DosyaHaziran 2025 Talya Aydın 15 Haziran 2025
Giriş
Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en ağır ekonomik tahribatını yaşarken, üstelik seçim gibi gündemlerini de geride bırakmışken 2025 yılında saray rejiminin kendisine bulduğu yeni “meşgale” tabii ki kalkınma, adalet ya da kamucu politikalar olmadı. Bunun yerine, geçim sıkıntısı çeken tüm gençlerle alay edilircesine, 20202 “Aile Yılı” ilan edildi. Bu yazının ilk bölümünde, aile kavramının sağ ve Siyasal İslam referanslı iktidar tahayyülleri içinde nasıl ideolojik bir aygıta dönüştürüldüğünü; bu dönüşümün, kadınların toplumsal rollerini sınırlandıran evlilik ve aile politikalarıyla nasıl iç içe geçtiğini tartışacağız.Ardından, kanun nezdinde aile olmaları imkânsız olan, kurdukları aile bağları da hukuki ve sivil alanlarda devlet tarafından tanınmayan LGBTİ+’lardan bahsedecek; LGBTİ+ hareketinin talep ve hedef konusunda nerede durduğu ve nereye gidebileceğini konuşacağız. Aile kavramını içerdikleri kadar reddettikleri, dışarıda bıraktıkları ve yok saydıkları üzerinden kurgulayan bir iktidara karşı yürünecek yol, LGBTİ+ hareketinin çoğulcu talepleri ve feminist mücadelenin var olan tehditlere karşı tavizsiz çizgisinin kesiştiği yerden yürünecek.
LGBTİ+ hak mücadelesinin yalnızca Türkiye’de değil, birlikte hareket eden ve birlikte anlatı gücü ortaklığında buluşan küresel sağ aktörlerce geriletildiğine tanık olduğumuz bir yıl geçiriyoruz. Tarihsel güdümlülük ilkesi sebebiyle, bir süredir bu alanda öncü olan sosyal reform ve kazanımların, dünya genelinde yıl olarak öngörülemese de yakın bir gelecekte kazanılacağına dair inanç hâkimdi.1 Ancak yürütme erkini zapt eden aşırı sağcı odakların bu kazanımları küresel kuzey ülkelerinde dahi hızlıca tersine çevirebilmesi, LGBTİ+’lar için genel anlamda bir var olanı koruma, muhafaza etme duygu durumu ile sonuçlandı. Bu yazının en önemli amacı ve çıktısı, LGBTİ+ hak mücadelesi ve siyasi taleplerinin, tekrardan müdafaa değil bir taarruz perspektifinden ele alınması olacak. Hareketin kısıtlanmak istediği zarar görmeme, daha fazla kriminalize edilmeme, aslında zaten hukuksuz olan fiili ve keyfi uygulamaların kaldırılması halinden bir çıkış olarak hareketin tekrar eşit yurttaşlık çizgisinde iktidarlardan ve toplumdan talep edebileceklerine dair bir hatırlatma sunacağım. Bu doğrultuda harekette hedef, LGBTİ+’lar için toplumun diğer tüm fertleri gibi evlilik eşitliğinde ısrarlı bir talep olmalıdır.
Kutsal Aile Tekeli
Türkiye’de bir süredir gelen bir anlatı ve etrafında kurulmak istenen imgesel bir çerçeve var: “Kutsal Aile”. Aile kurumunu, dini referanslar ile tekrardan inşa etmek isteyen, heterojen cinsiyet rollerini pekiştiren ve yücelten, aileyi yalnızca erkekliğin yeniden kudretlenmesi ve kadının önce bakım, ardından da üreme “fonksiyonuna” indiren bir anlatı ile karşı karşıyayız. Bir süredir, tüm küresel sağ partilerin birbirinden kimi yerlerde ilham aldığını, kimi yerlerde ajandalarını ilerletmek adına anlatı ortaklığı kurduğunu görebiliyoruz. Bu paydaşlık beraberinde sınırlar ötesi anlatı ve argümanları getiriyor. Türkiye’nin de bu alanda en son nasiplendiği konulardan biri, nüfus ve doğurganlık. Rejim, tüm kurumları ile Türkiye nüfusunun doğurganlığının azaldığını, acilen daha çok çocuk yapmamız gerektiğini vurguluyor.
Tezleri, haklarından mahkûm kalacak kadınların mecburi olarak evlere kapanmasının, eğitimden ve iş hayatından uzaklaştırılan kadınlar için yaşanabilecek mümkün hayatlar yelpazesinin eş ve anne katı rollerinde oldukça daralacağını öngören, elbette hatalı bir tez. AKP rejiminin 2018 ile yürütmeye başlattığı, ancak asıl vurucu darbesini 2021 sonrası indirdiği emekçiden çalan, %1’lik kesimin üretimden aldığı servet ve gelir paylaşımını iyice arttıran “sefalet ekonomisi” döneminin en kritik çıktılarından biri, ebeveynler ve ebeveyn adayı olacak milyonlarca emekçi için en ham haliyle geçim ve barınma derdi. Henüz daha geleneksel bir düğünün, sıfırdan birlikte yaşayacakları bir evi dahi dizmenin finansal yükünün altından kalkamayacağını çok net bilen çoğu genç emekçi için, 2025 Türkiye’sinde haliyle çocuk yapıp onu büyütmek hayatın olağan akışında değil, ciddi bir masraf kalemi olarak kamuoyu tartışmalarında yer ediniyor.
Dolayısıyla aslında kendi içerisinde elem bir çelişki barındıran bir teklif içeriyor AKP’nin aile politikaları: ideolojik misyonunu ilerletmek ve tabanına bu doğrultuda sosyal politika vaatleri vermek adına kadın haklarını kısıtlayan ve kadına toplumsal cinsiyet temelinden uzak, Siyasal İslam’ın tarif ettiği sınırlarda kısıtlanmış bir hayat çizme projesi kendisini aile ve doğurganlık politikalarının fiili gerçekliği ile bir açmazda buluyor. İş hayatından koparılan bir kadını içerecek “Kutsal Aile”, AKP’nin hüküm sürdüğü ekonomik sefalet döneminde daha kendi kirasını ve faturalarını ödeyemeyeceğini bildiği kentlerde çocuk fikrini düşünmüyor dahi. Feminist hareketin uzun yıllardır mücadele alanlarından biri olan “görünmez emek” konusu, patriarkal odakların tekrar hedefinde yer alıyor. Kadının iş hayatında görünür olması ve pek çok erkek egemen iş kolunda – hala eşit işe eşit ücret hakkımızı elde edememiş olsak da – profesyonel, kentli hayata geçmesi, haliyle Siyasal İslam’ın arzuladığı toplum mimarisine zıt gidiyor. Finansal özgürlüğünü kazanan kadınlar çok daha güçlü bir şekilde hem erkek şiddetine karşı gelebiliyor, şiddet sarmalından çıkabilecek imkânlara sahip oluyor hem de ona biçilen cinsiyet rollerinden, zorunlu bir şekilde ev kadını ve anne olmak bunların en başında olmak üzere sıyrılabiliyor.
Türkiye’nin, dünyadaki diğer pek çok ülke gibi düşük doğurganlık oranına sahip olduğu, bahsettiğimiz bu Siyasal İslam toplum mimarisi paradoksundaki tek doğru olgu. Peki bu doğurganlık oranının düşme sebebi ne? Devlet okullarının bütçeleri kısılırken, kurumlar bir bir kapatılıp yalnızca devlet yanlısı, imam hatip müfredatına geçirilirken bir yandan da özel okulların dünyanın en pahalı yıllık ücretlerine sahip olması mıdır? Toplumun asgari ücretlileştirilme, sefalet ücretlerine yoğun saatler çalışmak zorunda bırakılırken bu maaşın çoğu kentli için kirayı dahi ödemeye yetmeyecek olması mıdır? Çocuğu hastalandığında sıra bulamadığı devlet hastanesi kapısından dönerken, özelde muhasebeci ile ameliyat pazarlığına gireceği, daha kötüsü devleti dolandıran bir avuç insanın bebeğinin potansiyel bir katili olacağını bilmesi midir? Hayır, onlara göre, 2025 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin doğurganlık oranının ekonomik tahribat sonucu çökmesinin günah keçisi, LGBTİ+’lar olmuştur.
Ailesi Tanınmayanlara İnat; “Ben O’nun Annesiyim!”
Saray rejiminin 2023 zaferinde otobüs kürsüsünü LGBTİ+’lar ile açmasının üzerinden neredeyse iki yıl geçti. 6 Şubat Depremi sebebiyle gündemden düşmüş bir LGBTİ+ karşıtı yasal düzenleme taslağı dahil, bu nefret iklimi tasarısının tekrar hükümet aygıtları tarafından önceliklendirilmesi ise ilan edilen “Aile Yılı”nı buldu. Bir süredir tohumları atılan, ancak istenen meyveyi veremeyen bir kutuplaşma hikâyesi ile başlamak önemli; aileler ve LGBTİ+’lar şeklinde iki zıt uç, iki karşıt akım olduğuna dair bir uçlaştırma çabası. Bir yandan çalıştırılmayan, görünmez emeğe hapis bir kadın tasviri ve baktığı üç çocuğa eşlik eden bir baba figürü, diğer yandan ise marjinalize edilen, yalnızlaştırılmış bir LGBTİ+ demografiği…
Bu anlatı tabii ki bir yalan olmakla beraber, içinde kuvvetli bir gerçeği barındırdığı için el çabukluğu ile kimi kesimlere kendini benimsetebiliyor. LGBTİ+’lar, dünyadaki diğer tüm dini ya da etnik azınlıkların aksine, en temel ilişkilenme hücresi olan kendi aileleri tarafından da baskı, zulüm ve şiddet gören tek azınlık (Laz bir annenin, Laz oğluna bu yönden ayrımcılık yaptığını düşünmek absürd bir örnek olarak hayal edilebilir). Aile kurumunun kadınlar üzerindeki gözle görülür yıkıcı etkileri, kadın cinayetlerinin baş faillerinin çoğu zaman “aileden” gelmesi feminist hareketin getirdiği sistematik eleştirilerin en başında yer alıyor. Bunlar üzerinden, iktidar aparatları LGBTİ+’ları aile kavramından soyutlaştırma ve kutuplaştırma konusunda çok kullanışlı bir hançere sahip. “Aileyi yıkmak istiyorlar” söylemiyle, tüm bir demografiği tek bir kutuya yerleştirmesi mümkün oluyor. Yıkılması gereken bir aile olduğu doğru: Mevcut düzenin ürettiği ve kolladığı, ataerkiden beslenen, sırtını cezasızlık iklimine dayayan kadın ve çocuk düşmanı tekil aile elbette yıkılmalı. Ancak, bu tekelin yerle yeksan edildiği yerden, binlerce renkte ve biçimde, eşitliğin hüküm sürdüğü, kadınların özgür olduğu ve LGBTİ+’ların kabul gördüğü aileler yükselecek.
Aile dinamiklerinin LGBTİ+’lar için şiddet dolu, travmalarla örülü ve artık neredeyse tabu olması, propaganda aygıtlarının etkin kullandığı bir gerçek; efektif propaganda hâlihazırda gerçek olan sorunların ve eşitsizliklerin kullanışlı sonuçlar üretmek adına silahlandırıldığı formatlarda karşımıza çıkıyor artık. Özellikle aile kurumunun üretim gücünün bizzat yeniden üretimi olduğunu hatırladığımızda neden bu kadar önemli bir ideolojik muharebe sahası olduğunu kavramak mümkün.2 Aile, yalnızca yetişkin fertlere şablonlaştırılmış bir hayat sunmak, bilhassa kadının da ev içi görünmez emeğe hapsolması üzerinden kapitalist ekonominin çarklarının dönmesi ile sınırlı bir alan değil. Aynı zamanda, başta bizzat kendisini üreten aile olmak üzere, tekrardan emek-sömürü ilişkileri kuracak “emek verecek bedenler” yani çocuklar üretmenin de gerekli sahası olarak karşımıza çıkıyor. Milliyetçi, faşist, sağ eğilimli grupların anlatı tabanlarını “bizim çocuklarımız” üzerinden kurma, toplumsal olaylarda ilerici düşüncelere karşı “çocuklarımızı kim düşünecek” sorusuna başvurmak artık hiç olmadığı kadar yaygın. Burada, LGBTİ+’ların aileleri tarafından dışlanması, haneiçi şiddet dinamiklerinin altından yatan dinamik sebepleri her ne kadar gelenek, adet ve patriarkal dini ve ahlaki kodlar da olsa, alt metinde yatan pragmatik bir çocuğun tekrardan aileye – onu üretene – bakımveren olamayacak olmasının da çekişmesi yatıyor.
LGBTİ+’lar buna karşın en kritik savunma hattını, seçilmiş aile kavramı üzerinden kurguluyor. Başlı başına aile kurumunun yerelde Siyasal İslam, küresel alt sağ odaklarca da kutsallık ve makullük tekelinde kalmasına ciddi bir tehdit olan bu kavram, LGBTİ+’ların varoluşlarına dayatılan şablonları kırabilmesi, bir yapıbozum örneği teşkil edebilmesi adına en önemli dayanaklardan biri. Özellikle LGBTİ+ varoluşunun, lubunya kadınların doğrudan ataerkinin dayatacağı cinsiyet rollerini kırmaktaki manevra alanları, gerek bakım kavramını gerek salt ailevi bağlara dayandığı düşünülen dayanışma ağlarını yeniden ele almak konusunda çeşitliliğinden söz etmek mümkün.3 Bir erkek ve bir kadının evlilik bağından oluşmak zorunda olmayan bir aile kavramını uzun süredir birbirine ve topluluğun tamamına tutunarak kuran ve kurgulayan LGBTİ+ hak mücadelesi için aile kavramı yeni bir fikir değil; ilişkiden aileye, komşuculuktan siyasi harekete uzanan yatay ağların varlığı, buradaki bakım emeği ilişkilerinin de yeniden ele alınması konusunda birer kılavuz niteliği taşıyor. De factoaile dinamiklerini yeniden üreten, kısıtlamalarını esneten ve yıkan bir demografik için bunun yalnızca davranış pratikleri ile sınırlı kalmamasını istemek, toplumsal birliktelik hukukuna ve sivil hayatın içkin yapısına dahil etmeyi talep etmek de en doğal çıktı ve hedef oluyor.
Eşitlikte Diretmek
Toplumsal siyaset yaparken, hareketlerin yönünü kabaca iki şekilde tarif etmek mümkün; müdafaa ve taarruz. LGBTİ+ hareketinin, fiili koşullar, hükümete karşı güç ve kaynak asimetrisi yüzünden bir süredir yönünün müdafaa olduğunu değerlendirmek mümkün; hem sahadaki uygulamalar hem var olan kanunların çarpıtılması hem birtakım yazılı olmayan hukuk dışı kurallar hem de şiddete karşı kasıtlı cezasızlıkpolitakaları düşünüldüğünde, LGBTİ+’ların çoğunun haklı olarak ilk ve yegane talebinin “öldürülmek istemiyoruz” olması kaçınılmaz. Ancak Türkiye’de ne LGBTİ+’lar sanıldığı kadar güçsüz, ne de kamuoyunun vicdani ibresi saray rejiminin hayal ettiği kadar geriye işaret ediyor. Yürütmenin en başı dahil hedef gösteren nefret suçu dili, bakanlıklar düzeyinde milyonlarca liralık bütçe ile hazırlanan eylem planları, LGBTİ+ karşıtı örgütlü medya ve sosyal medya kampanyaları, kamusal alanlarda hukuksuz fiili yasakların ardından, Türkiye’de hala LGBTİ+ haklarına dair kamuoyu vicdanı ve eğilimi, otokratik rejimin arzuladığı kutuplaşmaya varmadı. Bir nevi, bu ülkenin insanlarının “mayasında” ayrımcılık ve nefret virüsü her şeye rağmen tutmadı.Türkiye’deki gerçeklik, ailelerini seven ve ailelerinin sevdiği yüzbinlerce LGBTİ+ yurttaşın tüm baskılara rağmen bu sevgiyi ördüğü ve koruduğudur. “Yeni Türkiye’nin panzehiri hafızadır” sözünü hatırlayarak, bu ülkede yasaklanmadan önce 2013 ve 2014’te Avrupa’nın en kalabalık Onur Yürüyüşü’nün düzenlendiğini, sivil toplum aktörlerinin de varlığı ile pek çok aile temelli sloganın ve dövizin taşındığına toplum şahittir.4
Harekete Hedef
Bu noktada, özellikle Aile Yılı bağlamında, LGBTİ+ hareketinin de taarruza geçmesi şart. Tüm fiili ayrımcılık uygulamalarına karşı, tek bir konu, tek bir talep üzerinden bir strateji, tam da hükümetin tasarlamak istediği nefret iklimini bertaraf edecek tek bir kazanım ve bu kazanımdan açılacak yeni yolları LGBTİ+’ların kanun önünde kazanması için bir yol var: Evlilik Eşitliği. Yurttaşlığın, olağan hayat akışının temel unsurlarından biri olan aile kurma, aile olma hakkından, toplumun neredeyse yüzde sekizinin külliyen menedilmesi başka hiçbir azınlık için kabul edilemezken, LGBTİ+’lar için çok olağan karşılanmaktadır. Türkiye’nin ekonomik tahribatının zaten gençlerin ezici çoğunluğu eşleriyle bir ev kurma hayalini dahi karşılayamaz hale getirdiği doğru. Buna rağmen, rejimin kurguladığı idare zeminde, evlenmek her ne kadar sözlerinde bir kutsallıkla yüceltilse dahi, esasında karşımıza haliyle ekonomik ve sivil bir haklar bütünlüğü olarak çıkıyor.
Evli çiftler, birlikte ekonomik desteklerden faydalanıyor; bu yelpaze sosyal yardımlardan, ortak kredi kullanmak gibi finansal araçlara kadar uzanıyor. Örneğin sadece faizsiz verilen bir evlilik sonrası ihtiyaç kredisi programı bile, evli vatandaşlar ile evlenemeyenler arasında açılan ekonomik hak sahipliği bakımından bir açı. 2022 yılına dek, tüm bordrolu çalışanların net maaşları bile, medeni statü ve çocuk sayısına göre düzenleniyordu. Pek çok özel sektör kent emekçisi için, şirketlerin uyguladığı, Foucault-vari bir biogüç öğesi olan özel sağlık sigortası yan hakkından, çalışanın eşi de faydalanabiliyor. Memur çiftler için lojman, tayin gibi pek çok sivil hak mevcut. Daha üzücü bir pencereden bakıldığında ise evli çiftler acil bir durumda hastanede refakatçi oluyor, vefat halinde morgdan bir hayatı paylaştıkları insanın naaşını alabiliyor.
Bu, yukarıdaki tüm vurgular elbette bir evlilik güzellemesi değil. Burada tanıklık ettiğimiz ana unsur, sosyal politikalarından arındırılmış neoliberal ekonomik düzenin sınıflar ile yaptığı işbirliği politikalarının yüzeye çıkmış hali. Detaylandırmak gerekirse, normal şartlar tüm yurttaşların eşitlik ilkesi altında, koşulsuz faydalanabileceği sivil, ekonomik ve toplumsal hakların evlilik gibi kurumlaştırılmış ve ideolojik güdümler altına alınmış bir bağ ile düğümlenmesi hali, neoliberal düzenin çoğu yerde krizlerden bir çıkış yolu olarak görüntüde solcu, Marksist atfedilebilecek birtakım politikaları hayata geçirmesine benzer. Sosyalist feminist bir perspektiften bakıldığında, bu haklara erişime giden yolunun kadınlar için yepyeni bir emek sömürüsü kulvarının açılmasından geçtiğini tespit etmek çok zor değil.5 Evlilik kurumunun hala ayakta tutulmasının kapitalist üretim modelleri için kıymeti çok büyük; ev içi görünmez emeğin en önemli sağlayıcısı olan evlilik, kademeli ve katmanlı olarak diğer tüm emek-sömürü ilişkilerinin de mümkünlüğünü kılan güçlü bir temel olarak karşımıza çıkıyor. Üretim ve emek alanının kadın sınıfı için tarih boyunca görünmez kılındığı evlilik sahnesinin varoluşunun temel lokomotifi olan geleneksellik, din ve ataerkinin yarattığı toplumsal cinsiyet rolleri günümüzde de eskisi kadar güçlü olmasalar da mevcut. Tek başlarına yeterliliklerini özellikle kentli emekçiler için kaybettikleri yerde ise kullanışlı bir aparat olarak ikincil ve üçüncül söylemler ve politikalar devreye giriyor. Bir yandan bahsettiğimiz sivil inisiyatifler ve ekonomik teşvikler kurumu ayakta tutarken, diğer bir taraftan anlatı hâkimiyeti – yine sefalet ekonomisinin doğrudan bir çıktısı olarak – hayattaki çoğu kendini var etme alanı zapt edilmiş bireyleri, özellikle kadınları, bir hayat yolu şablonu çizmeye itiyor.
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin neredeyse 6 milyona yakın yurttaşından da bu hakkı mahrum gören bir hukuk düzenini artık LGBTİ+ hareketinin kabul etmesine, sindirmesine gerek yok.
Medeni Kanun’da Birtakım Değişiklikler
Bu evlilik eşitliği talebi tam olarak neye benzeyecek? Dünya LGBTİ+ tarihinde bu kampanyalar nasıl filizlendi ve nasıl zafere yürüdü? Türkiye için şimdi bunun sırası mı? Hareketin tarihçesine kısıtlı kalmadan, aslında tüm sosyal azınlık hareketlerinin radikal redden genel kabule giden yolunu incelememiz önemli. ABD sivil hareketinde buna dair iki tane basit grafik var; siyahi ve beyaz vatandaşların birlikte evlenebilmesinin kamuoyu kabulü ve eşcinsel evliliklerin kamuoyu kabulü.
Her iki tarihsel sürecin de başlangıç noktasında, Gallup’un6 tarihsel onay anketlerine göre kamuoyunun bu temel hak ve özgürlükle yanaşma seviyesi tek haneli bir tablo çiziyor. Bir süredir gündemde olan bir siyasi pozisyon bu, “anket siyaseti” konusu. Politik programların ve politik aktörlerin, temsili demokrasilerdeki rolünün tam kavranmadığına işaret eden bir refleks hâkim: Politika, halkın o an, sıcağı sıcağına istekleri, talepleri ve onaylarını yansıtan ölçeklendirilmiş bir kurumdur. Ancak bu hikâyenin en önemli kısmını atlıyor:Dönüştürücülük ve takibinde de devrimci mevkilerin kazanımı. Politik aktörler, çağdaş kamuoylarının aynaları değil, onlara hem teorik hem de örgütlülük ve eylemlilik pratikleri üzerinden yön verici dinamolar ve öncüler olmakla mükelleftir. Bu doğrultuda, günümüzde LGBTİ+ haklarına, özellikle de yasal bir statü tanınmasının en temel adımı olan evlilik eşitliğine dair kamuoyunun %50 bandını geçmesini bekleyene kadar bu meseleyi dillendirmemek, asıl kendini gerçekleştirecek bir kehanet, bir açmaz olarak karşımıza çıkacaktır.
Türkiye bu konuda tam olarak nerede? Kadın düşmanı, erkek şiddetine ve nefret söylemlerine aklayıcı hatta sağlayıcı ve azmettirici politikaların baş mimarı olan AKP rejiminin 23. yılını sürdürdürdüğümüz Türkiye’de, anti-LGBTİ+ söylemler aslında son on yıldır düzenli olarak tonunu ve kapsamını arttırıyor. Bütün bunlara rağmen, KaosGL ve 17 Mayıs derneklerinin yürütmüş olduğu, Mart 2025 tarihli kapsamlı bir “LGBTİ+’lara İlişkin Algı Araştırması” raporunda karşımızda umut verici bir tablo görüyoruz.7 Baskılar, nefret söylemleri, ekranlardan sürgün, dev bütçeler ile yürütülen kampanyalara rağmen, Türkiye’de eşcinsel evliliklerin yasal olmasına verilen kamuoyu desteği %17.3. Bu, siyasi bir kampanyanın çağrıcısı olmak, bu talebi örnek ve bu talepten doğacak hareketliliği büyütmek için sayının 50’ye olan mesafesinin aksine çok güçlü bir platform. Hukuki ve idari açıdan, hâlihazırda eşcinsel evliliklerin ya da benzer düzenlemelerin tanındığı ülkeler ile gümrük anlaşmaları yapan, uluslararası toplumsal anlaşmalar imzalayan, bu ülkeler ile çifte vatandaşlık bağı olan – özellikle Avrupa ülkeleri – anlamlı bir demografik taşıyan Türkiye için, eşcinsel evliliğin hayata geçirilmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilecek basit bir yasa tasarısı değişikliğinden ibaret aslında.
Feminist Özneler olarak LGBTİ+’lar
Peki, bu sefer kendisini yalnızca spektrumun uçları olan “bu yasayı geçirmeyin” ve “bizi öldürmeyin” siyasi savunma çizgilerine hapsetmeyecek, salt müdafaa halinde değil örgütlenen bir azınlık olarak talepkâr konumuyla taarruzda var olacak LGBTİ+ hareketi, bu uzun ve yokuşlu yolu hangi yol arkadaşları ile yürüyecek? Deyim yerinde ise tekerleğin tekrar icat edilmesine ihtiyaç yok. Tarihsel olarak Türkiye’deki feminist hareketin ve kadın özörgütlenmelerinin, mücadelesinin doğrudan içkin ve organik bir parçası olan LGBTİ+ hak hareketi, en ağır saldırı altında olduğu yılda da tavizsiz bu müttefikliğini sürdürerek ilerleyecek. Gökkuşağının en belirgin dayanışma omzu yine dalgalanan mor femina flamalarının arasında belirecek.
LBT kadınlar için zaten bir tartışma konusu olmasa da gey erkekler ve bilhassa trans erkeklerin feminist özneler olup olmadığına dair bir süre tartışmaların yürütüldüğüne tüm hareket paydaşları şahit oldu. Zaman zaman kırılmalar, ayrıştırıcı tavırlar ve kopmalara dair riskler ve tehlikeler barındırsa da dijital kent meydanlarının en uç ve kutuplaştırıcı belli başlı fikirleri yüceltmesi halinden kafamızı gerçek hayata çevirdiğimiz anda net bir birlik tablosuna tanıklık ediyoruz.
8 Mart’tan 17 Mayıs’a, 25 Kasım’dan Onur Haftası’na bu tartışmaların alanlarda barikatlara birlikte yüklenen kadınlar, kadın lubunyalar ve diğer tüm lubunyalar arasında esamesinin pek de okunmadığını görmek mümkün. Dolayısıyla “Aile Yılı” denen nihai düşman ile mücadele ederken hem feminist harekete hem de LGBTİ+ mücadelesine ihtiyatlı bir sorumluluk biçilmiş durumda. Bir yandan aile kurumunun tüm yapısal zararlarını, reform edilemeyecek kadar baştan patriyarka kokan yapılarını bir bir ifşalamak ve söküp almak, bir diğer yandan da aile kelimesinin tekelini sağcı unsurlara bırakmadan, en temel yurttaşlık hakkı olan aile olabilmek ve kurabilmek zemininde LGBTİ+ hareketinin eşitlikte buluşması yolunu birlikte yürümek tarihsel sorumluluğumuz artık.
Sonuç
Bu Haziran ayına anıtsayaç’ta ölümsüzleştirdiğimiz kız kardeşlerimizin anısı, devlet eliyle yalnızlaştırılan ve kamusal hayattan sürülmek istenen tüm lubunya kadınların intiharlarının ruhumuzda bıraktığı burukluk ve avcumuzda dipdiri tuttuğumuz öfkesi ile giriyoruz. Siyaseten konunun artık bir “ucu sadece bize dokunmayacak, siz de yanacaksınız” gibi kitlelerin salt vicdanına hitap edecek bir yerden ele alınamayacağı ortada. LGBTİ+ hak hareketinin yönü, feminist ilkelerine sıkı sıkıya tutunduğu, mücadele hattını savunmadan saldırıya çektiği bir Onur Ayı’na girerken, Türkiye’deki tüm halkların barış umudu tazelenirken geride bırakılmamak adına tavizsiz olmak zorunda. Bu yokuşlu yolda yürüyen tüm LGBTİ+’lar için Onur Yürüyüşü kapalı kapılar ardında değil, meclis koridorlarından kent meydanlarına taşarak büyüyecek.
Bu yazıyı son bir dipnotla bitirmek isterim. Devrime giden yolun sandıktan değil sokaktan geçtiğini söylerken, bir yandan da feminist mücadele tarihimizin en önemli dönüm noktalarından birinin süfrajet hareketi olduğunu hatırlatmak istiyorum. LGBTİ+ özgürlüğünü devlet onaylı nikah memurlarından almayacağız, ama kazanabileceğimiz bir cephe var ve buradan yürümek de devrimci bir sorumluluktur.8
Dipnotlar:
Editör: Sinem Yıldız
Düzelti: Sinem Yıldız
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Seda Bedestenci Yegâne
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖