Kitap / Film / Dizi Elif Başak Aslanoglu 27 Kasım 2024
Bu yazı filme dair spoiler içermektedir.
Yas, kabaca kişinin bir kayıp sonrasında yaşadığı duygusal, düşünsel ve davranışsal tepkiler olarak tanımlanır. Pauline Boss1 belirsiz kayıp kavramı ile yasa yeni bir bakış açısı getirdi. Sayesinde artık kayıp kavramını uzun zamandır sadece ölüm, ayrılık gibi olaylar ile sınırlandırmıyoruz. Belirsiz Kayıp Teorisi, bireyin var olma veya olmama durumuna fiziksel ve psikolojik kavramlar olarak yaklaşır. Fiziksel belirsiz kayıp; kişinin fiziksel olarak var olmadığı ancak psikolojik olarak var olduğu durumları ifade eder. Gözaltında kaybolanlar, doğal afetlerin ardından ulaşılamayan kişiler, kaybolan çocuklar ya da yetişkinler fiziksel belirsiz kayba örnek verilebilir. Psikolojik belirsiz kayıp ise tam tersini ifade eder. Kimi zaman bir insan hâlâ hayattayken ve yanımızdayken de yas tutabiliriz. Sevdiğimiz birinin demans ya da alzheimer olması, bir bağımlılığının olması, işlevselliğini / gerçeklik algısını bozan bir psikolojik bozukluğunun olması, hayatını zorlaştıran ya da ölümcül bir hastalığının olması bu türden kayıplara örnek verilebilir. Pauline Boss, hâlâ teorisini geliştirmeye, üzerine eklemeler yapmaya devam ediyor. Artık biliyoruz ki kimi zaman yasın nesnesi bir insan olmak zorunda değil. Kimi zaman yasın nesnesi kendimiz de olabiliriz. Belirsiz kayıp kavramı ana akım literatürde çok görmesek de kişinin kendisi, özellikle kendi bedeni ile ilgili yaşadığı değişikliklerde de kendini gösterebilir. Özellikle hastalıkların kişinin bedeninde ve yaşam kalitesinde yarattığı değişiklikler erken bir yas sürecini başlatabilir. Kişi sağlıklı bedeninin, hastalığından önce yapabildiği şeylerin, potansiyelinin yasını tutar ya da yaşamı ile ilgili çeşitli sorgulamalara girer.
Almodóvar’ın bu yıl yayınlanan filmi The Room Next Door’da ise Julianne Moore’un hayat verdiği Ingrid karakteri, hayattaki en büyük korkusu olan ölüm üzerine çıkardığı çiçeği burnunda kitabının imza gününde eski iş arkadaşı Martha’nın kanser olduğunu öğreniyor. Yaptığı peş peşe ziyaretlerde Martha’nın tedavilerden bir hayli yıpranmış olduğunu gören Ingrid bir süre sonra hayattaki en büyük korkusu ile yüzleşmek zorunda kalıyor. Sohbetleri ilerledikçe bir gün Martha, Ingrid’e illegal yollar ile bulduğu bir ötenazi hapıyla yaşamını sonlandırmaya karar verdiğini açıklıyor. Ingrid’den beklentisi basit; hayatını sonlandırırken yanındaki odada olması.
Artık gitmeye hazır olduğuna emin olan Martha’nın hayatını sonlandırmaya yönelik motivasyonunu oturttuğu varoluşçu zemin, ötenazi fikrini filmin başlarınhtda hukuki bir zeminden ziyade psikolojik bir zeminde tartışmamıza neden oluyor. Martha’nın ilk etapta biraz talepkâr ve korkutucu gelen bu isteği Almodovar’ın son dönemde çektiği filmlerde sıkça gördüğümüz karakterlerin hayatla ilgili derinlemesine konuştuğu sahnelerde, Martha’nın basit ama ikna edici üslubu yavaş yavaş seyirciyi ve Ingrid’i ikna ediyor.
Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabının başında Santiago Nasar’ın öleceğini biliriz. İlk cümlede bu ölümü içselleştirip hızlıca ne olacağına odaklanırız. Marquez ve Almodovar’ın dünyalarının paralelliklerini düşününce, bu durum bir tesadüf mü yoksa Almodóvar’ın yaptığı bir tercih mi bilinmez ancak Martha, yaşamını sonlandırmaya karar verdiğini öğrendiğimiz andan itibaren Kırmızı Pazartesi’de2 hissettiğim duyguyu hissetmeye başladım. Ölümü kabullendim ve nasıl olacağını bekledim. Ardından iki kadının yaptığı yolculuğa bakarken hissettiğim bu konforlu uyuşukluktan3 bir hayli rahatsız oldum. Ancak filmin klasik psikanaliz kavramlarıyla thanatos ve eros; yani ölümü temsil eden Martha ile yaşamı temsil eden Ingrid arasında beni, bir oraya bir diğer tarafa yaklaştıran duygusunu bir hayli kuvvetli buldum.
Ingrid’in teklifi kabul etmesinin ardından gittikleri “tatilde” bir anlaşma yaparlar. Martha, kapısı açık uyuyacaktır ancak hapı içtiği gece kapısını kapatacaktır. Böylece Ingrid, onun öldüğünü anlayacaktır. Bu anlaşma ile birlikte hem filmin gerilim dozu hem de temposu yükseliyor. Bununla birlikte bu an itibarıyla yönetmen bizi bir yandan Martha’nın yasına bir yandan da Ingrid’in kaygısına ortak ediyor.
Yıllar sonra bir araya gelmiş bu iki kadının yoldaşlığını görmek, psikolojik ve entelektüel dünyalarını anlamak, ölüme dair düşünmek, Almodóvar’ın renk paleti filminin güçlü yönlerini oluşturuyor. Ancak yönetmenin kadın dünyasını çok iyi anlayıp aktardığı varsayımına dayanan, sinemacıların ısrarcı olduğu “Almodóvar’ın Kadınları” kullanımı bu filminde de temelsiz kalıyor ve karakterler çoğu zaman oyuncuların tüm başarısına rağmen iki boyutlu olarak karşımıza çıkıyor. Büyük olasılıkla Almodóvar’ın ilk kez İngilizce olarak uzun metraj film çekmiş olmasının etkisiyle bazı replikler çok sentetik, gerçek yaşamdan uzak kalıyor. Kör göze çöp şeklinde yerleştirilmiş psikodinamik yorumlara ek olarak neo-liberalizme, aşırı sağa, iklim krizine dair tespit ve söylemler klişenin ötesine geçemiyor.
Kaynaklar:
Editör: Sinem Yıldız
Düzelti: Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖