Köşe Yazıları M. Hazal Çakmak 13 Mart 2024
Tüm o emekler, uykusuz geceler, baş ağrıları, kendi ölçeğinizde yaptığınız büyük fedakarlıklar bir anda yok olur; birileri sizi dilediği gibi “vasıfsızlaştırabilir”, “açlıkla terbiye etmeye” çalışabilir, kendinizi var etmenizin ve her anlamda hayatta kalmanızın tek yolunu kocaman taşlarla kapatıp geçilmez hale getirebilir.
Akademi bir yandan oldukça keyifli, üretimin ve öğrenmenin asla bitmediği; öte yandan da oldukça zorlu bir yol. 21. Yüzyıl gibi akıldışı neoliberal beklentilerle çevrili bir dünyada sosyal bilim yapmak, zaten tamamen içselleştirilmesi mümkün olmayan bir koca bir bilgi havuzu içinde yüzmeyi öğrenmeye benziyor. Bata çıka, su yuta yuta, durup hayatta mıyım diye kontrol edip sonra tekrar devam ederek… Sonsuz bir yetersizlik duygusunu sürekli alt edip baştan başlayarak… Ancak zorluklar, ekonomik-politik konjonktürün dayattığı evrensel beklentilerle sınırlı değil. Ne var başka? Öncelikle hangi ailede doğduğunuz var. Sizi bir entelektüel olmanın temel nitelikleriyle donatacak; müzikten resme, sinemadan edebiyata sahip olmanız gereken kültürel sermayeyi sağlayacak bir ailede büyümeniz gerekiyor öncelikle. Yani ait olduğunuz toplumsal sınıf ilk belirleyen. Ardından, eğer sosyal bilimin “sıkıntılı” alanlarında çalışıyor ya da çalışmalarınızın yanı sıra politik söz üretiyor iseniz, eğitiminizi ve yaşamınızı sürdürmeniz için gerekli olan işin ve maddi imkanların dışında bırakılacaksınız demektir. Akademik bir bireyin elinden gelecek işler, kariyer sitelerindeki ilanlarda bulunmuyor ne yazık ki (!)… Bir şekilde çok çalışıp(?) kültürel sermaye işini hallettiniz, suya sabuna dokunmadınız, siyaseten izole bir yaşam kurguladınız, kadro buldunuz ve çalışmaya başladınız. Bitti mi? Bitmez. Ülkenizde yaşanan eşitsiz, adaletsiz, liyakatsiz herhangi bir olay karşısında sesinizi çıkardığınız an, bin ikiyüz küsür akademisyene yaptıkları gibi bir gecede KHK’lı oluverirseniz. Tüm o emekler, uykusuz geceler, baş ağrıları, kendi ölçeğinizde yaptığınız büyük fedakarlıklar bir anda yok olur; birileri sizi dilediği gibi “vasıfsızlaştırabilir”, “açlıkla terbiye etmeye” çalışabilir, kendinizi var etmenizin ve her anlamda hayatta kalmanızın tek yolunu kocaman taşlarla kapatıp geçilmez hale getirebilir. Eğer işçi-köylü-memur çocuğu iseniz, alt sınıf bir aileden geliyorsanız, akademinin aşılması güç, koskoca duvarları önünüzde durmaktan hiçbir aşamada vazgeçmez.
Diyelim ki akademiye girmek, akademide var olmak çerçevesinde tanımlanacak sorunlar bununla sınırlı. O halde bu sorunların tüm alt sınıf akademikler için geçerli olduğunu söyleyerek bu yazıyı sonlandırmam gerekirdi. Ancak bu, hayatın her alanı gibi akademinin de cinsiyetli bir yüzü daha olduğunu görmemek anlamına gelirdi. Zira yukarıda sayılan ve herkes için geçerli olan bu süreçlere ek olarak kadınlar, sadece kadın olmaktan kaynaklanan pek çok başka sorun daha yaşıyor akademide.
Kadınların hayatın her alanında olduğu gibi akademide de eşitsiz bir sürecin özneleri olduğu, hepimizin bildiği, ancak pandemiyle daha da görünür hale gelen bir olgu oldu. Bu dönemde yapılan araştırmalar, Covid-19 sürecine bağlı kapanmalarda erkeklerin akademik üretimlerini %50 oranında arttırdığını, kadınların ise %50 oranında daha az makale üretebildiğini ortaya koydu. Elimizdeki bu bilginin arkasında yatan toplumsal-politik sebepler, aslında feminist yazının uzun yıllardır altını çizdiği gerekçelerle doğrudan örtüşüyor. Kadınların ev içi emek süreçlerini ya tamamen tek başlarına ya da büyük oranda kendileri üstlenmek zorunda kaldıkları ve ev-iş mekânsal ayrımının yarattığı toplumsal cinsiyet rolleri temelinde üzerlerine yüklenen sorumluluk döngüsünü kırabilme kapasitelerini kaybetmeleri bunun en öne çıkan sebepleri arasında yer alıyor. Akademinin ilk basamağı olan lisansüstü eğitimden bağımsız araştırmacılığa, araştırma görevliliğinden profesörlüğe kadar akademinin içinde yer alan tüm kadınlar akademik kimliklerinin yanı sıra kadın olmanın dayattığı sorumlulukları da sırtında taşımaya, onlar için zaman ve hem fiziksel hem duygusal açıdan emek vermeye devam ediyor. Bir ders döneminin, bir sürü tezin, üretilecek makalelerin, kitap bölümlerinin, hazırlanacak dosyaların, başvurulacak kongrelerin, araştırmaların organizasyonunun yanı sıra ev içi işlerin, varsa çocukların, partnerin ya da ebeveynlerin hayatlarının organizasyonu, bu aralıkta kendini yeniden üretecek süreyi yaratmanın organizasyonu, bir kadın olarak var olma mücadelesinin organizasyonu…
Kadın olmanın kendisi yeterince zor değilmiş gibi, bir de akademi içinde sahip olduğu pozisyondan faydalanmak isteyen erkekler tarafından çeşit çeşit istismar, mobbing, taciz biçimlerine göğüs germek, emeğine sahip çıkmaya çalışmak, var olma mücadelesini sürdürmek gerekiyor. Öte yandan kimi “ciddi” alanların erkeklerce domine edilmiş olması dolayısıyla kadınlar, doğrudan ya da örtük, çeşitli biçimlerde diğer alanlarda çalışmaya “teşvik ediliyor”.
Bunlara ek olarak bir de “sözünün ağırlığı” olması için ne giydiğine, konuştuğuna, kimle görüştüğüne, nasıl davrandığına ayrıca özen gösterme gerekliliğiyle edilen mücadele ise görünmeyen bir diğer mevzi.
Bunların bir kısmı ya da tamamı, akademiyle bir yerinden ilgili olan herkesin en azından kulağına çalınmış olması muhtemel meseleler. Ancak ben size çeşitli araştırmalarla ortaya konmuş olan olgulardan ziyade, kişisel deneyime dayanan bir durumdan da bahsetmek istiyorum. Seminerlere, söyleşilere, kitap tanıtımlarına katılan herkes bilir ki soru-cevap kısmına geçildiğinde kimi erkekler soru sormak üzere söz kullanır, ama konuştukları dakikalar boyunca soruya dair hiçbir emare içermeyen sayısız cümle kurarlar. “Korsan bildiri sunmak” olarak da bildiğimiz bu özgüven sergisi, erkek akademiklere özgü bir davranış kalıbıdır. Kadınlar böyle ortamlarda daha az söz alır, daha kısa konuşur. Bu durum bize, en basit bir akademik ortamın dahi örtük olarak nasıl kadın sözüne ve varlığına yer bırakmayacak eşitsizlikte şekillendiğini gösterir. Buradaki özgüven fazlalığı ya da erkeği böylesi yüce bir özgüvenle donatırken bizi bundan mahrum bırakan toplumsal ve bireysel örüntüler ile, bizi yazarken, konuşurken, tartışırken alıkoyan; söz hakkından ilk vazgeçenlerin kadın olmasına sebep olan; ürettiği herhangi bir metin, konuşma, içerik hakkında daha fazla sayıda insanın onayına ihtiyaç hissettiren örüntüler örtüşmektedir. Aynı kalıplar kadınlara devamlı kendini sorgulatır, on düşünüp bir adım attırır, “çıkıntı” hissetmekten kaçınma içgüdüsü yükler. Diğer yandan, kadın dayanışması bilincinin yeterince gelişmediği pek çok akademik ortamda kadınlar kadınlarla dahi dayanışamadan, yalnızlaştırılarak bu sürecin dışına çok daha girift biçimlerle itilmektedir.
Böyle hissetmek elbette sadece “hissetmek”ten ibaret değildir; bu, kadınların hayatlarını şekillendiren başat unsurların bir demetidir ve hisler düzeyinde değil olgular düzeyinde gerçekleşir. Üstelik akademiye özgü de değildir; kadınların erkeklerle birlikte ürettiği ve görünürde eşit olması gereken her yerde bu temel bulunur. Bunu ortadan kaldırmak için kadınların ekstra çaba sarf etmesi ya da bu atmosferden azade, çok şanslı bir azınlık içinde bulunması gerekir. Kısacası kadınların mücadelesi salt görünen yüzleriyle sınırlı değildir; kazdıkça, kazıdıkça her katmandan başka başka eşitlik mücadeleleri çıkmaktadır.
Kadın Vardiyası, hayatın her alanında bu binbir biçimde gelişen eşitlik mücadelelerini görünür kılmak, büyütmek; kadınların sözünü daracık alanlara hapseden mengeneleri kırmak; kadınları yazmaktan, konuşmaktan, üretmekten alıkoyan doğrudan ya da dolaylı tüm duvarları yıkmak ve zincirlerden özgürleşmek için yola çıktı. Yürüyecek upuzun bir yolu, mücadele edecek bolca nefesi olması dileğiyle…
Yazar Hakkında Bilgi
Okur, düşünür, tartışır, bazen yazar. İçinde hissettiği yangının adını feminizm koyduğu ilk yer olan Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden 2015 yılında mezun oldu. 2017 yılında hocaları KHK silsilesiyle akademiden uzaklaştırılınca arkadaşlarıyla birlikte “alternatif bir akademi tahayyülü” yaratmak üzere Universus Sosyal Araştırmalar Merkezi’ni kurdu, çeşitli pozisyonlarda görevler aldı ve burada araştırmalar yürüttü. 2019 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümünde yüksek lisansını tamamladı. 2021 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktorasına devam ediyor. Özne, kültür, toplumsal kırılma, değişim gibi ucu bucağı olmayan konulara kafa yoruyor, bunları makro siyaset içinde konuşmayı dert ediyor. En sevdiği özelliği, kendisini rahatsız eden her konuda fikir beyan etme isteği.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖