Köşe Yazıları Meryem Göktepe 10 Ekim 2024
Katliamda şans eseri ölmemiş olduğuna utanan binlerden biriyim. Günler öncesinden BARIŞ isteyerek ve tek silahım olan “Barış Bloku” yazılı pembe rozetimle KESK’e bağlı sendikam Tüm Bel-Sen ile İstanbul’dan yola koyuldum. İlk mola yerimiz Mehmetçik Vakfı Kurtköy Dinlenme Tesisleri’nde barış umudum büyüdü, çünkü çoktuk, kalabalıktık, belki de son yıllarda Gezi’den beri en fazla katılımın olduğu eylemdi. Halaylar çekiliyor, herkes herkesle selamlaşıyor, tanıdıklar kucaklaşıyordu. Evet, hâlâ umut vardı, bu ülkeye barış gelsin diyen insanlar hiç de az değildi.
Demek düşman da bunu böyle okumuş, bizim için umut olan durum onlar için korku olmuştu ki bombalarını hazırlamış, tezgâhı kurmuşlardı. Ülkenin güvenliği en üst düzeydeki şehrinde, başkentinde korkunç planlarını uygulamak üzere olduklarından haberimiz yoktu.
Önce şehirlerarası otobüsün hiç durdurulmadan, tacize varan düzeyde ikide bir kimlik kontrolü yapılmadan Ankara’ya varmasına şaşırdık. Sonra buluşma noktalarında hiç polis olmaması hepimizi tedirgin etti; nasıl olurdu da böyle hassas bir konuda yapılan bu kadar kalabalık bir mitingde polis olmazdı? “İzinli bir miting” diyerek kendimizi rahatlatmaya çalıştık ve coşkuyla öteledik bu kaygıları. Halaylarla, şarkılarla devam ettik güne. Bir barış mitinginde başka ne yapılır ki?
Ama mitingden sorumlu olanların bu olağandışı durumu görmeme hakkı yoktu. Mutlaka bir uyarı yapılmalı, bir önlem alınmalıydı; ama olmadı. Belli ki hepimizle birlikte onlar da barışın coşkusuna kapılmışlardı.
Evet, katili gördüm.
Katliamın tanığıyım.
Yürüyüş başlarken herkes gibi ben de üyesi olduğum sendikanın kortejine yöneldim. Bir ara fotoğraf çekmek istedim ve arkalara doğru ilerledim. Halaya duran gençleri gördüm, önce fotoğraflayıp kendim de halaya katılacaktım ki Kocaeli Şube Başkanı Erdal1 ile karşılaştım ve hâl hatır sormak üzere durdum. Bir yandan da gözüm halaydaydı. İkinci cümlemizi kurduk kurmadık bir patlama oldu, halay çekenlerin yüzlerindeki gülümsemenin adeta donduğunu gördüm. Arkadaşım “yere at kendini” dedi. Bir anda yerde buldum kendimi, yerimden doğrulamadan ikinci patlama oldu. Gökyüzünde uçuşan parçacıkları ve toz bulutunu gördüm. Her yerde müthiş bir panik vardı. Erdal “Sakin olun, bu bir ses bombası” dedi, bunu insanları sakinleştirmek için mi, yoksa öyle algıladığı için mi kurduğunu bilmiyorum ama kitleyi sakinleştirmekte etkili oldu.
Ama biraz etrafımıza bakınınca olayın çok daha büyük olduğunu hepimiz anladık. Benden 5-6 adım ötede, kenarda bacağından oluk oluk kan akan bir genç vardı. Beni kan tutar ve bayılırım. Ama o an öyle bir andı ki, bayılmak şöyle dursun, yardım etmek için yerdeki bir pankart parçasını alıp bacağına sıkıca bağlayıverdim. Herkes elinden geleni yapmaya çalışıyordu; kimisi ağlıyordu, kimisi ise donup kalmıştı. Yaralıların çoğu “Benim yaram hafif, ağır yaralılara yardım edin” diyordu. Yeniden bir patlama olabileceğini o anda kimse düşünmüyor gibiydi. Kaçıp kendini kurtarmak, canını düşünmek yerine herkes büyük bir dayanışma sergiliyordu. Bir insanlık sınavıydı bu ve oradaki kitle o sınavdan geçti.
Bir süre sonra güvenlik zinciri oluşturmak için organize olduk. Sağlıkçılar dışında herkesin yukarıya, miting alanı yönüne doğru ilerlemesi duyuruluyordu, denileni yaptık. Aradan kısa bir süre geçmişti ki birden Sıhhiye Köprüsünün ikiye ayrılan kısmından, nereden çıktıkları belli olmayan bir polis grubunun patlamanın olduğu yöne doğru hareketlendiğini gördüm. Herkes aynı soruyu soruyordu: “Bomba patlamadan neredeydiniz?” Ama yine de yardıma geldiklerini sanıyorduk. Bu safiyane algımızı yerle bir etmeleri hiç uzun sürmedi. Yaralıların bulunduğu yöne doğru atılan gaz bombalarının haddi hesabı yoktu. Bizler bile zor nefes alıyorken, oksijenin hayati önem taşıdığı yaralıların ne halde olduğunu düşünemiyordum bile. İşte orada bir öfke patlaması yaşadım ve bir polisin yakasına yapışıp, “Yarın senin evladının da insanlıktan ve barıştan yana olmayacağını ne biliyorsun, o da burada olabilirdi” dedim. Gözünün içine baktığım o polis gözlerini kaçırdı.
Neden sonra CHP aracından miting alanına gidilmeyeceği, herkesin kendi pankartı altında toplanması duyurusu yapıldı. Şube yöneticimiz Faik Deli2, sonradan çok takdir ettiğim sorumluluk bilinciyle hepimizi toparladı ve sendika genel merkezine doğru yola koyulduk. O sırada Merzifon’dan gelen bir arkadaşımı gördüm. Gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Birlikte geldikleri arkadaşı Metin Kürklü3 ölmüştü. Aklıma yine polisin attığı gazla kaybettiğimiz Metin Lokumcu geldi. Ve tabii canım kardeşim Metin Göktepe… Metinler hep ölmek zorunda mıydı?
Evdekileri aramaya çalıştım ama ulaşamıyordum. Bir gün öncesinden kızım Emek Su, “Anne lütfen gitme bu defa” dediğinde, ona korkmamasını, herkes orada olacağı için kimsenin bir şey yapmaya cesaret edemeyeceğini söylemiştim. O anda bunları düşünüyordum, eşimi aradım, henüz haberi olmadığına sevindim. “Çocuklar televizyon izlemesin, bir patlama oldu, ben iyiyim” deyip kapattım. Daha sonra telefonum hiç susmadı, merak eden dost ve akrabalar sürekli arıyorlardı. Biz sıcağı sıcağına durumun ne kadar vahim olduğunun farkında değildik, ama televizyonda izleyenler dehşetle soruyorlardı nasıl olduğumuzu. Kaybettiklerimizin sayısı on olarak telaffuz ediliyordu daha.
Bu arada Faik sevgili kızı Dicle’ye ulaşamıyordu. Kötü bir şey olma ihtimalini sürekli ötelediğini sezinliyordum. Sonra kan vermek için organize olmaya çalıştık. Genel Merkeze yeni kayıp haberleri gelmeye başlayınca hastanelere gitmeye karar verdik, ilk önce Dışkapı Hastanesine gittik. Yaralılar listesine ulaşmaya çalıştık. Faik yoğun bakımdaki yaralılara bakıyor, kızının en azından orada olmasını umuyordu, bunu hissediyordum. Orada yaralı arkadaşlarımız da vardı, taburcu edilmiş hastane kapısında bekliyorlardı. Onlarla görüştükten sonra bir hemşire arkadaşa Dicle’yi tarif ederek “böyle bir yaralı var mı” diye sordum. O da sahipsiz bir genç kızın morgda olduğunu söyledi. Faik’ten önce, sendikadan bir kadın arkadaşımla bakmamız gerektiğini düşünerek Dicle’yi tanıyan bir erkek arkadaşımızla beraber indik morga. Hepimiz çok tedirgindik. Mehmet abi teşhis için girdi ama “emin değilim” dedi. Dicle’nin üzerinde siyah bir mont olduğunu, burnunun sağ tarafında hızması olduğunu söyledik morg görevlisine. “Evet, hızması var,” dedi görevli. O sırada halaları da oradaydı, içeri girdiler. Gördükleri anda Kürtçe ağıtlar yükseldi morgda. Bunu Faik’e kim ve nasıl söyleyecekti? Bütün arkadaşların bir köşeye çekilip ağladıklarını fark ettim. Daha 17 yaşında, hayat dolu gencecik bir candı; ablasının dediği gibi Dicle olup akmıştı ellerimizin arasından.
Ölü sayısı gittikçe artıyordu. Sağ kurtulmuştuk ama yüreğimiz paramparçaydı. Adeta utanıyorduk sağ kurtulduğumuza…
O gün Ankara’da kalıp kalmamak arasında kararsızlık yaşadığımda, eğer dönersem kendimi çok daha kötü hissedeceğimi evdekilere izah edip yola çıkmadım. Eşim, kızlarım, annem, kardeşlerim, yeğenlerim, arkadaşlarım sık sık arıyorlardı. Dönmemi istiyorlardı haklı olarak ancak ben ve arkadaşım Pembegül, dönemeyeceğimizi anladık.
O akşam yine Tüm Bel-Sen’de yönetici arkadaşlarımızdan Zöhre ve Erdoğan Tedik’in biricik oğlu Korkmaz’ı da patlamada kaybettiğimizi öğrendik. Zöhre ile sohbetlerimiz film şeridi gibi geçti gözümün önünden. “Olsaydı eğer bir oğlum daha, Metin koyardım adını” derdi.
Keçiören Adli Tıp’a gittiğimizde Özcan Abi (Yaman)4 ile karşılaştığımızda sadece sarıldık. Yirmi yıldır tanıdığım arkadaşım, birkaç saat içinde yaşlanmış göründü gözüme. Levent Tüzel ve Mustafa Sarısülük yakınlarını arayanlara yardım için çırpınıyordu. Korkmaz’ın annesini arıyorduk. Her yer adeta mahşer alanıydı. Sonunda ulaştım Zöhre’ye. Etinden et koparılmışçasına kurumuş gözyaşlarıyla haykırıyordu. Göz göze geldik, beni fark etmesini beklemediğim bir anda “Metin’i işkenceyle, Korkmaz’ı bombayla öldürdüler” dedi. Bir defa daha fark ettim ki bundan sonra hep böyle olacaktı. Her devlet eliyle katledilenin cenazesi bizimdi, hepsi benim kardeşimdi…
Ertesi gün aynı saatte, aynı yerde karanfillerle andık kayıplarımızı. Polis barikatıyla karşılaştığımızda hepimiz çok öfkelendik; dün neredeydiler, bugün neyi, kimi koruyorlardı? Anma sırasında polis amiri olduğunu söyleyen eli telsizli “insan” dalga geçer gibi: “Garın da camları kırıldı,” deyince, niyeyse çok şaşırdık! Sonra Sıhhiye’ye yürüyüp cenazeleri memleketin çeşitli illerine uğurlamak üzere toplandık. Yürürken BES’ten Ayla Eyüboğlu ile karşılaştık. Sarıldık, sessizce ağlaştık. Dış basından biri, “Başınız sağ olsun, siz de mi yakınınızı kaybettiniz?” dediğinde Ayla’nın verdiği cevap beynime kazındı: “Evet. Yoldaşlarımı, arkadaşlarımı, elimde büyüttüğüm çocukları kaybettim.” Toplandığımız alandaki çiçekleri çiğnememek için gayret ederek cenazeleri uğurladık. İçimden “İyi ki insanız, iyi ki yaşamı ve barışı savunanlarla birlikteyiz” diye geçirdim.
Sonrası hepimizin bildiği gibi…5
*Bu yazı ilk kez, 19 Ekim 2015’te Evrensel gazetesinde yayınlandı. Kadın Vardiyası için güncellendi ve geçen dokuz yıl içinde davanın geldiği nokta eklendi.
Erişim: https://www.evrensel.net/haber/263095/bu-katliamin-tanigiyim-katili-gordum
Notlar:
Redaksiyon: Sinem Yıldız
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Yazar Hakkında Bilgi
Ortaokul yıllarında başlayarak öğrenci hareketi içinde yer aldı. Kamu çalışanlarının sendikal mücadelesi yanında insan hakları ve kadın mücadelesi içinde yer aldı. Hala sendikal, insan hakları ve kadın mücadelesi vermektedir.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖