Köşe Yazıları Müjgan Tekin 5 Temmuz 2024
Yılmayacaksınız, geri durmayacaksınız, affetmem sizi!
Zamanların kötüsündeydik yine. Yüreği ince olanların, zulme karşı bitmeyen dövüşlerinin sürdüğü vakitlerde. Kirazların kızarıp tükenmeye yüz tuttuğu, kavruk ağustosun böceklerinin hafiften hafiften cır cır cır ötmeye başladığı günlerde. Karıncaların en çalışkan halleri ile toprağı eşeleyip zemheriye hazırlandığı vakitlerde. Yine hem acıların hem umutların arifesinde…
Yine “engereklerin ve çıyanların” bolca gezdiği günlerden geçiyorken ülke, yine insanlık sınıfta kalıyorken Filistin’de, yine anaların adı Cumartesi’yken, yine arife günlerini “bayram geliyor neyime, daha ben daha taziyesi kurmamışım. Hastanede insanlık suçunu işleyenler dışarda, oğlum 6 yıldır cezaevinde” diyorken şen yaşamayan bir anne, yine yeniden Maraşlara, Çorumlara, Sivaslara hazırlanmak isteniyorken coğrafya, yine “ölülerinin başlarına basarak güneşe doğru yükselmeye çalışıyorken” adalet arayanlar, yine zelzeleler oluyorken ve sayılıyorken ölülerimiz binlerle, yine kadınlar ormanlarda, vura vura döşüne savunuyorken en önde yeşilini ve her dört çocuktan biri okula aç giderken, bir günde 6 kentte 7 kadın cinayeti işleniyorken, kısacası ekmeğin az tuzun hiç tadı yokken, yine bir varmış bir yokmuş, umut yine yeniden tohum olup savrulmuş dört bir yana… Nasıl mı? Nasılı bir çok tohuma ana, Leman Ağacının dallarının arasına gizlenen binlerce çiçekte saklı.
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi… Bir fırtına kopmuş, Karacaahmet’ten. Gölgesinde yüzlerce yitip giden evladın ayakkabısı bekleyen, dallarında anaların beyaz barış başörtüleri sallanan bir ağaçtan. Parlak mı parlak, güzelliği dillere destan bir ağaç. Kokusu Isparta gülü. Dalları her mevsim Mardin bırğızzeyli, her mevsim Sivas madımakı, her mevsim Van hüzün çiçeği, her mevsim Sinop kum zambağı, her mevsim Ankara yanar döneri, her mevsim Dicle Koruğu ama en tepesinde dört mevsim, bir Kardelen Çiçeği.
Herkes göremezmiş bu ağacı. Her görünenin gerçek olmadığını bilmek lazımmış bu ağacı görmek için. Görüngülerin ardına bakmayı bilmek. Dillere destan, aydan parlak ağacın adı Leman Ağacıymış. Güzelliğini, parlaklığını, her mevsim çiçek açışını damarlarını sulayan Dicle’ye, Fırat’a, Kızılırmak’a, Menderes’e, Seyhan’a borçluymuş. Başkalarının acısına bakmayı bilmeyenler, güneşin, ayın, yıldızın herkese ait olduğunu bilmeyenler, ağıtlardan yaşam doğurmayı bilmeyenler, velhasıl insana dair en insanca duyguları sol yanına mühürlemeyenler göremezmiş Leman Ağacını, duyamazmış Leman Ağacının onlarca ananın sesinden kopup gelen kahkahalarını. En kötüsü de gölgesinde çoğalıp binler olamazmış. O yüzdenmiş ya şaşmaları ne yaparlarsa yapsınlar Leman Ağacında tohumun hiç bitmeyişine.
Fırtınaları severmiş Leman Ağacı, ne zaman ki umutların azaldığını görse, dallarındaki çiçekleri aldığı her bir tohumun diyarlarına doğru üflemek için dilermiş ki bir fırtına kopsun. Kopsun ki Isparta gülü yeniden doğsun. Savrula savrula Mardin’e varsın bir bırğızzeyl olsun. Oradan Van’a uçsun hüzün çiçeklerine fısıldasın desin ki “umudunuzu hiç kaybetmeyin, umudunu yitirenin neyi kalır ki?” Fırtınalar en yakın dostlarıymış Leman Ağacının. Fırtınalarla tohumlarını zulmün peydahlandığı her yere savurmaktan ölüm alıkoyamamış Leman’ı. Tıpkı bir ağaca dönüşmeden önce Mamak’a, Diyarbakır Zindanları’na, Işıkveren’e, Gayrettepe’ye, Çiçekçi’ye yetiştiği gibi şimdi de binlerce tohumu ile zulmün peydahlandığı her yerdeymiş Leman, en yakın dostu fırtınaların yardımı ile.
Mevsimlerden Temmuzmuş. Çark Dönümü Fırtınası koptu kopacak. Ankara Gar Katliamında barışın, evet evet barışın, tarih böyle kaydetsin, barışın türküsünü söyleyen, barışın halayına duran 103 canın duruşmasında “insanlığa karşı işlenen suç” kapsamında IŞID beraat ettirilirken, Kayseri’de yine ırkçı bir provokasyon sahneye konarken umudun tohumlarının anası Leman Ağaç, acı ile hatırlamış nasıl olup da tohumların Leman Annesi olduğunu.
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi… Yıllar yıllar önce Isparta’da kendi halinde, güzeller güzeli bir gül doğmuş adı Leman… Leman Ağacının mis kokusu taaaaa çocukluğundan gelirmiş işte. Nasıl bir gül kokusu ki, insanın içini sevgi ile güzellikle dolduran… Hem de ortalık kan ve barut kokarken. Siz hiç konuşan koku duymadınız mı? O zaman Leman Ağacının Isparta gülü kokusunu hele bir çekin… İyice dolsun ciğerleriniz, çektiniz mi? Şimdi duyacaksınız o sesi:
Ben Leman, küçük bir kız çocuğuyum. Dünyanın en mutlu çocuğuyum dersem yalan olur. Dünyanın en mutlu çocuğu hala doğmadı ki… Nereden mi biliyorum? 1930’larda doğdum ben, 1929 Büyük Buhranının hemen ardından. Eh o gündür bugündür bitmedi ki zulüm, adaletsizlik, hukuksuzluk. Bir zamanlar Hiroşima’da şeker yiyemiyordu çocuklar, şimdi Filistin’de. Bir zamanlar Berlin’de savaşa katılmak istemediği için çatı katında saklanan bir adamı Nazi Subayları ibret olsun diye sokak lambasına asıyordu, ipini kesince de Alman çocuklara ağzına çakıl taşı doldurtuyorlardı. Şimdi barış isteyen akademisyenlerin kanında banyo yapılmaktan bahsedilen çağlar. Daha o günlerde, büyümeden anlamıştım, böylesi bir dünyada bütün bütün bir mutluluk yoktu insan olana.
Babam memurdu benim. İlk oyunlarımı Isparta’da oynadım, ilk arkadaşlıklarımı Isparta’da edindim. 1930’larda bir kız çocuğu… Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum, duma duma dum, kırmızı mum, dolapta pekmez, yala yala bitmez, Ayşecik cik cik cik, Fatmacık cık cık cık, sen bu oyundan çık. O zamanlardan sevmedim, çıkmayı oyunlardan. Eksilmeyi o vakitlerden sevmedim, ben hep oyuna yeni birileri katılsın istedim. Katıla katıla çoğalmayı sevdim. Küçüktüm o zaman, bir küçük kız çocuğu. Portakalı soydum, başucuma koydum, dördüncü ve beşinci sınıfta babaannemin yanına, başkentin yoluna koyuldum. Ankara’yı tanıdım. Bilmezdim ki günler gelip geçecek, haftanın üç günü otobüs tutup İstanbul’dan Ankara’ya gideceğiz. Bilmezdim ki onlarca anne Güvenpark’ı mesken tutup ellerimizde simitlerle görev dağılımları yapacağız; oğullarımız için, kızlarımız için. Nerden bileyim ben bir küçük kız çocuğuyum, Isparta gülü kokulu. Sonra geri döndüm Isparta’ya. Aman ne heyecan, ne sevinç, Leman ortaokula başlıyor. Bilmiyordum ki memur çocuğu ne demek ama o zaman sorsalar, katar katar gitmek, eskileri unutmadan, yeni arkadaşlar edinmek, yeni oyunlar öğrenmek derdim. En çok da yeni oyunlar öğrenmeyi sevdim. Ortaokula giderken ayrıldık Isparta’dan.
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi… Büyüyordu Leman. Isparta’nın gül kokusunu yüklenmiş Mardin’e gidiyordu, bırğızzeyliye dönüşmeye. Leman anlamıştı ki dünya döndükçe hep bir şeye dönüşecekti, çoğala çoğala, ileriye doğru bir şeye… Acıyı da sevinci de taşıya taşıya bir şeye dönüşecekti ama şimdi Newroz zamanı bırğızzeyli olma vaktiydi. Nasıl mı? Leman Ağacına yaklaşın, dallarından tomur tomur fısıldasın…
Dönüşüyordu hücrelerim, hücrelerim ile dimağım, duygularım dönüşüyordu gülden bırğızzeyliye. Toprağı, taşı, suyu, insanı hem çok başkaydı hem çok aynıydı yeni yöremin. Farkında olmadan meğer Kewo’dan da tohumlanıyordum. Bir küçük kız çocuğundan başka bir şeye dönüşüyordum. Savaşa girdik, giriyoruz günleri. Savaş neydi? Kim çıkarıyordu savaşları? Kime yarıyordu savaşlar? Her yerden yükseliyordu Heil Hitler sesleri. İstanbul’da yaşanan karartma geceleri evde konuşuluyordu, ne demekti ki karartma geceleri? Gece zaten karanlık değil miydi? Nasıl ve neden karartıyorlardı ki geceleri? Hem karartsalar ne olurdu ki niye dertleniyordu buna bu kadar büyükler? Nasıl olsa yine sabah olacaktı. Yine gün doğacaktı. Gün hep doğardı.
Büyüyordum Kızıltepe’de. Lise yoktu buralarda. Yine yollara düşüyordum, babaannemin yanına Ankara’ya, liseyi okumaya: “Ankara, Ankara; güzel Ankara! Seni görmek ister her bahtı kara. Senden yardım umar her düşen dara. Yetersin onlara, güzel Ankara”. Bilmiyordum ki yıllar sonra Ankara’da onlarca anne ile düştüğümüzde dara, Ankara olacaktı kapı duvar, yetmek istemeyecekti analara. Nihayet bitmişti işte lise, sonrasına devam etmek, bir kız çocuğu için çok zordu o yıllar. Mardin’e dönme ve evlenme vaktiydi. Bir kız çocuğu için bu kadarı kafiydi. Harp bitmiş, insanlık Hitler irininden geride kalan onlarca yarayı temizlemeye çalışıyordu. Sanılıyordu ki yeni Hitler bir daha çıkmaz. Ahhhh!
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi… Bırğızzeyle dönüşen Leman, Kızıltepe’de bir üsteğmen ile evlendi, sonradan bir çok devrimci gence, Esat Amca olacak bir üsteğmen ile. Birlikte çok büyük acılara göğüs gerip mücadeleler vereceklerinden habersiz, ilk yıllarda “siz” diye hitap etti Leman, Esat Amcaya. Zor yıllarda tanımaya çalıştılar birbirlerini. Gün günü devirdi, zaman zamanı evirdi ve beş koca yıl Kızıltepe’de geçip gitti, ardından Leman, Sivas’a vardı, madımak oldu. Daha sonra iki evladını daha kaybedeceğini bilmeden yaşamının henüz başında evlat acısıyla ilk kez yandı kavruldu. Tifonun, sıtmanın, veremin kol gezdiği günlerdi. Leman da tifoydu. Ekmek, buğday, şeker ve hatta sabunda bile kıtlık günleri. Dünya harp sonrası salgınlarla sarsılıyordu. Leman, hem tifo ile hem ilk bebeğinin kaybının acısı ile mücadele ediyordu, ömrünün hep mücadele ile geçeceğinden habersiz Bırğızzeliden Madımak’a dönüşürken. 1992’nin 2 Temmuz Cuma gününden habersiz. Habersiz 37 canın, 37 aydının alevler içinde kavrulacağından, katledileceğinden… Dönüşüyordu Leman hem de ikinci çocuğunu da kaybettikten sonra Sivas’ta doğan üç oğlu ile birlikte. Dursun, Doğan, Volkan…
Küçük bir kız çocuğuyken babasının, sonra kocası Esat’ın işinden dolayı Anadolu’yu karış karış geziyordu Leman. Bir sonraki durak Van. Hem de Çıldır. Şimdi Van’ın hüzün çiçekleri ile karşılaşma vaktiydi. Kar, kış, kıyamet, boran… Öyle soğuk ki neredeyse yaşayan her canlı bir parça kristalleşmiş, yaşama dair ne varsa yarı uykuda, dağlar aralıksız ıslık çalmakta. Çocuklar; boran, fırtınaya kapılıp gitmesin diye yan yana dizilip birbirlerinden destek alarak varırlarmış okula kardan bembeyaz vaziyette. Hişşşşşş! Leman Ağacı’nın dallarından fısıldıyor Van hüzün çiçeği.
Beni Doğan’dan sonra solcu, devrimci oldu sanırlar. Doğan’dan sonra değiştim elbette hem de çok. Fakat daha ben küçük bir Isparta gülüyken sorgulamaya başladım dünyayı. Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum, duma duma dum, kırmızı mum, dolapta pekmez, yala yala bitmez, Ayşecik cik cik cik, Fatmacık cık cık cık, sen bu oyundan çık. O zamanlardan sevmedim, çıkmayı oyunlardan. Eksilmeyi o vakitlerden sevmedim, ben hep oyuna yeni birileri katılsın istedim. Katıla katıla çoğalmayı sevdim demiştim ya size. Bilincim kendi varlığının farkına vardı varasıya solcuydum ben. Sonraları onlarca çocuğa Esat Amcalık yapacak eşim de öyle. O vakitler askerler içinde çoğunluktaydı solcular. Dünyada onca şey olup biterken oturur muydu sizce biraz gül, biraz bırğızzeyl, biraz madımak, biraz hüzün çiçeğinden tohumlanan Leman Fırtına. Sanmayın Doğan’dan sonra aktifleşti Leman. Hiçbir zaman eve sığmadım. Çocuklar ilkokuldayken, Okul Aile Birliği’nde oldum. Sonra alabildiğince beyaz Çıldır’dan vardım Sinop’a. Artık bilirdim ki, ne kar yakarınca dururdu, ne dağlar, taşlar yürü deyince yürürdü. İnsandaydı her şey… Dönüşecek, dönüşe dönüşe dönüştürecekti. Şimdi, Ayancık’ta kum zambağı olma vaktiydi. Kadınlar eve mahkumdu. Niçin, kim koymuştu bu kuralları? İtiraz etmeliydi. Gidecek çok yol vardı da önce kadını sosyal hayata karıştıracak yollara başvurmalıydı. Haydi Leman dedim sen ki Isparta gülü, sen ki Mardin bırğızzeylisi, sen ki Sivas madımakı, sen ki Van hüzün çiçeği, sen ki Ayancık kum zambağısın her koşulda başka bir şeysin ama aynı zamanda hep Leman’sın, haydi dedim. Kurdum Kadınlar Birliği’ni, ilk ihtilalden sonra, 60’ın hemen ardından. Sergiler düzenledik, kurslar açtık. Kadının evden dışarıya çıkıp sosyal hayata karışması mühim meseleydi. Ne yalan söyleyeyim zaman zamanı kovalayacak da gün gelecek “Ayrımcılığa Karşı Kadın Sözleşmesi” imzalayacağımdan, bir yıl sonra da 17 Mayıs 1987 yılında yapılan “dayağa karşı” büyük yürüyüşünde en önde yürüyeceğimi bilmeden, sergiler düzenledik, kurslar açtık teee Ayancık’ta ben kum zambağıyken. Bergama , Lüleburgaz derken nihayet çok sevip yıllarımın geçeceği, çok acılar, çok sevinçler, çok kayıplar, çok kazançlar göreceğim İstanbul’a ilk kez vardık. Ailemize, kız evladım Ala’yı da eklemiştik gelirken… Memur çocukluğundan farksızmış subay ile evli olmak. Yine gözüktü bize yollar. Yine Sinop’a ama bu defa Boyabat’a… Çok evlat kaybettim ben çok, çok evladım oldu ama çok evlat kaybettim üçü rahmimden doğan, onlarcası yüreğimden evlat bellediğim. Ala’yı da Boyabat’ta kaybettim. Her birinde diğerlerinin de acısını katmarleyerek, yana yana yürek, çok evlat kaybettim ben. Kimisini yedi aylıkken, kimisini on dokuzunda, yirmisinde açlık grevlerinde. Ala’yı küçücükken bir beyin ameliyatında. Evlatlarımın her birinin gülüşünü kahkahama kattım.
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi… İşte ondadır Leman Ağacından yükselen kahkaha sesinin neşeli ezgisindeki acının gizemi; yiten, yitirilen evlatların kahkahaya katık edilmesinden.
Sessizlik pek bize göre değildi. Büyük büyük bağırmalar da bize göre değildi. Yapılması gerekeni yapmaktı bize göre olan. Yine Boyabat günlerindeyiz. En küçük oğlan Volkan’ın Boyabat’taki lisesinde bir gerici linç girişimi. Esat Bey, o gün tesadüfen okulda. Lise Müdürü ve öğretmen karısını linç etmek isteyenler okul önüne toplanmış. Duyarız hep böyle haberleri son zamanlarda ajanslardan. Bazı kitapevlerine, gazetelere, içkili restoranlara, sol örgütlere linç girişimleri arttıkça artmakta. Konya’da bir şeyler oluyor Bursa’da bir şeyler oluyor. Fokurduyor ülke. Türkiye Komünizmle Mücadele Dernekleri her yere kolunu uzatıyor. Boyabat’ta da aynı bahaneler. Var bir karın ağrıları, yoksa bir darbe hazırlığı mı? Müdürü ve karısını, ileride onlarca genci evimizde saklayıp kollayacak Esat Amcanız küçük bir camdan kaçırmasa kim bilir neler olacak? Tabii haber tez yayılır, olayın üstünden hani zaman geçince Sinop’ta Milli Eğitim’den önemli şahsiyet demesin mi:
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi… 12 Mart’ın ayak seslerinin güçlendiği günlerde Boyabat’tan İstanbul’a gelir Leman. Birlikte yol yürüdüğü, kendine yoldaş ettiği kocası Esat, Kolordu Komutanlığı Lojistik Şube Müdürüdür artık. 1971 bir çok insan için acılarla, işkencelerle sürüp gidecek yılların başlangıcıydı. Önce onlarca, yüzlerce gence Esat Amca olmaya hazırlanan kocası Esat, erken emekliliğini istedi ordudan. Sıkıyönetim mahkemelerinde, mahkeme başkanlığı teklif edilince tereddütsüz “Ben başkalarının, çocuklar hakkında verdikleri kararlara kalem kırmam” der. Yine dönüşüyordu Leman Fırtına, bu defa direngen bir 12 Mart Anasına.
Bir mahsuru mu var, çocuklarımı devrimci yetiştiriyorum! Gururla, göğsümü gere gere… Gittiğim, vardığım her yöreden tohumlar alıp birbiri ile döllüyordum, dönüşüyordum. Ne portakalı soymaya ne başucumuza koymaya vakit vardı artık. Ölüm sicim gibi yağıyordu gençliğin, devrimcilerin üstüne. Muhtıra niye yapıldı, en ağır bedeller ödettirilerek anlatılıyordu bizlere. Doğu ve Güneydoğu’daki ilerici, demokratlar, TİP sempatizanlarını, sol örgütlerin gençlerini her yerden topluyorlardı. Radyolar sürekli çocuklarımızın adlarını anons ediyordu, içerdekilerin adını tutuklamaları yetmemiş gibi bir daha anons ediyorlardı. Çocuklarımız, gençlerimiz, komünizm ve Kürtçülük suçu ile bir bir toplanıyordu. Durur mu benim Ankara Siyasaldaki oğlum. Isparta gülü kokulum, bırğızzeylim, madımakım, hüzün çiçeğim, kum zambağım durur mu, durabilir mi? Sessizlik pek bize göre değildi. Büyük büyük bağırmalar da bize göre değildi. Yapılması gerekeni yapmaktı bize göre olan, Doğan yapılması gerekeni yapmıştı:
Doğan’ı da almışlardı içeri. Suçu büyüktü! Katledilen arkadaşları için boykot çağrısı! Savcı Baki Tuğ biran bile düşünmedi.
Üstünden çok geçmez ki İstanbul’da Çiçekçi ’deki evimizin kapısı çalınır. Bir telgrafımız vardır Ankara’dan. Ölüm her yerden yağıyor. Dereler kan rengi, urganlar gençlerin boynunda. Ölüm var; çalan kapılarda, gelen telgraflarda ölüm var. Böylesi bir zamanda geliyor telgraf, “Oğlunuz komadadır, mide kanaması geçirmiş.”
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi… Doğan’ın abisi Dursun soluğu Ankara’da alıyor ama bakıyor kardeşinin anasına ihtiyacı var, dönüp hemen ilk uçakla Leman’ı oğluna yolluyor. Bu defa öfkeyi bileyliyor , sevgi dolu yüreğine Leman. Askerî Cezaevi doktoru Metin Benli bilerek aspirin verdiği için oğlunun, Doğan’ının komaya girdiğini öğreniyor. Varıyor ki oğlu komada, bir küçük hastane odasında. Kapıda iki asker. Ölüyor Doğan’ı. Yaşatmayı değil öldürmeyi bilenlere:
“Ankara, Ankara; güzel Ankara! Seni görmek ister her bahtı kara. Senden yardım umar her düşen dara. Yetersin onlara, güzel Ankara”, babaannesinin yanına giderken öğrenmişti ya bu marşı, artık biliyordu Ankara’dan yardım umulmayacağını. Doktorlar, oğlunun başında kalmasını talep ederken Destek Kıtaları Komutanı kararını açıklıyordu:
Isparta gülü, bırğızzeyl, madımak, hüzün çiçeği, kum zambağı, ve 12 Mart Anasıyım ben. Ne sandınız döneceğimi mi? Dilekçeyse dilekçe, hastanenin önünde oturmaysa oturma, ben Leman Anayım, tanışın benle. Daha çok dikileceğim karşınıza. Sonunda kabul ettiler Doğan’a refakatçi olmamı. Bir buçuk ay hastanede yanında kaldım da açtı gözlerini oğlum. Beklemediler derhal yargıladılar. En ağırından verdiler cezasını. Doğan yaşıyordu ya bunu bilerek dönüyordum Çiçekçi ’ye, yüreğimde onlarca yitirilen evladın acısıyla ve onlarcasını daha yitireceğimizi hissederek. İki yıl sonra Ecevit affı çıkınca biraz olsun soluklanmıştı ülke. Doğan da çıkmıştı iki yıl sonra hapisten. Okulunu da bitirmişti. Ve sanki yeniden yaklaşmakta güzel günler… Çok geçmeden anladık ki daha var güzel günlere çok var belki de bir asır var. Sahip çıkmalı, bırakmamalı belki bir asır da sürse gelecek güzel günlere, barışa ulaşmak için yoldaş olmalı gençlere. Çiçekçi ‘deki evin odaları üçer kişilik ranzalarla doldurulmalı. İhtiyaç olduğunda oğullar, kızlar gelip kalsın diye. Haydi Esat Bey iş başına. Baskın olursa diye balkonda nöbet tutmak senin görevin. Ne demiş atalarımız yiyen dikilir yemeyen devrilir. Güçlü olması lazım çocukların, sıva kollarını Leman, gir mutfağa azıcık aşını çoğalt. Unutma, sen eksiltmeyi değil çoğaltmayı seversin taaa Isparta’da gül ikenden. Ev dolup taşarken yüreğimiz ağzımızda beklediğimiz oluverir bir sabah. Günlerden 12 Eylül, Kenan Evren “kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kaldığını” açıklıyor.
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi… Leman o sabah hiç korkmadığı kadar korkmuş. Nasıl korkmasın onlarca devrimci çocuğa ana, her birini gözünden sakınan bir ana. Belli etmemeye çalışmış, gitmiş onlarca genci yatırdığı üç katlı ranzalarla konuşmuş. Biliyormuş bir daha gelmeyeceklerini, gelemeyeceklerini. Doğan’ı da o günden sonra bir daha göremeyeceğini biliyormuş ana yüreği. Ama kendince direnmek için bir oyun kurmuş zihninde. Yok, bu defa portakalı soyup başucuna koymalı değil. 12 Eylül 1980’den sonra her gece iki buçuk ile üç arası evlerinin telefonu çalmış. Bir tek onun duyduğu telefonlar. Doğan’ın hayatta olduğuna kendini inandırmak için bir oyunmuş bu zihni ile anlaştığı. Doğan şimdi gündüzleri nasıl arasın ancak karartılan gecelerde arayabilir. O yüzden 1460 gün, o telefon iki buçuk ile iç arası sadece Leman’a çalmış. Başka da kimse duymamış. Bin bir çileyle büyüttüğü oğlunu, hayatta tutmak için askeri hastaneyi mesken tuttuğu oğlunu ancak sokaklarda, meydanlarda asılı olan “aranıyor” fotoğraflarında görebiliyormuş. Arıyorlardı Doğan’ı. Aradıklarına göre yaşıyordu oğlu. Fotoğraflar hem acı hem umut veriyordu Leman’a. “Ya bir gün inerse o fotoğraflar” diye korku ile uzaktan seve seve meydanlarda asılı “aranıyor” fotoğrafını.
Ya dönmezse?
Doğan’ın komaya girdiği hastanenin bir başka odasında bu defa Esat Beyi, yol arkadaşını hayatta tutmaya çalışıyordu Leman. Uzun süredir gözlerinden yaşadığı sorun iyice ilerlemişti. Defalarca yırtılan retinası artık görevini yapamaz haldeydi. Görme yetisini kaybetmişti gözleri. Oysa son isteği Doğan’ı bir kez daha dünya gözü ile görmekti ya olmayacaktı. Gülhane’de hastane odasında içi geçer Leman’ın. Birden irkilir.
Nasılını kimse bilmez ama analar hisseder derler ya Leman doğru hissetmişti. Doğan’ı yakalamışlardı. Dört yıl sonra Filistin’den dönmüştü Doğan. İstanbul’da takibe takılan bir yoldaşını uyarmak için gittiği evde polisin kurduğu pusu ile yakalanmıştı. Kardeşlerine haber gelmişti ya o kardeşler Leman ve Esat üzülmesinler diye haberi saklamışlardı. Doğan’ı yakalamışlardı yakalamasına ama sahte kimlikle.
Hangi birine dayansın aileler? En basiti çıplak arama, dayak yemedikleri gün yok, tabutluklar, geceleri soğukta direklere bağlanmalar, duyup da bilip de hangi birine dayansın. Benim oğlum Gayrettepe’deymiş. Bir çok oğlum, bir çok kızım Mamak’ta, Diyarbakır Hapishanelerinde. Doğan, Doğan Fırtına olduğunu günlerce reddetmiş. Günün birinde bizim Ankara’da hastanede olduğumuz bir vakit, Doğan’ın Doğan olduğunu teşhis edelim diye bizi almaya karar vermişler. Evde Doğan’ın küçük kardeşi. Doğan ile yüzleştirmeye alıp götürmüşler onu. Doğan’ı görür görmez gözleri ile sarılmış ağabeyine. Peki ya tanısa mı Doğan için daha iyi olacak tanımasa mı? Bilememiş.
Ah çocuk sen misin bunu diyen. Dalga mı geçiyorsun sen bizimle, nasıl tanımazsın abini diye içeriye atmaya kalkmışlar, Doğan’ın gözleri önünde kardeşini. Bilir ki Doğan, içeri düşerse kardeşi en ağır işkencelere uğrayacak, izin vermez buna. Kabul eder Doğan Fırtına olduğunu. O günden sonra işkencenin dozu artar da artar.
Durur muyum? Doğan’ı yakaladıklarını öğrenince vardım Gayrettepe’ye. Sonunda 1460 gün sonra gördüm oğlumu Selimiye’de. Ufalmıştı çocuklarımız, gözlerinin feri sönmüştü. Açlık grevlerine başlamışlardı. Yüzlerinde bile cop izleri. İyi ki görmüyordu babası. Ama öğreniyordu cezaevlerinde sürdürülen işkenceleri. Bir sabah, en kendinden emin sesi ile:
Sessizlik pek bize göre değildi. Büyük büyük bağırmalar da bize göre değildi. Yapılması gerekeni yapmaktı bize göre olan. Başbakan’a, Genelkurmay Başkanı’na, her yere telgraflar çektik. O günden sonra evimiz cezaevi kapılarıydı artık. Evlatları içeride olan analar ile haftanın üç günü otobüs tutup Ankara yollarına düştük. Başka şehirlerden gelen analarla Güvenpark’ta buluştuk. Kimimiz Genelkurmay’a, kimimiz Kara Kuvvetleri’ne, kimimiz Meclise, kimimiz de partilere gittik. Her gün haykırdık:
Haklıydık, bu mücadelede! İşkence dursun istiyorduk. Çocuklarımızı görmek için açık görüş istiyorduk. Anamızın ak sütü gibi hakkımızdı. İnsan, haklarıyla insandı. Kazandık. Doğan’ın yakalanmasından bir yıl sonra 85’te, beş dakikalık ilk açık görüşümüzü kazandık. Kurtlar, kuşlar duysun direne direne kazandık. Bayramın ikinci günü 27 Ağustos 1985’te evlatlarımızla beş dakikada olsa açık görüş yapacağız. Geçmiyor vakit. 26 Ağustos uzadıkça uzuyor. Bitmiyor. Bin yıl gibi geçen gece devrilip de gün doğunca uyandık. Dündü ya bayramın ilk günü, bize bayram bugündü. Esat Bey heyecanla ve şaka ile karışık:
Sonra gelinimizden bir kahve istedi. Çok mutluydu. Sakin gözüküyordu. Meğer heyecandan, Doğan’a gitme heyecanından ölüyormuş ya bize hissettirmedi. Kahvesini içti, on dakika geçti ya da geçmedi durdu Kalbi Esat Bey’in, onca yıllık yol arkadaşımın Esat’ın kalbi durdu.. Dayanamadı. Kurtaramadık, kızlarımın, oğullarımın bizde kaldığı günlerde balkonda onlar için gözcülük yapan Esat Amcalarını. Esat’a baktım. Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Ben evvela anaydım, yılar olmuştu evladımla kucaklaşmayalı, yüzüne el sürmeyeli.
Benden duydu oğlum babasını kaybettiğimizi, bir bayram sabahı, ilk açık görüşümüzde. Toparlanmalıydım, sadece Doğan için, kendi çocuklarım için değil, içerideki bütün çocuklarım için cenazemi gömüp kaldığım yerden devam etmeliydim. Kaybedecek bir an bile yoktu. Çocuklar açlık grevlerindeydi. Daha fazla ölmemek için toparlanmalıydım. Eksilmeyi hiç sevmedim ben, hiç.
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi…Isparta gülü, bırğızzeyl, madımak, hüzün çiçeği, kum zambağı şimdi yeniden dönüşüyordu bu defa bir kardelene. Leman Ağacının en tepesindeki kardelene. Mücadelelerini daha örgütlü sürdürmek için kadınların öncülük ettiği İnsan Hakları Derneği’ni İHD’yi kurdular, 86’nın 17 Temmuz’unda. Çark Dönümü Fırtınasının hemen ardından. Ambleminde kardelen olan İHD’yi. Mücadelede yoldaşlarının en yakınlarından biri de Didar Şensoy, Leman’a. Bir karar alırlar, analar başlarında beyaz başörtü, 1 Eylül 1987’de barış için Meclise gideceklerdir. Durabilir mi hiçbir güç kararlı ve haklı olduğunu bilen nice kadının karşısında. Tutuklu ailelerinden onlarca kadın, torunlar, gençler üç otobüs, şarkılar, türküler çıktılar yola. Çanakkale, Bursa ve Eskişehir cezaevlerini ziyaret ederek, Ankara’da Meclis’e varacaklardı. Yollarda başladı engellemeler ya, asıl Ankara girişinde durduruldular. Vazgeçmezlerdi. Ne tanklar ne toplar ne tüfekler vazgeçiremezdi. Haklıydılar. Baktılar ki analar otobüsten indirilen gençler coplanıyor durur mu tek tek indiler, copların karşısına gençlere kalkan oldular. Etlerine inen coplara aldırış etmeden, hastalıklarına aldırış etmeden kalkan oldular. Leman Anne baktı etrafta gazeteciler de şiddete uğruyor. Olur ya alıp götürülen olur diye haykırdı.
Gazeteci bağırdı:
Copların ardı arkası kesilmiyor, düşen yeniden kalkıyordu ki yoldaşı Didar cılız bir sesle Leman’a:
Şekeri ve tansiyonu çok yükselmişti Didar yoldaşının. Hüsnü Öndül ve Metin Bakkalcı ile hastaneye gönderdi Leman, yoldaşını. Alanda bekliyordu Leman, Didar’ı. Bir süre sonra Hüsnü ve Metin yoldaşları dönmüştü ama Didar yoktu. Sormadı. Anladı. Didar’ı kaybetmişlerdi. Sessizlik ona göre değildi. Büyük büyük bağırmalar da ona göre değildi. Ama o anda haykırdı:
****
Masal bu ya değil bu defa, gerçek bu ya, hem de gerçeğin ta kendisi… Isparta gülü, bırğızzeyl, madımak, hüzün çiçeği, kum zambağı , kardelen, Leman Anne biliyordu; dönüşecekti ölümden sonra da dönüşecekti başka bir şey olacaktı. Ne Çiçekçi’ de dükkanları bombalandığında, ne defalarca yaşına aldırış etmeden tartaklanıp coplandığında geri adım atmadıysa bundandı. İnsan dönüşe dönüşe geride bıraktıkları ile yaşamış sayılırdı. 2 Nisan 2015’te kadın yoldaşları omuzladı tabutunu, arkada yüzlerce çocuğu, yüzlerce erkek yoldaşları ile yürüdüler haykırarak “Leman Fırtına ölümsüzdür”. Biliyordu Leman, sığar mıydı hiçbir tabuta? Madem toprağa düşme vaktiydi öyleyse şimdi yeniden dönüşme vaktiydi aynı zamanda, onca yıl verdiği mücadeleden damarlarına, hücrelerine düşürdüğü tohumlarla. Yeniden filizlenme vaktiydi. Leman Ağacıydı o artık, ölümsüz, herkesin göremediği bir Leman ağacı, Karacaahmet’te. Hişşşşşşş, duyuyor musunuz yaprakların hışırtılarını:
Anıları ile yeni öyküler yazmayı sürdüren Leman Anne’ ye ve tüm yoldaşlarına saygıyla…
Bu öykünün yazılmasına izin veren ve katkıda bulunan Leman Fırtına’nın torunu sevgili Kerem Fırtına’ya dostça teşekkürler.
Yazar Hakkında Bilgi
12 Eylül 1980’de İstanbul’da doğdu. Gazetecilik eğitimi aldığı fakülte yıllarında, mesleği yerinde öğrenmeli diyerek çalışma hayatına atıldı. Yeni Binyıl Gazetesi Kültür Sanat sayfasında başladığı staj eğitiminin ardından 2002 yılının sonunda TV8 belgesel bölümüne geçti. Vildan Tekin ile birlikte yazdığı ¨Karadut¨ isimli romanın yanı sıra ¨Ağıt: Ararat'tan ve Ağrı'dan Yükselen Çığlık¨, ¨Çöldeki Balıklar¨ ve ¨Raman Petrol Kartalları¨ isimli üç kitabı bulunmaktadır. Yazıları çeşitli haber sitelerinde yayımlandı ve hala yazmaya devam ediyor.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖