internetten bulunan erkeklere kadar, kocası tarafından cinsel istismara uğradığını bir tesadüfle öğreniyor. Adam 71 yaşında ve genç bir kadının etek altının fotoğrafını çekmesi sonucu bilgisayarına el koyuluyor ve yıllardır sürdürdüğü istismarı karısı bu şekilde öğreniyor. Kadın gizli oturum hakkını kullanmıyor ve tüm kadınların bunu öğrenme hakkı olduğunu söyleyerek herkese açık davada ifade veriyor.
  • Güran ailesi, bir basın açıklaması yayınladı. Ailenin ne kadar itibarlı ve köyün ne kadar stratejik olduğunu anlatan ve tabii dış güçlerce atılan iftiralarla karşı karşıya olduklarını gayet özgüvenli bir ifadeyle anlatıyorlar. Ama bu “siyasi aidiyet” özgüveni, yine de Adli Tıp’ın önünde bağıran kadının kocasından neden yumruk yediğini izah etmiyor. Ne de mezar başında ağlayan bir kadının “Havinime de böyle kıydılar” demesini.
  • 12 Eylül’den bu yana süregiden eğitimin dincileştirilmesi ve sonuçta köy okullarının kapatılıp taşımalı eğitimin getirilmesiyle köy çocuklarının okul hayalinin nasıl bir darbe yediği söyleniyor, ki tamamen doğru, ama bir kız çocuğunun cenazesine gelinlik konulması “hayaliydi” denilerek yumuşatılıyor, masumlaştırılıyor.
  • Haklı gerekçelerle eleştirdiğimiz o eski cumhuriyetteki saygın köy öğretmenlerinin nereye kaybolduğu; köy çocuklarından okumuş ve meslek sahibi olmuş insan yaratmayı başarabilen cumhuriyetin, Menderes ve Bayar iktidarıyla birlikte nereye doğru yol aldığı; Köy Enstitülerinin komünizm korkusuyla kapatılmasına meclisin nasıl oybirliğiyle karar verdiği sorgulanmıyor.

Evet… Ağrılı Leyla Aydemir’in, Ankaralı Eylül Yağlıkara’nın, Yalovalı Eylül Umutlu’nun, Eskişehirli Irmak ve İkra Nur Kupal’ın, Diyarbakırlı (soyadını henüz bilmediğimiz) Havin’in, Adanalı Gizem Akdeniz’in, Mardinli N.Ç’nin, 2015’ten bu yana binlerle ifade edilen kayıp çocukların ve öldürülen binlerce kadının ve Narin’in ve Sıla’nın hepimizin önüne ölümleriyle bıraktığı dev gibi bir soru var: “Bizi kim öldürüyor?”

Buna ataerki, erkek egemenliği, patriyarka ya da dümdüz erkeklik diyemeyen herkes suçludur.

Feodalizmin olduğu gibi kapitalizmin hücrelerine de kene gibi yapışıp beslenen erkek egemen düzeni lanetlemeden olmaz. Olmaz.

Editör: Sinem Yıldız
Redaksiyon: Sinem Yıldız
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation