Background

Unutturulmak İstenen Bir Güvence: İstanbul Sözleşmesi

“Komşularından biri her akşam döverdi karısını. Kadın da kapının önüne çıkıp, ‘polis!’ diye bağırırdı. Kocası, kadın sesini duyurmasın diye arkadan çöp tenekesini geçiriverirdi karısının başına. Polis gelir, ikisini de karakola götürürdü. Bir süre sonra dönerlerdi evlerine ifade verip. Birkaç akşam sonra yenilenirdi aynı olay. Bu kadının, hep aynı dayağı yediği, başına hep aynı çöp tenekesi geçirildiği ve karakolda da bu durum değişmediği halde, niçin, yine de, ‘polis!’ diye bağırdığını anlamazdı Aysel. Aysel, daha çocukken, polisin durumları değiştirmek için olmadığını anlamıştı. Hele belaları değiştirmek için hiç.”1

Bir Soru İşareti Olarak Adalet

Toplumsal adaletsizlikler bakımından kolektif hafızamızın sınırlarını geliştirmeye yatkın yetiştirildiğimiz bu verimli topraklarda bir kadın olarak büyürken ben, adalet kavramını ilk ne zaman sorgulamaya başladığımı hatırlamakta zaman zaman güçlük çekiyorum. Adalet neydi, kim içindi ya da nasıl sağlanırdı? Kadın olmanın kendine has meydan okumalarını sayarken kimi zaman toplumsal adalete olan inancımızın hapsolduğu gri alanı irdelemeyi unutabiliyor ya da bazen adaletsizliği kanıksar hale gelebiliyoruz.

Benimse kendime bu soruları yöneltirken bir yandan da belleğimin kara kutusuna attığım bazı hatıralarımı su üstüne çıkarmam gerekiyor zannedersem. Örneğin henüz daha birinci sınıftayken geleneksel ataerkil kodlarla yetiştirilmiş anneannemin üçüncü sayfa haberlerinde okuduğu travmatik deneyimler üzerine evhamlanıp, bana her telefonu açtığında “Aman yavrum! Okuldan eve dönerken üç Kulhüvallah bir Elham okumayı unutma ve daima arkandan birinin gelip gelmediğini kontrol et” telkinlerinin üzerimde yarattığı on altı senelik kaygı toplumsal adaletle kurduğumuz ilişkiyi vurgular mı?2

Dürüst olmak gerekirse beni, bizi koruma motivasyonlarıyla söze dökülen bu telkinler, adalet taşıyıcıları olmanın aksine, toplumsal adaletin noksanlığından dolayı su yüzüne çıkan korkularımızın dışavurumu olmanın ötesine geçememekte. Çocuk yaşlarımızda bizleri “kötülüklerden” koruma güdüleriyle sarf edilmiş bu sözler, zannettiğimizin aksine yetişkin yaşamlarımızda farklı tezahür edebiliyor. Kadınların, adil bir dünyaya büyümediklerini bilerek yaşamaları, onları bir korku tahakkümünün altında edilgen hale getirebiliyor. Diğer bir tabirle toplumda pek çok kadının, adaletin sağlanma mekanizmaları zorlanmadığında -devlet aygıtlarının aksine- kendini korumasından yine kendisi sorumlu tutuluyor. Yani aslında adalet sağlayıcılarının görevlerini yerine getirmeme lüksleri, bize ilkokul sıralarında öğretilen kendimizi tekil özneler olarak korumakla mükellef olduğumuz hissi ve deneyimlediklerimizi toplumsallaştırmadan utanarak, kaçınarak büyütülme biçimimizle yeniden üretiliyor. Ne var ki kadınların adalet talebi ve hukukun yeniden inşasına dönük verdikleri mücadele bireysel, münferit güvenlik kaygılarının ortaya döktüğü bir külliyat değil. Bilhassa Saray Rejimi ile beraber ivmelenen, kazanımların tasfiyesi sürecinde kadınların; yaşamın yeniden üretimine dönük her türlü kamusal alandan men edilmeye çalışılması, bu mücadelenin tekil şahıslar üzerinden verilemeyecek kadar sistematik bir altyapıya sahip olduğunu defaatle hatırlatıyor.

Kaygılarımı da Sırt Çantamla Beraber Taşıdım

Özellikle yurt dışına ucuz-nitelikli iş gücü ihraç etme konusunda oldukça mahir ülkelerin vatandaşlarına küreselleşme övgüleriyle bezenmiş sosyal medya tutorial’larında anlatılanın aksine; yurt dışına göçerken toplumsal travmalarımıza, belleğimize ve kültürel kodlarımıza veda edip, beyaz bir Avrupalı gözünden hayatı deneyimlemeye başlayamayız. Bunun elbette göç etmeden önce bilincinde olsam da göçmen bir kadın olarak bürokraside, mahallemde, okulumdan eve dönerken kullandığım yolda, çalıştığım iş yerlerinde var olmaya çalışırken sarf edeceğim çabanın bu denli ağır olacağını öngörememiştim. Fakat tüm bunların yanı sıra gündelik yaşamımın organizasyonu ise güvenlik kaygılarımın üzerinden tayin edilir hale gelmişti. Zaten kış mevsiminde oldukça geç doğup erken batan güneşe inat beyaz Avrupa şehir plancıları zannedersem benim mahallemi düzgün bir sokak ışıklandırmasına layık görmemişti, zira Nordviertel3 bir göçmen mahallesiydi(!) Okuldan eve, evden işe giderken tercih ettiğim rotalarıysa “Penner”ların4 uyuşturucu tüketmediği saatlere göre planlamam gerekiyordu. Tüm bunların yanında dürüst olmam gerekirse uzunca bir süre -özellikle Almanca bilmediğim zamanlar- Almanya’da göçmenlerin yaşayacağı bir hukuksuzluğa otoritelerce adil bir tavır sergileneceğine olan inancım sıfırdı. Ne var ki geçtiğimiz yaz Berlin seyahatimden eve dönerken otobüste yanıma oturan erkek tarafından cinsel saldırıya uğramam; beni yurt dışında kendi ülkemde artık yürürlükte olmasa da, ismini memleketimdeki kadınların mücadelelerinden alan sözleşmeden faydalanacağım hukuki bir sürecin öznesi haline getirdi: İstanbul Sözleşmesi.

Yazının bu bölümünde yaşadığım olayın hangi suç kapsamına girdiğinden daha ziyade, yürütülen protokolün reel işleyişine dair önemli olduğuna inandığım kısımları anlatmak istiyorum. Az evvel de belirttiğim nedenlerden dolayı otoriteye olan zayıf inancıma karşın, içinde bulunduğum durumda yapılacak en sağlıklı çözüm yine de kolluğu aramak ve şahıs hakkında suç duyurusunda bulunmaktı. Kaldı ki fail erkek yalnızca benim adıma değil, kamu adına da tehdit yaratıyordu. Özellikle de söz konusu, mülteciler bakımından oldukça zengin demografiye sahip Almanya olduğunda, mülteci kadınlar kendi isimlerinin adli bir vakaya karışmasından duydukları endişe  nedeniyle benim sahibi olduğum sosyal özgürlüklere sahip hissetmeyebiliyorlardı. Daha açık konuşmak gerekirse öğrenci vizesiyle yurt dışına göçmüş ben bile hukuki bir sürecin içerisine girip girmeme konusunda bu denli endişe duyabiliyorsam, savaştan kaçıp sığınmacı statüsüyle Almanya’ya gelmiş olan göçmen bir kadın en temel insani haklardan olduğunu bilse bile, kendini savunma konusunda devlete çok daha az güven duyabiliyordu. Öte yandan ben de ilk aramamı yapana kadar beyanımın esas alınıp alınmayacağına olan inançsızlığımı kırmaya büyük bir çaba harcamıştım.

Olay esnasında yaşadıklarıma tanıklık etmiş birini dinlemek isterler miydi? Ya da beni tüm gün karakoldan karakola sürükleyip, sonra da eve mi yollarlardı? Kaç kez kendimi tekrar etmem gerekecekti? Daha da önemlisi bütün bu yaşadıklarımı Almanca nasıl anlatacaktım? Aslında günlük yaşantımda patlamaya hazır bir bomba gibi kendime sürekli sorup, cevabını ertelediğim bazı sorulardı bunlar. Nitekim polisle tam altı defa görüşme yapmış ve yalnızca sonuncusunda kendimi ifade edebilmiştim. Daha doğrusu ben kendimi zaten tüm detaylarıyla gayet açık ifade edebiliyordum fakat ilk beş memur, anlamamakta inatçı olan erkeklerdi. Kadın memurla yaptığım görüşme sonrasında ise fail olabilecek en hızlı şekilde çevremden uzaklaştırılmış, ifadem ayrı bir tanığa ihtiyaç duyulmadan yalnızca bir kez alınmış, Kripo5  tarafından tıbbi deliller toplanmış ve fiziksel güvenliğim sağlanmıştı. Fakat o esnada tüm gece hiç uyumamış olduğum için mi, yoksa ilk defa devlet tarafından beyanımın esas alınmasından duyduğum rahatlama nedeniyle mi bilmiyorum, midemde daha önce hissetmediğim bazı kıpırtılar hissettim.

İlerleyen süreçte o kıpırtılar, savcılık tarafından fail erkeğe doğrudan kamu davası açılması, benim süreç hakkında düzenli bilgilendiriliyor olmam ve sürecin adıma olumlu ilerlemesinden dolayı gurura ve umuda dönüştü. Fakat burada benim adına gurur dediğim duygu, yalnızca sentimental bir vurgu olmak zorunda değil. Aslında ben göçmen bir kadın olarak farklı bir ülkede adaleti ararken, Türkiye’de benim adıma bu haklara neden sahip çıkılması gerektiğinin altını çizen ve bana mücadele etmeyi öğreten milyonlarca kadının mücadelesinden duyduğum gurur bu. Adaletin Türkiye’de veya başka bir ülkede devlet eliyle sağlanamamasının yarattığı boşluğun, kadınların toplumsal mücadelesiyle çok daha dönüştürücü kaynaklar yaratabildiğini unutmamak zorundayız.

İstanbul Sözleşmesi’nin ülkemizde feshedilmesinin ardından geçirdiğimiz üç yılda, devletin kadınları korumaktaki kayıtsızlığı ve giderek artan erkek şiddeti, sözleşmenin yokluğunun kadınlar için ne kadar hayati sonuçları olduğunu kanıtlıyor. Fakat sözleşmeye taraf olan ülkelerde, sözleşmenin gerekliliklerine asgari düzeyde uyulduğu takdirde bile, mağdurlara önemli bir imkân sağlanıyor: Kadınların yaşadıkları şiddeti dile getirebilmeleri, yargıya başvurabilmeleri. Başta ekonomik ve kültürel gerekçelerle Türkiye’de yaşayan kadınların bir şiddet deneyimini kolluğa bildirebilmeleri ya da  yargıya başvurabilmeleri dahi yeterince büyük bir cesarete ve desteğe muhtaçken; iktidarın politikalarının da etkisiyle yaptırımlar faillere değil, mağdurlara uygulanıyor. Adına “kutsal aile” denilen kurumun içerisinde yaşanan bir şiddet deneyiminde sistem, mağdurun uzaklaştırma talep ettiği ölçüde haneden faili değil yine mağduru uzaklaştırmaya çalışıyor.

Hâlihazırda iç hukukta bile bu uygulamanın hukuki bir karşılığı olmamasına rağmen, reel pratiğimizde mağdurlara dönük tedbir uygulamalarıyla da uygulanmayan protokollerle de mücadele etmek zorunda kalan yine bizler oluyoruz. Taraf olan ülkelerdeki güvenceyse; mağdurun yetkililere yaşadığı şiddeti bildirdiğinde koruyucu tedbirlerin hızlıca devreye girdiğini veya fail hakkında etkin soruşturma yürütüleceğini bilmesinin yanında, İstanbul Sözleşmesi’nin uluslararası hukukta yasa uygulayıcılarına bir baskı yaratabilmesi.  İşte bu nedenle süreç, kadınların maruz bırakıldıkları telkinlerle yitirdiği adalet duygusuna yeniden tutunmasına olanak sağlıyor, elde ettikleri kazanımları toplumsallaştırıyor. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 No’lu kanunlar adalete olan inancımızın ve güvenlik talebimizin büyük birer garantörü olarak yaşam hakkımıza sahip çıkmaya devam ediyor.

İstanbulSözleşmesiYaşatır #6284üUygula

Kaynaklar:

  1. Sevgi Soysal (2020), Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, s.239, İletişim Yayınları. ↩︎
  2. Bu telkinlerin şahsi belleğimde edindiği yeri 2023 senesinde taşındığım Essen varoşundaki evimin yolunda bir daha hatırlayacaktım. ↩︎
  3. Nordviertel, Essen Stadtbezirk I şehir bölgesinin en kuzeyindeki göçmen semtidir. ↩︎
  4. Genellikle argoda, toplumsal düzenin dışında yaşayan, işsiz veya sokakta yaşayan kişiler için kullanılır. ↩︎
  5. “Kripo” olarak kısaltılan Kriminalpolizei, ağır suçlar, organize suçlar, cinayet, soygun ve cinsel suçlar gibi kriminal olayların soruşturmasını yürüten birimdir. ↩︎

Editör: Sinem Yıldız
Düzelti: Sinem Yıldız
Seslendirme: Füsun Özgeç
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation