Background

Gökyüzünde Işıldayan Mücadelenin Kutup Yıldızı: Behice Boran

“Sosyalist Doğulmaz, Sosyalist Yaşanır”


Hiçbir yerde, hiçbir zaman sosyalizme giden yol; dikensiz, taşsız, dümdüz, “şahane” bir yol olmamış. Yüzyılların ötesinden sürüp gelen mücadelede; hapse atılanların, haksızlığa ve bin türlü belaya uğrayanların biz ne ilkiyiz ne de sonuncusu olacağız. Bir çile söz konusu olacaksa, buna insanlığın genel çilesidir denilebilir ancak, içeride de çekilir dışarıda da. Ama ben bu düzeyde ve anlamda dahi “çile” sözcüğünü ve bu sözcüğün ifade ettiği düşünce ve bakış açısını sevmiyorum. “Bilimsel olarak gerçekçi ve geçerli, ahlaki açıdan haklı bir davaya inanış ve kendini veriştir bu sadece. Ne çile, ne fedakârlık, ne kahramanlık söz konusudur aslında. Bunların hepsi var olabilir, ama sorunun özü, aslı bunlar değildir. Bireysel açıdan ve düzeyde, sadece insan olmanın gereğidir. İnsan olmak da kolay değil elbette. Ama insan olmanın zorluğundan ne yakınılır, ne övünülür. İnsan olmanın gereklerini yerine getirmekten mutluluk duyulabilir, duyulmalıdır ancak. Bu yazdıklarım biraz “edebiyat”, “süslü sözler” gibi gelebilir. Hatta “bu da bir çeşit övünme” denebilir. Değil oysa. Gerçekten doğru bildiğim, inandığım bir anlayış bu. Böyle bir “insan olma’’ çizgisine ben varabildiğimi de iddia etmiyorum. Ama isterdim, amacımdır. 1


Ekim 1987 Brüksel
Apaydın bir Ekim sabahında gün yeniden başlıyordu. Gözünü açar açmaz, heyecanla, bekleyişle pencereden dışarı baktı. Bir kısmı Belçika bir kısmı Almanya’da geçen yedi yıllık sürgünün bir anlamı vardı elbette ve de bir sonu. Gözünü tekrardan kapadı. En derinlerinden gücendiği, hayatındaki en gücendiği bir ses odanın duvarlarına çarpıp kulaklarında yankılandı:

– Yazıyor, yazıyorrrrr.1979 seçimlerinde radyoda yaptığı konuşma nedeniyle hakkında açılan dava sonucunda, 8 yıl 9 ay ağır hapis, 2 yıl 11 ay sürgünde cezasına çarptırılan Behice Boran, askerin “yurda dön” çağrısına uymadığı için vatandaşlıktan çıkarıldı. Yazıyor, yazıyorrrrr, Behice Boran vatandaşlıktan çıkarıldı.


Gözünü yeniden açtı. Az evvelki heyecanla ve bekleyişle pencereden dışarı baktı. Derin bir nefes aldı. Bu aralar yine ne zordu şöyle ciğerlerini doldururcasına nefes almak. 1973’ten, Sakarya Cezaevi’nden kalma bir bronş ağrısı, can sıkıntısını arttıracak gibiydi. Çaresi belliydi. Can sıkıntısının en iyi ilacı gır gır geçmekti. Öyleyse biraz doktorla gır gır geçmeliydi. Ne de olsa az sonra gelip, gözlerini kocaman açıp “Toplantıya gidemezsiniz, giderseniz bu intihar olur Behice Hanım”deyip duracaktı. Vazgeçmiyordu, inatçıydı. Bakalım, sen mi ben mi doktor? Bakalım hangimizin inadı? TİP, 12 Mart Muhtırasının ardından 1971 Temmuz’unda “bölücülük” iddiasıyla kapatılıp, Sıkıyönetim TİP’in gizli bir örgüte dönüştüğüne hükmedince 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldığında cezaevine girerken “o kadar öfkeliyim ki yatarım” 2 diye boşuna dememişti. İnatsa al sana inat doktor! Neyse ki bu defa inadım öfkeden değil, bitmek tükenmek bilmeyen devrimci umudumdan. Belki de doktor haklıdır. Toplantıya gitmem kendi hayatımın trajik sonu olacaktır. Eğer öyleyse bu da ne büyük bir umuttur. Trajedi, yok olduğunda geriye kalanla ilgili bir mesele değil midir? Bu toplantı her şeye rağmen hatta ölüme rağmen ve inat, mutlaka yerine getirilmesi gereken son bir görev. Üstüne çok şeyler inşa edilebilecek olan da bu toplantı. Hikâye bitmeyecek aksine yarından sonra anlatılacak, yenilenecek, belki sekteye uğrayacak ama bitmeyecek bu hikâye.


Yarın (7 Ekim) o basın toplantısına gideceğim ve yeni partinin adının Türkiye Birleşik Komünist Partisi olacağını açıklayacağım, feleğe inat. Uzandığı somyadan pencerenin dışına baktı. Sanki beklediği birileri var gibiydi. Doktorla gır gır geçme meselesi bir yana TİP ve TKP’nin birleşmesi tarihsel koşullar açısından bir zorunluluktu. TİP’in de illegale geçmesiyle birleşme kendini zorunluluk olarak gelip dayatmıştı. Aynı ideolojide aynı amaçlar için mücadele eden iki illegal parti olmazdı.3 Eğer toplantıya katılmazsa bin bir türlü lakırdı döner, durur; sol kamuoyu açısından birleşmeye kuşku düşerdi. Onca yıllık çabaya bunu yapamam, diye düşündü.


Ah doktor “bizim nüfus kâğıdı eskiyeli çok oldu, var mı yenilemenin bir çaresi sen onu söyle bakalım” diye takılırım doktora az sonra. Hem üstelik benim vaziyetim her vakit eşeğin kuyruğu gibi ne tamamıyla kısaldı ne tamamıyla uzadı; yani ne büsbütün aksi ve sıkıntılı oldu ne de tam iyi. Kendimi sapasağlam, zinde, enerjik hissettiğimi hatırlamıyorum. Hani “ne öldürür, ne ondurur” diye bir halk sözü var ya, benim hastalıklar evvelden hep o çeşit. Bana iyi ve fena şeyler hep beraber geliyor zaten. Şimdi de varsın öyle olsun. Sanki talih hiçbir zaman işlerimin tam rast gitmesine razı olmuyor. Mütemadiyen şu veya bu suretle mücadele etmekle geldim bu yaşa. Fert istesin ya da istemesin hayat ferdin yakasını ölümün kapısına kadar bırakmıyor ve fert de yakasını kurtarmaya çalışmamalı. Eninde sonunda nasıl olsa kurtulacak değil mi?4

Hayat, bana 77’imde bir insan olarak bir kadın olarak bir koltuğa birçok karpuz sığdırmayı da öğretti. Hastalıkların geçmesini bekleyecek olsaydım Ann Arbor’dan 5 bir adım öteye gidemezdim. Aynı odaları paylaştığım kızlarla, karşılıklı yataklarda, sigaranın ateşböceği uçları karanlıkta parlayarak tatlı sohbetler edemezdim. Hele o bitmek bilmeyen doktora tezi yok mu, işte o tezi hiç bitiremezdim. Yellowstone Park’ta aniden bir düğüm gibi Türkiye özlemi gelip boğazıma dolanmazdı. Yirmi beş yaşı düştü aklına. Usulca kalktı yerinden. Çekmecede duran mektup kutusunu aldı, somyanın kenarına koydu. Başvurusu olmadığı halde, kendisini kolej yıllarından tanıyan hocaların önerisiyle, ABD’deki Michigan Üniversitesi’ne burslu doktora öğrencisi olarak davet edildiğinde karmakarışık duygular içindeydi. Onca kilometre uzakta, ablasından, yeğenlerinden, babasından ve en çok da annesi Mahire Hanım’dan çok uzaklarda olmak nasıl olacaktı? Kaç yıl sürecekti ayrılık? Kaç yıl onları görmeden geçip gidecekti? Gözleri doldu. Kutunun içindeki yüzlerce mektuptan birini rastgele çekti. Dönüp, pencereden dışarıya baktı. Sanki beklediği, saat vermiş de gecikmiş gibi iyice göz ucuyla yokladı pencerenin dışını. Umudunu yitirmeden, okumaya koyuldu rastgele seçtiği mektubu.


Sevgili anneciğim, (…) insan dediğin, galiba muhakkak bir üzüntü bulmaktan hoşlanıyor. Bugünlerin kıymetini bileceğine benim gelmemi tutturmuş, kendini boş yere üzüyorsun. Çoğu gitti, azı kaldı. Buradaki işleri bitireyim, elbette geleceğim. Bundan evvelki mektuplarında, sanki ben sizi dört senedir seneden seneye savsaklamışım gibi bir ifade vardı. Hâlbuki ben hiçbir zaman, filan zaman geleceğim deyip de sonra vazgeçmedim. Daima şart-ı safiye kullandım. “Eğer filan zamana kadar, şu işler biterse geleceğim” dedim. Bu son mektubunda bahsettiğin “haklı” olup olmamak meselesine gelince, ben meseleyi böyle telakki etmedim ve etmiyorum.(…) Mademki burada Amerikalıların verdiği para ile okuyorum, üzerime aldığım işi yarım bırakıp dönemezdim. Bir de ortada mesleki mecburiyet vardı. Ben buradaki okumama sadece bir “meslek tahsili” olarak bakmıyorum. Ben tahsil ettiğim sahayı kendime meslek, hayat, iş olarak kabul ettim. Nasıl bir erkeğin kendi mesleğinde işler görmek istemesi tabii görülüyorsa, benim de meslek aşkım ve gayelerim tabii görülmelidir. Ben bir süs, gösteriş olsun diye okumuyorum. Döndükten sonra da diplomayı duvara asıp artık çalışmak bitti diye oturmayacağım. Bilakis çalışmak devresi asıl o zaman başlayacak. Benim para, mevki hususunda ihtiraslarım yok; fakat kendi mesleğimde bir iş görmek, kendi sahamda memlekette hizmet, hayatıma istikamet veren bir hedef.(…) Ne yapalım anneciğim, evlatlarınızdan biri de böyle garip bir mahlûk çıktı, evde oturup herkes gibi aile kuracağına, ilim denilen Anka kuşunun peşine düştü. Bu bir hastalık gibi, bir kere yakalandın mı, kurtulunmuyor. Böyle iptilanın hiç değilse başkalarına pek zararı dokunmuyor. Eğer bir kabiliyet varsa belki bir gün insaniyete mütevazı bir hizmetim de bulunabilir. Benden sadece ummak ve çalışmak… Neticeyi zaman gösterecek. 6

Gözleri doldu. Annesini özlemle andı. Amerika günlerinin ağır ekonomik krizleri ve sağlık sorunlarına annesinin mektupları olmasa dayanamazdı. Zaman ileriye, sona ve sonla birlikte yeni bir başlangıca doğru akıyordu. İyimser olmayan umudu dipdiriydi. Yoldaşları ondan ilk kadın sosyolog, ilk sosyalist kadın milletvekili, ilk kadın siyasi parti başkanı diye bahsediyordu. Duvarda asılı duran oğlu Dursun’un fotoğrafına baktı. İlkler arasında Dursun’u düşündü. Bir türkü söyleyecek gibi oldu. Duraksadı. Sesi eskisi kadar name yapamıyordu. Şikâyet edecek gibi oldu, sonra kendini azarladı.

– Hadi Behice, şikâyet edip durma, o kadar da olacak gayri. 77 yaşındasın!

Yerinden doğruldu. Ağır ağır, Dursun’un fotoğrafına doğru yürüdü. Doğumdan birkaç gün sonra kaybettiği Elif’i de düştü aklına. Kafasını çevirdi, pencereden dışarı baktı, “Belki de gelmeyecekler” diye mırıldandı. Dursun’a anlatmak ne zordu, onu ne için hapishaneden geçici tahliye ile çıkıp doğurduğunu. Sonraları anlamıştı ya da belki anlar görünüp beni üzmemek istemişti. Ama çocukken diyemezdi ya Dursun’a; bir grup arkadaşımla, Türk Barışseverler Cemiyeti kurucusu olarak Galata Köprüsü’ne çıktım. Barış için, Kore’ye asker yollanmasına karşı çıktım. Bağıra bağıra bildiri dağıttım da ondan ötürü ertesi günü tutukladılar beni. Sana da hamileyim. O yüzden bebekliğinde düştük ya ayrı. Diyemezdim bunları yumuk elli oğlana, büyüyünceye dek. Dursun’un fotoğrafına uzattı ellerini, şefkatle sevdi sevdi. Duvardan indirdi fotoğrafı, sımsıkı kucaklayarak, somyaya geri dönüp oturdu, kutudan bir mektup daha çekti.


Sağlıkla gelirsem oğlanı istasyonda bekliyorum zaten. O istasyon sahnesini ben günde belki on defa hayalen yaşıyorum. Ellerimde şişler işliyor, kafamda ise tahliye gününün teferruatı ve bilhassa trenin gara girişi ve kucağında Dursun’la sen.7 Ben Dursun’u alıyorum ve seni eşyalara bakmaya gönderiyorum. Sonra vapura biniyoruz.


Yastığı alıp ayaklarını uzattı. Yastığı ayaklarının üzerine koydu. 36’sındaki Dursun’a hep borçluymuş gibi hisseden duyguları eşliğinde fotoğrafı yastığın üstüne koydu. Ve başladı ninniye:

– Dandini dandini dastana / Dursun bebek uyusun / Uyusun da aman çabuk büyüsün / Danalar girmiş bostana / Daha neler var neler var daha / İşte kundak/ İşte hapis / İşte kavga / İşte Dursun bebek bizim dünya.


Bir yandan Melih Cevdet Anday’ın Dursun’a yazdığı, Ruhi Su’nun bestelediği ninniyi söylerken bir yandan derin düşüncelere daldı. Eskiden kalma bir duygu ile didişmeye başladı. Ömrü kolları sıvamaktan öteye gitmiyor gibi hissediyordu çoğu vakitler. Başlanıp geliştirilip tamamlanmış, bitirilmiş bir şey yok gibiydi. Hep yarım kalmıştı sanki. Meslek hayatı, politik hayatı, aile hayatı. Sanki hep bir yerde darbe yemiş, yarım kalmış gibi…8 Kim bilir belki de hayat tam da böyle bir şeydi. Belli ki bu da insanın sınavlarının bir parçasıydı. Belki de gaye sınavdan daha gelişmiş, olgunlaşmış, berraklaşmış ve durulmuş olarak çıkmak içindi bu yarım kalışlar.


Saate baktı. Anacığını anımsadı yine “koca karı ölmüş, altı günlük işi kalmış” derdi. Haydi, şu doktor gelip, yarın için benle kavgaya tutuşmadan reçeli yapayım diyerek ayaklandı. Mutfağa geçmeden önce pencereye yöneldi. Camı açtı. Serinliğin ürpertisi ile irkilmesi geçince kafasını uzattı. Göğe baktı, göğün en uzaklarına. Yoklardı. Ama umutsuzluğa düşmeden pencereyi kapatıp şekere yatırdığı ayvaların yanına geçti. Türkiye’den ziyaretine gelen bir yoldaşı getirmişti. Yakın dostları bilirdi reçele ne düşkün olduğunu. Hem kışın Dursun da yerdi. Dünyanın işi bitmez koca karı, hadi bakalım Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni ilan etmeden evvel ayva reçelinin kıvamını tutturmalı. Onca yıldır bir türlü annesinin ayva reçellerinin koyu rengini yakalamayı başaramamıştı. Üstelik annesinden aldığı taktikle bir kısmını kabuğu ile rendelemesine rağmen.


Sabaha karşı uyku tutmayınca şekerde dinlendirmek üzere minik kareler halinde kesip attığı ayvaların tenceresine su ekledi. Ayırdığı ayva çekirdeklerini de ekleyip tencereyi yüksek ateşte kaynamaya bıraktı. Bir yandan yarın basın toplantısında konuşacağı metnin üstünden geçiyordu. Kıvamı güzel olursa küçük bir kavanoz doktora da veririm diye düşündü. Tabi toplantıya giderdin gitmezdin hay huyunu kazanırsa. Notlarına baktı, gelebilecek sorulardan birinin de TBKP’nin legalliği/illegalliği üzerine olacağı muhakkaktı. Ayvalar yüksek ateşte kaynadıkça tencerenin üstünde köpükler oluşuyordu. Böyle bir soru gelirse verilecek cevap net diye düşündü. Kaynayan tencereye bir miktar karanfil attı. Komünist partilerin tercihinin hiçbir zaman gizli çalışmak olmadığına vurgu yapmayı unutma Behice, diye defterine not aldı. Bu duruma zorla itildiklerini, dolayısı ile legale çıkmayı elbette amaçladıklarını da belirtmeli. Bir yandan not defterine baktı bir yandan kırmızı kırmızı köpüklenen ayvalara. Sonra gülümsedi. Ayva çekirdekleri ve birleşme basın toplantısı. “Politikaya atılan erkek, çocuğunun yetiştirilmesi ve evin bakımını karısına bırakır ama bir kadın aynı şeyi yapamaz”9 demişti yıllar önce. Nevzat’ı düşündü. Evliliklerinde acaba Nevzat’ın soyadını (Hatko) kullanmayıp Boran’ı kullanmakta direttiği için hiç öfkelenmiş miydi? Bu da Behicece ataerkiye bir başkaldırıydı canım. Nevzat bunun bilincinde olabilecek ideolojiye sahipti herhalde. Reçelin kokusu buram buram apartman dairesine yayılmaya başlamıştı. Tencerenin altını kıstı. Üstüne başına baktı. Doktoru böyle karşılayamazdı. Bir duş alıp hazırlanmalıydı. Tencere ağır ağır fokurdarken mutfaktan çıktı. Boy aynasında kendini gördü. Parti içi kavgaları, dostlukları, düşmanlıkları düşündü. Marksist-Leninist analizlerde nasıl diretip sert durduğunu anımsadı. Proudhon, Althusser ile kendisine gelenlere “sağlam bir örgüte dayalı” bir işçi sınıfı partisi olmak için Marksizm ve Leninizm’den taviz vermeme kavgasını düşündü. Bu uğurda kendisini anlamayıp onu sert eleştirenleri düşündü.1970’te ilk kez TİP’in Genel Başkanı seçildiğinde parti gazetesinin başlığını anımsadı ve o günden kalma bir kararlılıkla gülümseyerek “Kılavuzumuz Bilimsel Sosyalizm, Silahımız Partimizdir” diye aynadaki suretine fısıldadı. Banyoya gitmeden önce bir kez daha pencereye yaklaştı. Camı açtı, az evvel yaptığı gibi göğe doğru başını kaldırdı. Göğün en derinlerine doğru baktı. Yoklardı. Pencereyi kapatacaktı ki son anda açık bırakmaya karar verdi. Belki ayva reçelinin kokusunu alırlar, bilmez miyim nasıl da severler, diye düşündü.


Sonbaharın geldiği en çok banyoda kendini belli ediyordu. Bu soğukta yıkanmaya üşenir gibi oldu. Üstündekileri çıkarırken birden bir gülme krizine kapıldı. Çıplak bedenine şöyle bir baktı. Olduğu yere öylece oturdu. Katıla katıla gülüyordu. En içinden, en solundan, yüreğinin en derininden en özlediği anılarından, Ankara’dan Dışkapı Askeri Tutukevi’nden gülüyordu. Kızlar, yaşça büyük olduğu için (71 yaşında) hamamda kurnasını ayırıyordu. Rahat ettirmeye çalışıyorlardı 71’lik sosyalist kadını. Üstelik sıcak su beş dakika akarken ne yıkanmaydı amma… Her bir kurnanın önünde iki üç kişi sıcak sudan yararlanmaya çalışmaları aklına geldi. Çırılçıplak olmadan o kadar kısa sürede gömleğin, külotun içinden yıkanmaya çalıştıkları aklına geldikçe gülmesi iyice arttı. Bazıları tam soyunurdu ya o yeltenmezdi hiç o işe. Bir gün Oya10, baktı tam soyunmadan yıkanılmıyor, soyunuvermişti. Ardından Behice’nin ne kadar zorlandığını görünce seslenmişti:

Hocam, çıkarın her şeyinizi, aldırmayın, yıkanmaya bakın!

Oya mı bunu söyleyen, haydi bir cesaret Behice, deyip herkesin ortasında soyunuverdiği o an şimdi gözünün önünde değil, sol yanının en güzel köşesindeydi. Asıl hikâye sonrasıydı. Meğer hamamın kubbesinden bakınca Oya, ne görsün? Aydınlanma deliklerinin ikisinde ikişer göz. Bağırıp çığlık da atamamış, kızlar kötü olacak diye. Hiç ses etmemiş de hamamdan çıkarken erlerden biri “Bacım gözetleyen falan namussuzlar oldu mu?” diye sorunca şöyle bir durmuş. Belli ki gözetleyen bu namussuzdu diye düşünüp yanıtlamış “Yaaa işte böyle namussuzlar vardır kardeşim, düşün ki burada senin anan, kardeşin, yavuklun da olabilirdi” demiş. Ah Oya ah “bana sen soyun hocam demiştin, namusumun elden gitmesinden sen sorumlusun” diye bir yandan gülüp bir yandan mırıldandı. Öyle çok güldü ki ardından gülüşler yerini hüngür hüngür gözyaşlarına bıraktı. Tıpkı Oya ile o günkü gibi işkenceli sorgularda kadınlara yapılan muameleleri düşündü. Öfkelendi, utandı, hıncından dakikalarca ağladı. Mutfaktan ayva reçelinin kokusu banyoyu sarmasa orada öylece saatlerce oturup kalacaktı.


Banyodan çıkar çıkmaz, reçel tenceresinin altını kapattı. Odanın açık penceresine gitti. Kafasını uzattı, hala yoklardı. Biraz umutsuzluk çöker gibi oldu içine. Neyse ki doktor geldi de umutsuzluk yerini kavgaya bıraktı.

– Kati suretle gidemezsiniz basın toplantısına, ölümünüz olur. İyi değilsiniz, bu halde nasıl gideceksiniz?


Behice’yi aldı yine tatlı bir gülümseme.

– Bana bak doktor, karşımda birden sokağa çıkma yasağını tanımayıp sokağa çıktığımız 1 Mayıs 79’daki beni sorguya çeken hâkim gibi oldun. O da böyle yaşımla aklınca alay eder gibi Merter’den Taksim’e nasıl gideceksiniz diye sormuştu.


Doktor, gülümsedi.

– Ne dediğinizi biliyorum.

– Öyleyse yarın basın toplantısına da dinlene dinlene gideceğim11 onu da biliyorsun. Anlaştık mı?


Doktorla kavgayı Behice kazanmıştı. Yarın kendini çok yormayacaktı ve basın toplantısına dinlene dinlene gidecekti. Doktoru küçük bir kavanoz ayva reçeli ile uğurladıktan sonra, notlarını son kez gözden geçirmek için ağzına bir kaşık reçel atıp somyasına oturdu. Gözü ise penceredeydi. Somyanın üstüne eski Yürüyüş, Çark Başak, Yurt ve Dünya, Genç Öncü dergilerini yaydı. Dinlene dinlene olmasa da çok uzun bir yürüyüşün tarihi belgeleri arasında kayboldu. Dostların, yoldaşların, ailesinin sesi dergi okumalarının arasına girip çıktı. En son kendi sesini duydu. Seksen darbesinin ayak seslerinin yükseldiği 79’un 1 Mayıs’ından, Brüksel’e 87’nin Ekim’ine haykırdı Behice Boran’ın sesi:

İşçi sınıfımız hükümetten davacıdır! 12

Sesin yankısı belli ki Miryem kıza, Oya’ya, Sevim’e, Leyla’ya, Tahir’e, Kazime’ye, İpek’e13 ulaşmıştı. İşte şimdi pencerenin önünden Behice’nin kızları göç eden kuş sürüsüne katılmış Behice’yi selamlıyordu. Miryem kız mektuplarının birinde yazmamış mıydı “bundan sonra kopmak yok” diye. Kopmamışlardı. Bir olup Behice’yi selamlamak için göçmen kuşların arasına karışmış çok uzaklardan selam getiriyorlardı. Behice, pencereden kafasını uzattı. Kızlara içi sevinçten çığlık çığlığa el salladı. Tıpkı 1 Mart 1974’te yoldaşı Sadun Aren’e yazdığı mektupta söylediği gibi sürgündeki son günlerinde “bir çocuk gibi şaşarak yaşamayı” sürdürüyordu işte! Ezberindeki mektubu içinden tekrarladı:

Birkaç gün önce avluda çocuklar çığlık çığlığa bağırıştılar. Kulak verdim, “leylekler leylekler” diye bağırıyorlar. Çocuklar, o kadar yeni bir şey görüyorlar ki sarı badanalı duvarlar arasında, gökyüzünün derinliklerinde uçup giden silik kuşlar büyük olay, sevinç kaynağı. Bunu okuyun Yeşne’ye14, her şeye rağmen gülme, sevinme yeteneğini yitirmemek lazım. Geçenlerde Dursun’a da şunu yazdım: “Yine de güzel şey yaşamak, Dursuncuğum, ‘Bir çocuk gibi şaşarak yaşamak’”. Ve buna inanarak yazdım; güzel bir söz, bir teselli sözü değil. 15

Çocuk şaşkınlığı ile sevinciyle somyaya geri döndü. Odada hala ayva reçelinin karanfil kokusu, yarın dinlene dinlene gideceği basın toplantısı öncesi duygularını son bir kez tarttı. Onca duygudan sonra şimdi en çok hissettiği neydi? Düşündü, cevabı buldu. Üç yıl önce Server Tanilli’ye sürgünden yazdığı mektubu anımsadı. Kutunun içinden 25 Eylül 1985 tarihli mektubu buldu. Heyecanlandı. Odanın içinde volta atarak okumaya başladı:


Yaşam boyu artarak kendimi, görünmez ama benim için gerçek “yargı mercii” olan işçi sınıfı hareketi ve ideolojisi ve tarih önünde hesap verme yükümlülüğü içinde hissettiğimi ve bu sorumluluk bilinci içinde davrandığımı da söyleyebilirim. Ama bütün bunlar pratikte başarılı olmaya yetti mi, ne ölçüde ve sonuç ne? O başka bir sorun. Onun cevabını tarihe bırakıyorum…

***

Yine de güzel şey yaşamak diye kendi kendine mırıldanıp en görkemli hali ile hazırlanmaya başladı basın toplantısına. Bu son görevdi, kalbi öyle söylüyordu Behice’ye. Doktora söz vermişti, dinlene dinlene gidecekti. O nasıl olacaktı bilmiyordu ama söz ağızdan bir kere çıkardı. O yüzden dinlene dinlene gidecek, kendini toplantıda çok yormayacaktı. Gazeteciler sıkıştırmayı severdi, o gazetecilere uymayacak, toplantının iplerini elinde tutacaktı. Evden tam çıkacakken sol koluna bıçak gibi bir ağrı saplandı. Göğsü sanki oyuluyordu. Derin derin nefes aldı. Birden kaygılandı. Sürgünde ölmek bir şey değildi de ya memlekete götürmezlerse, diye düşündü. Derin derin nefes aldı. Uğur Mumcu ile yaptığı söyleşide Uğur’a vasiyet etmişti. “Sürgünde ölürsem, cenazem Türkiye’ye getirilsin. Bunu sağlamaya çalış mutlaka” diye. Uğur, yapardı. Böyle düşününce bir rahatlama oldu. Sırtından akan ter kesildi. Hazırdı. Sonrasının ne olacağını kestiremiyordu ama şu anda tarih bu müdahaleye zorluyordu Behice’yi. Aklında çok sorular vardı ya cevabını şimdiden kestirmesi mümkün değildi. Gidip basın toplantısında Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin kuruluşunu açıklayacaktı. Üstelik bu birleşmenin son birleşme olmayacağını bile bile. Toplumların tarihinin çok uzun yıllarda yazılacağını bile bile.


Ve işte son görev de yerine getirilmişti. Basın toplantısı sona erdiğinde çok yorgundu, kalbi yoklayıp duruyordu ama keyfine diyecek yoktu. Onu dairesine bırakacak arabanın içinde en sevdiği şeyi yapmaktan kimse alıkoyamazdı. Türküsünü söyleyecekti. Arabanın camını açtı ve bir çocuk şaşkınlığı ile Brüksel sokaklarında türküsünü söylemeye koyuldu:

– Ay ışığı jandarmanın süngüsünü yakıyor/Mahpus yoldaş pencereden jandarmaya bakıyor/ Mahpus yoldaş pencereden jandarmaya bakıyor/Ve diyor ki o “jandarma sen kardeşimsin, köylümsün”/ Kırlarında salgın gezen köyden geldin belki dün/ Jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana/ Kurtuluşun bizimledir elini uzatsana/ Kurtuluşun bizimledir elini uzatsa…16

Yorgundu. Doktorların toplantıya katılmama tembihini dinleseydi böyle mi olurdu olmaz mıydı bilmiyordu, bilmek de istemiyordu. İçinden bir kişiye teşekkür ediyordu. Amerika’da onu Marksizm ile tanıştıran doktora arkadaşına. Bu onun hayatının dönüm noktasıydı.17 Bir yandan aklı Uğur Mumcu’daydı. Vasiyetini unutmayacağından emindi emin olmasına da ya engellerlerse Türkiye’ye girişini. O da artık Mumcu’nun omuzlarında yüktü. Pencereden son bir kez dışarı baktı. Belki yine kızlar bir geçiş yapardı da onlara şöyle en sevdiği yazarlardan biri, Shakespeare’den bir söz ile veda ederdi: Yeter Ki Sonu İyi Bitsin! Ne bedeller ödemişse ödemiş olsun, kendi için sonun iyi bittiğine inanıyordu şimdi. Gözlerini artık bir daha açmamak üzere 10 Ekim 1987’de Brüksel’de kapattı.


Hamiş:18 Uğur Mumcu, Behice Hanım ile ölümünden bir yıl önce yaptığı röportajı unutmamıştı. Behice Boran’ın naaşı Türkiye’ye getirildi. O güne kadar yapılan en kitlesel törenlerden biri ile uğruna mücadele ettiği sınıfı ile, halkı ile, yoldaşları ile vedalaşıp Zincirlikuyu Mezarlığı’ndan yeni Behiceler’e ışık olmak üzere gökyüzünde Kutup Yıldızı oldu.

Kaynakça:

  1. Akekmekçi T.& Yıldırım T, Behice Boran’ın Mektupları- II (1932-1986),s. 86-87, (Behice Boran’ın Mustafa Ekmekçi’ye yazdığı 29 Kasım 1973 tarihli mektuptan). ↩︎
  2. Metin Çulhaoğlu, Kitlelerin Değil Kadroların Teorisyeni ve Lideri Olarak Behice Boran, Seçme Metinler ve Üzerine Yazılar, Behice Boran Kitabı, Hazırlayan Emir Ali Türkmen, s.517 ↩︎
  3. Behice Boran, “Tip’in 25. Kuruluş Yıldönümünde Konuşma”, Çark Başak, sayı 113 ↩︎
  4. Bu paragrafta geçen birçok ifade, Tuba Akekmekçi ve Tuğba Yıldırım’ın editörlüğünü üstlendiği Behice Boran’ın Mektupları – I (1932-1984) ve Behice Boran’ın Mektupları – II ( 1932- 1986) kitaplarındaki ayrı ayrı mektuplarda Behice Boran’ın kullandığı ifadelerden alınmış ve metnin akışı içinde birleştirilmiştir. ↩︎
  5. 1935-1939 yılları arasında burslu doktora öğrencisi olarak okuduğu Michigan’da bulunun şehir. ↩︎
  6. Akekmekçi T.& Yıldırım T, Behice Boran’ın Mektupları- I (1932-1984), s.63-64, Behice Boran’ın annesine yazdığı 9 Ağustos 1938 tarihli mektuptan. ↩︎
  7. Akekmekçi T.& Yıldırım T, Behice Boran’ın Mektupları- I (1932-1984), 3 Nisan 1953 tarihli eşi Nevzat Hatko’ya yazdığı mektuptan. ↩︎
  8. Akekmekçi T.& Yıldırım T, Behice Boran’ın Mektupları- II (1932-1986), Gökhan Atılgan’ın kitaba hazırladığı sunuş kısmında yer alan Behice Boran’ın 10 Haziran 1974’te Fatma Hikmet İşmen’e yazdığı mektuptan. ↩︎
  9. Fatmagül Berktay, Behice Boran: “Karar Verme Selahiyeti”ne Sahip Bir Kadın,Seçme Metinler ve Üzerine Yazılar,Behice Boran Kitabı, Hazırlayan Emir Ali Türkmen, s. 457. ↩︎
  10. Oya Baydar. Yazıda kullanılan hamam anısı Oya Baydar’ın, Behice Boran: Bir Kadın, Bir Anne, Bir İnsan isimli yazısından alınarak kullanılmıştır. Seçme Metinler ve Üzerine Yazılar, Behice Boran Kitabı, Hazırlayan Emir Ali Türkmen, s. 52 ↩︎
  11. Behice Boran’ın hâkime1 Mayıs 1979’da verdiği cevap. ↩︎
  12. 1 Mayıs 1979’da sokağa çıkma yasağını delip Taksim’e yürürken haykırdığı cümle. ↩︎
  13. Cezaevi yıllarında, Ankara Dışkapı Askeri Tutukevi’nden yoldaşları kadınlar. ↩︎
  14. Sadun Aren’in oğlu. ↩︎
  15. Akekmekçi T.& Yıldırım T, Behice Boran’ın Mektupları- II (1932-1986), Gökhan Atılgan’ın kitaba hazırladığı sunuş kısmında yer alan Behice Boran’ın Sadun Aren’e yazdığı 1 Mart 1974 tarihli mektuptan. ↩︎
  16. Mektuplardan anlaşıldığı kadarı ile belli ki Behice Hanım, Ankara Dışkapı Askeri Tutukevi’nde en çok bu türküyü söylemiş. Genç kadın yoldaşları, Behice Hanım’dan en çok bu türküyü söylemesini istemiş ve Behice Hanım’ın Sakarya’ya naklinden sonra Behice Hanım özlemini bu türküyü mırıldanarak gidermeye çalışmışlar. ↩︎
  17. Bu ifade Behice Hanım’ın kendi ifadesidir. ↩︎
  18. Mektupların kokusu yazıya hâkim olduğu için “ek” yerine Behice Hanım’ın kullandığı gibi “Hamiş” sözcüğü kullanılmıştır ↩︎

Editör: Ebru Pektaş
Redaksiyon: Sabâ Esin
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation