Background

Sinem Koşar ve Arif M. Güney ile Söyleşi: Havva: Değişecek Bu Hikâye!

Uzun süredir tiyatroyu, özellikle kadın yazarları, oyuncuları, yönetmenleri -bu ayrımı sevmemekle birlikte gerekliliğini reddedemeyerek- yakından takip ediyorum. Bir yandan da bu alana dair bir söz söylemek, ya da doğrudan tiyatronun içinden konuşanların sözüne kulak vermek isteğim hep vardı. Kadınların kendi sözünü kurduğu, sahneyi bir hakikatin ifşa mekânına dönüştürdüğü, yalnızca temsile değil deneyime yaslanan oyunlarla -ve bunların tam zıtlarıyla da- karşılaştığımda, bu istek artık kelimeye cümleye bürünsündü. Ve sonunda Havva ile kaç zamandır aradığım buluşma gerçekleşti.

Bu söyleşi, sadece bir oyunla değil; bir düşünceyle, bir isyanla, bir kolektif hafızayla konuşma fırsatı oldu. Çünkü son yıllarda kültürel endüstrinin “kadın hikâyesi satar” mottosuyla piyasaya sürdüğü onlarca işin içinden bakıldığında, Havva başka bir yerde duruyor. Kültür alanı pek çok açıdan endüstrileşmiş bir yer haline geldi ve “kadın hikâyesi” de bunun bir parçası. Bankalar, sponsorlar, aynı isimler, festivaller ve ödüller…Ne yazık ki bu tür yapımlarda ne metni yazan kadın ne yöneten kadın ne de anlatının kurgusunda feminist bir “sezgiye” rastlanıyor. Bazı oyunlarda da ne yazık ki içerik arka planda kalırken “vitrindeki kadın figürü” pazarlanıyor. Bu tür yüzeysel temsiller, kadınların mücadeleyle ördüğü tarihsel birikimi araçsallaştırma ve boşaltma riskini de beraberinde taşıyor. Benzer bir eğilim uzun süredir edebiyatta da mevcut: Özellikle 2000’li yılların başından itibaren “kadın hikâyesi” etiketiyle sunulan, fakat eril dili ve bakış açısını yeniden üreten çok sayıda kurgu metin ile buluştuk. Elbette bir anlatının feminist olması, yalnızca kadınlar tarafından yazılmış ya da sahnelenmiş olmasıyla garanti edilemez. Denilebilir ki: “Ne olacak, kadınlar yazsın da; isterse ataerkil bakış yeniden üretiledursun, yeter ki bu alan kadınların eliyle çoğalsın. Önce eşit temsiliyet sağlansın da sonra nasıl anlattığımızı tartışırız.” Bu görüşü anlamak, tarihsel olarak bastırılmış seslerin görünürlük talebine duyarlı olmak açısından elbette önemli. Ancak bu anlayışla aramıza bir mesafe koymak da gerekir. Çünkü temsilin niceliksel artışı, eğer içeriksel bir dönüşümle birleşmezse, kolaylıkla araçsallaşmaya, metalaşmaya ve sanatsal üretim alanının çoraklaşmasına kapı aralar. Dahası, kadınların sözünün bizzat kendi politik gücüyle değil, piyasa dinamiklerinin tanıdık vitrin estetiğiyle dolaşıma girmesi, temsil krizini derinleştirebilir. Bu nedenle mesele yalnızca “kadınlar da yazsın” değil, neyin, nasıl ve kim adına yazıldığını sorgulayacak bir eleştirel zemini de birlikte kurmak olmalı.

İşte Havva, hem metni hem oyunculuğu hem de sahnedeki tüm duygu geçişleriyle içeriden yazılmış bir hikâye olarak seyircinin sezgisel belleğinde yerini bence böyle bir yerden de buluyor. Çünkü kadınlar, özellikle seyirci olarak, bu sahiciliği ayırt edebilecek bir mesafeyi yıllar içinde geliştirdiler. Bu yalnızca yaşanmışlıklardan değil; üzerimize boca edilen temsillerle kurduğumuz mesafeden de neşet ediyor. “Kadın hikâyesi” etiketiyle pazarlanan ama aslında kadına ve kadınlığa dair hiçbir iç deneyim taşımayan yapıtlar karşısında, Havva gibi işler bu yüzden kıymetli.

Son yıllarda takip ettiğim pek çok oyunda benzer dertler buldum aslında. Sevgili Arsız Ölüm–Dirmit’te Latife Tekin’in o büyülü sözcük dünyası kadar Nezaket Erden’in sahnedeki soluk soluğa varlığı; Herkes Kocama Benziyor’da metnin dili kadar Pınar Güntürkün’ün bedeninde katılaşan geçmiş; Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin, Zabel, Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor, Yaftalı Tabut, Muamma… Bu oyunlar elbette içeriği, ekipleri, bakış açıları, sahnelenme biçimleriyle birbirinden çok farklı. Ancak birçok yazımda defaatle söylediğim gibi; hepsini dolayan bir ip orada! Bu oyunların ortak yanı yalnızca “kadın temsili” sunmaları değil; kadınlık deneyimini çok katmanlı bir yerden kurmaları, sahnede bir hakikat alanı açmaları. Bir diğer ortak yanı da elbette bu deneyimin oluştuğu koşulları, gündelik hayatın içine işlemiş ataerkil kodları iyi yakalamaları. Bu yüzden değil mi ki Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’in anneannesi kaldığı yaşlı bakımevinde, çarşafına döküldü dökülecek zeytinyağı damlasına hâlâ endişeleniyor.

Havva bu ipin dolandığı o yerlerden itinayla geçme iddiasıyla sadece bir anlatıyı değil, bir direniş mekânını sahneye taşıyor. Havva pasif bir figür olarak değil; kendi kaderini, öfkesini, sesini kuran bir özne olarak sahneleniyor. Sinem Koşar’ın yazıp sahnelediği Havva’yı, hem oyuncusu hem de yaratıcısı Sinem Koşar ve oyunun yönetmeni Arif M. Güney ile birlikte; oyunun ortaya çıkışından izleyiciyle kurduğu bağa, direnişin sahnedeki estetiğinden sahici temsiline uzanan bir yaşamın nasıl hayat bulduğunu konuştuk.

Sinem Yıldız: Öncelikle söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Biraz gevezelik ederek, beni çok etkileyen bir filmle başlamak istiyorum. Tanrı Vardır, Adı Petrunya, sanıyorum Türkçeye böyle çevrilmedi (God Exists, Her Name is Petrunya). Hristiyan bir geleneğe göre, yılın belli bir günü erkekler suya atılan haçı çıkarmaya çalışıyor. Kim çıkarırsa o yıl şanslı sayılıyor. Kadınlar bu geleneğe dahil değil tabii ki! Petrunya ise işsiz, toplumun dayattığı güzellik normlarına uymayan bir kadın. Tesadüfen bu olaya denk geliyor ve suya atlayıp haçı o çıkarıyor. “Kim koymuş bu kuralı?” diyor ve haçı bırakmıyor. Sonra bir anda her şey karışıyor: Polis gözaltına alıyor, medya olayın üzerine çullanıyor. Kadın bir anda o muhafazakâr erkek düzeninin hedefi haline geliyor. Filmde en etkilendiğim sahne şuydu: Petrunya, gözaltında ifade verirken doğrudan kameraya bakıyor. Göz göze geliyorsun onunla. O an koltuğuma çakıldığımı hatırlıyorum. Çünkü o sahnede sadece onunla değil; din, devlet, toplum ve polisin kurduğu o erkekler dünyasıyla da göz göze geliyorsun. Dört koldan kuşatılmış o yapının içinde bir kadının sadece “bu benim hakkım” demesi bile nasıl bir meseleye dönüşüyor, onu görüyorsun. Siz oyunda seyirciyle o duvarı nasıl yıkıyorsanız, bu film de bana aynısını hissettirmişti. İçine alıyor seni, artık sadece dışarıdan izleyen değilsin.

Gevezeliği uzattım. Aslında buradan Havva’ya, yani çıkış noktasına gelmek istiyorum. Oyun, Vüs’at O. Bener’in Havva öyküsünden esinleniyor. Bu benim de çok önceden okuduğum, kısa ama etkileyicilik anlamında hacmini aşan bir öykü. Ancak öyküde Havva neredeyse hiç konuşmuyor, edilgen ve sessiz bir figür. Hikâyenin sonunda yaşamını kaybetmeden hemen önce sadece “baklava” kelimesi çıkıyor ağzından. Bu sebeple de içimde bir öfke oluşmuştu. Senin sahnelediğin Havva ise bunun tam tersi. Çünkü aynı zamanda Irmak Zileli’nin Son Bakış romanındaki Tina karakteri de oyunun içinde yer alıyor. O da bir göçmen; başka bir yere, başka bir hayata yerleştirilen biri. Haliyle zihnimde şöyle bir bağ şekilleniyor: Senin Havva’n da başka bir eve gidiyor, orada neredeyse bir göçmen gibi yaşıyor; bir yabancı, bir öteki olarak. Tina da öyle. Ve bence senin oyununun söylediği şey sadece “değişecek bu hikâye” değil, “değişiyor bu hikâye.” Metnin kendisi de değişiyor, hikâyenin kendisi önce metninde sonra sahnede dönüşüyor hatta. Bu “öteki” olmanın, “göçmen” olmanın, “yabancı” olmanın Sinem Koşar için karşılığı ne? Sen bu iki, hatta seninle beraber bu üç karakteri sahnede nasıl bir yerden kurdun?

Sinem Koşar: “Senin Havva’n” cümlesi için çok teşekkür ederim. Çünkü Yiğit Bener de aynı senin gibi, oyunu izledikten sonra “Bu oyun artık amcamın hikâyesinden çıkmış, sizin Havva’nız olmuş” dedi. Bu çok kıymetli bir dönüştü bizim için, özgünlüğümüz ve kendi sesimiz için. Irmak Hanım’ın ve Yiğit Bey’in desteği bizim için çok değerliydi.

Ben de bu öteki olma halinden yola çıktım. Oyundaki herkesin farkında olsun ya da olmasın “öteki” olması gibi, Tina da bir öteki. Senin ve seyircilerimizin oyunu bu açıdan böyle okumaları çok kıymetli. Çünkü gerçekten de biz hepimiz bu hikâyenin bir yerindeyiz.

Havva çok kısa bir öykü ama ben onu üniversitedeyken, hiçbir kelimesini değiştirmeden oynamıştım.. “Öyküden Sahneye” diye bir dersimiz vardı, orada çalıştığım bir metindi. Yıllar sonra, başka başka oyunlar oynamışken, hatta bir süredir tiyatro yapamıyorken, “tekelleşme”nin bedelini ödemişken, bunun altında ezilmek istemedim. Mesleğimi kendim gibi yapmak istedim. O yüzden yazmaya başladım. Kendimi bir okuma kampına aldım. Okuma zaten hayatım boyunca en sevdiğim şeydi ama bu kez başka bir odakla, başka bir bilinçle okudum. Son Bakış’ı da o dönemde keşfettim. Roman beni akışıyla, kurgusuyla, politik bakış açısıyla çok etkilemişti.

Romanın ilk sayfasını okuduğum anı hiç unutmuyorum. Balerin, Gürcü, elini delmiş geçmiş bir anahtar, yanında bir boru, asfaltta yatan bir kadının son dakikalarından bambaşka yerlere gidiyorsunuz Irmak Zileli’nin muhteşem kurgusu ve diliyle. Bir yandan da 2018’den beri Ayşe Sun’la bale dersi alıyordum, üstüne Tina’yı okumak daha da heyecan vermişti bana. Tina’yı sahneye uyarlamak istedim, fakat tiyatroya uyarlamanın bambaşka materyallere ihtiyacı olduğunun farkına vardım denedikçe.  Ve bir gün Havva tekrar aklıma geldi. Ama bu kez şöyle sordum kendime: “Niye bu kızın sesi yok? Bu sessizliği ben kabul etmiyorum.” Tabii ki yazarın bunu neden özellikle tercih ettiğini anlıyorum, ama bu oyun bir uyarlama değil, esinlenme. Bu oyun, o itirazdan doğdu. Tina’yı Havva ile arkadaş yapma sebebim de tam olarak buydu. Çünkü romanda böyle bir şey yok, Tina’nın bilinç akışını görüyoruz. Sadece Tina’nın evdeki kameraların görmediği kör noktada bale yaptığı küçücük bir anı, Havva ile ikisini karanlığa mahkûm bırakmak istemediğim için büyütmeyi seçtim. Deprem döneminde yazıyordum ve Şubat ayı boyunca tek satır yazamadım. Oradaki insanlara destek olmak için elimizden ne geliyorsa yaptık. Gönüllü dersler verdim, hâlâ da devam ediyorum.   Yaşanılan acıyı, kaybı, felaketi maşa gibi kullanıp asla sorumluluk almadan, üstüne bundan çıkar sağlamaya meyilli kültürü reddediyorum. Bir insanın yaşan hakkının, acısının, yasının, hislerinin yok sayılmasını, yalnız bırakılmasını, kaderi buymuş gibi empoze edilmesini reddediyorum. Ve sahne inandığım şekilde, tam olarak bu dayanışmayı ifade edebileceğim yerdi.

Yazarken kendime sekiz hafta verdim, ana taslağı o sürede bitirdim. Arif’le paylaştım, o da hep destek verdi. Oyun kendini yazdırdı diyebilirim. Mesela “Değişecek bu hikâye” cümlesi… Öğrencilere “başını öne eğ” denilen bir ülkede “kaldır başını Havva, bakma yere, değişecek bu hikâye” diyor Havva kendine. Yazdığımda tüylerim diken diken oldu. “Tamam,” dedim, “bu işte, burada olmalı.” Çünkü mesele sadece bir karakterin değil, bizim ortak hikâyemizin değişimi, direnme gücü. Niye biz başımızı öne eğiyormuşuz?! Yazarken istatistiklere bakıyordum: binlerce kız çocuğu hâlâ okula gönderilmiyor, çünkü çalışmak zorunda kalıyor ya da evlendiriliyor. Bunlar hâlâ konuştuğumuz şeyler ve bu bir klişe değil. Gerçek. Bu oyun, o gerçekliğe dayanıyor. Ve Tina gibi Havva da yalnız. Tek başına. Sesi yok. Ama o ses sahnede duyulsun istedim. Oyundaki anlatıcı ses, hem Havva’nın hem başka kadınların sesi olsun istedim. Çünkü dayanışma sadece benzer hayatlar yaşamaktan geçmiyor. Toprak Abla sahnesinde de olduğu gibi, bir kadının eşcinsel olması ya da balerin olması gerekmiyor. Yeter ki birbirimizin gözünün içine bakabilelim. Bence bu ötekilik hepimizin hikâyesi. Çünkü hepimiz anlaşılmak istiyoruz. Ve bu da benim kendimi ifade etme aracım oldu. Sanat, ifade, beden… Hepsi bir araya geldi.

Sinem Yıldız: Tina’nın bakışıyla Havva’nın bakışı bir araya geliyor aslında. “Son Bakış”taki o ölüm anına varan karar, bir kimliğe tutunma, kendini yerine oturtma hali var gibi.

Sinem Koşar: Evet, öyle. Ama aynı zamanda şu an yaşadığımız sosyopolitik düzlemde, kadınlara, çocuklara, ağaçlara, hangisi olursa olsun… Umudumuzu kaybettiğimiz, karanlığa mahkûm edildiğimizi düşündüğümüz anlarda bile hayır diyor bu hikâye: Çaresiz değiliz. Bir çözüm var. Ve Havva bu çözümü hep buluyor. Bulduğu çözümler saçma bile olabilir ama yine de bir adım, bir çaba.

Havva’nın çocukluğundaki arkadaşı Sarı karakteri üzerinden para kazanmaya çalışması da öyle. Toprak abla kısacık bir sahne, hatta Havva, “Toprak abla senden Bernarda Alba’yı, kitabı aldım ya Allah belasını versin Bernard Alba’nın!” diyor bir yerde. Neden? Lorca, bu mücadele ve çözüm için aslında. Çünkü Toprak ablayı cinsel kimliği üzerinden değil, varlığıyla, insan olarak anlamaya çalışıyor. “Yanında olacağım tabii, nerede olacağım ya başka” diyor. Sadece öğrenmek değil, var olmak istiyor o kız. Ve bunu, öleceğini bile bile yapıyor. Bu ayrıntıyı herkes fark etmese de.

Arif M. Güney: Çünkü başkalarının hayatını değiştirmeye çabalıyor ama kendi hayatını değiştiremiyor aslında.

Sinem Koşar: Ama ben bu hikâyeyi arabesk bir yerden değil, direnen bir yerden anlatmak istedim. Çünkü kadınların bu ülkede sürekli şiddet görmeye, ezilmeye, öldürülmeye, yok sayılmaya mahkûm olduğuna inanmıyorum. Ve bunu bir de sahnede kadına “acıyarak” görmeye tahammülüm yok. Kadınlar sadece birer rakam değil. Keşke hepsine ses verebilsem. Hepsi birbirinden yaratıcı, zeki, dirençli. Havva da öyle bir kız benim için.

Sinem Yıldız: Havva, temposu oldukça yüksek bir oyun. Hem fiziksel hem duygusal olarak sahnede kesintisiz bir akış var. Üstelik seyirciyle doğrudan iletişim kuruyorsun; anlık tepkiler geliyor, bazen hiç beklemediğin bir cevapla karşılaşabiliyorsun ve o anda yeniden metne dönmek, ritmi korumak kolay gözükmüyor. Seyirci Sinem olarak konuşuyorum; biz de buna çok alışkın değiliz. “Sahneye müdahil olunur mu, alkışlanır mı, oyun sırasında oyuncunun yönelttiği soruya yanıt verilir mi, ne zaman susulur” gibi sorular kafada dönüp duruyor izlerken. O anlarda hem seyirciyi rahatlatman gerekiyor hem de kendi sahne akışını yönetmen. Tüm bu canlılığı, değişkenliği ve yoğun tempoyu sahnede taşıyabilmek için nasıl bir hazırlık sürecinden geçtin?

Sinem Koşar: Oyunun temposu çok yüksek, bunu yazarken de fark ediyordum. Fakat Arif’in rejisiyle bu tempo ve ritim daha da belirginlik kazandı. Fiziksel olarak çok şey istiyor oyuncudan. O yüzden uzun zamandır kondisyonumu yüksek tutmaya çalışıyorum. Düzenli kardiyo, bale, yoga… Bu oyun için bedenimi sahneye hazırlamak en az metin kadar önemliydi çünkü. Sahneye sadece metinle değil, bütün enstrümanlarımızla çıkmanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Belirttiğin gibi esas meselelerden biri, seyirciyle kurulan ilişki. Arif’in özel olarak istediği şeylerden biri de bu canlılık, bu doğrudan temastı. Dedi ki: “Seyirciye şimdi ve bu anda birlikte bir hikâyenin içinde olduğumuzu hatırlat. Onlardan kopma, aksine onları oyuna dahil et. Çünkü nefes almaya ihtiyacımız var” Başta korktum tabii: “Ya iletişim kuramazsam?” Ama Arif beni cesaretlendirdi: “Sen iletişime açık birisin zaten. Seyirci de bunu anlayacak” Gerçekten de öyle oldu. Oyun başladığında sanki hepimiz bir yolculuğa çıkıyoruz; başladığımız zamandaki biz ile bitirdiğimizdeki biz artık başka insanlarız gibi geliyor bana. Ve tüm anları birlikte kuruyoruz. Seyirciyle doğrudan temas kurup soru sorduğum her an, onların da kendi içlerinde bir dönüşüm yaşadığını fark ediyorum.

Bir örnek vereyim: Ara Sahne’de en önde bir beyefendi vardı. Oyun boyunca çok eğleniyordu ama kendini durduruyordu. Dedim ki şaka yaptığım bir yerde: “Abicim, Allah aşkına bir gülsene ya! Görüyorum, gülüyorsun zaten. Rahatla. Sana ihtiyacımız var.” O anda, kendisi de dahil alkış koptu salonda. İşte bu tür anlar seyircinin de sürece dahil olduğunu, birlikte bir şey kurduğumuzu gösteriyor bana.

Arif M. Güney: Amacımız tam da buydu. Seyirciye şunu hissettirmek: “Sen izleyen değilsin. Bu hikâyenin içindesin.” Oyun sadece anlatmak değil, paylaşmak üzerine kurulu. Bizden bir şey anlatıyoruz. “Sen” ve “ben” yok. “Biz” varız. Bu yüzden oyunun sert meseleleri -kadına şiddet, travma, yoksulluk- ancak böyle doğrudan bir atmosferde taşınabilirdi. Ve gerçekten de seyirci bunu sahiplendi. Çünkü kendi hayatından bir şey buldu. Sanki içinden bir duyguyu çekip karşısına koyduk ve dedik ki: “Bak, bu hepimizin ortak noktası.” Bu yüzden seyirciyle bu iletişimi kurmak hem oyunun yapısını hem de hikâyenin anlatım dilini güçlendirdi.

Sinem Koşar: Oyun boyunca seyircinin nefes alabileceği küçük boşluklar bırakıyoruz. Çünkü bir sonraki sahne onu tekrar sarsacak. Özellikle Tina sahnesinde. O yüzden sadece sahneyi değil, seyirciyi de taşıyoruz o ana.

Arif M. Güney: Tina sahnesine geçmeden önce seyircinin bir nefes alması gerekiyor. Yoksa sahneyle yüzleşemeyebilir. Sadece anlatıcının değil, seyircinin de bu yolculuğu tamamlaması önemli. Benim özellikle istediğim şeylerden biri oyunun o canlı halini korumak, orjinal Havva öyküsündeki o gerçekçi dili kırmaktı. Seyirciye sen edilgen değilsin aynı zamanda etkensin demekti.

Sinem Yıldız: Oyunda Allah’la konuşma, geçmişle hesaplaşma, şimdiyle yüzleşme var. Gerçek ve hayal arasında sürekli bir geçişlilik var. Bu, Tina ve Havva’nın birleşiminden öte bir kurgu gerektiriyor. Bu sıçramalı zaman yapısı, kadınların hafıza ve travmayla kurduğu ilişkiyle de benzerlik taşıyor bence. Çünkü kadın travmayı yaşarken hafızasıyla geçmişe gidiyor, oradan bir şey getiriyor. Oyun da böyle bir akış içinde ilerliyor. Bu yapıyı neden böyle kurdunuz ve nasıl çalıştınız üzerine?

Arif M. Güney: Dünya üzerinde travma yaşamamış kimse yok diyemeyiz, hepimizin deneyimleri farklı ve biricik. Yaşadıklarımızı iyileştirmek için hepimiz ayrı bir çözüm arayışındayız. Bu da insanın hayattaki duşunu gösterir. Kadın ya da erkek fark etmez. Ama bazı travmalar, toplumsal travmalardır: Kadına şiddet, cinsel istismar, hayvana zulüm… Bunlar çok büyük başlıklar.

Oyunda Havva’nın geçmişinde yaşadıklarına çözüm arayışı, diğer karakterlerle olan ilişkisine de yansıyor. Bir karakterin bir önceki sahnede yaşadığı şey, bir sonraki sahnede başka bir duyguya dönüşüyor. Ve bu kırılmalar, seyircide şu soruyu uyandırıyor: “Gerçekte ne oldu?” Bu soruyla izleyici oyunun içine daha fazla dahil oluyor. Çünkü biz aslında herkesin aynı hayatı yaşamadığını ama aynı travmalarla başka başka çözümler ürettiğini anlatmak istedik. “Değişecek bu hikâye” mottosu da buradan geliyor.

Bu akış seyirciyi yormadan, ama merakla tutarak ilerliyor. Sinem çok güçlü bir metin yazdı. Ben de o metnin içinde hayal ile gerçeğin dönüşümünü matematiksel bir yapıyla destekledim. Vüs’at Orhan Bener’in öyküsünde Havva’nın hayal dünyasını görmüyoruz. Evin sahibi olan kız çocuğunun besleme olarak eve gelen Havva’ya karşı çocuksu nefretini ve kıskançlığını görüyoruz. Biz de bu durum özelinde metnin dışına çıkıp o metnin gerçekçi yapısını Havva’nın hayal dünyası ile kırmak istedik. Çünkü mesele sadece karakterlerin yaşadıkları değil, onların o yaşanmışlıklarıyla ve hayal dünyasıyla nasıl ayakta durdukları.

Seyirciye göstermek istediğimiz şeylerden biri de şu: Hayat, kafamızda taşıdığımız o ezber şablonlardan ibaret değil. Hepimizin zihninde izlediklerimizden, okuduklarımızdan, yaşadıklarımızdan oluşan bazı kalıplar var. Biz bu kalıpları sorgulamak, kırmak istedik. “Bu böyle olmak zorunda değil, tek gerçeklik bu değil” demek istedik aslında.

Sinem Koşar: Çünkü bu şablonlar bize ezberletildi. Nasıl düşünmemiz, nasıl hissetmemiz gerektiği, bize öğretilmiş tepkiler.

Arif M. Güney: Evet. Sosyal medya da bu ezberin bir parçası. Tepki vermek elbette önemli ama her şeyi sosyal medyada paylaşmak kadar hayatta da bunu göstermek önemli bence. Bu oyun aracılığıyla ezberlenmiş olan tepkileri de sorgulama imkanımız oldu.. “Mış gibi” görünen şeylerin arkasındaki hakikati kurcaladık. “Böyle olmadı” dediğimiz her sahnede, seyircide bir soru işareti doğuyor ve bu çok değerli.

Sinem Yıldız: Yani aslında o kalıbı kırmak istediniz.

Arif M. Güney: Aynen öyle. Bölüm bölüm, epizot epizot ilerleyen bir yapı kurduk. Ve bu yapı içerisinde o şablonları kırmak metnin kurgusuna çok iyi oturdu.

Sinem Koşar: Mesela Havva’nın “besleme” olarak eve geldiği sahnede -öyküde tabii ki bu yok- Havva beyaz bir köşkün önünde “vals” eşliğinde hayal kuruyor. Bir yerde inanmak istiyoruz ona. Fakat gerçeklik öyle değil. Ardından gelen sahne hem absürd hem gerçek. Hayatta kimsesizsin ve seni arabayla gelip alıyor da köşklere götürüyor. Bu, klasik “biri gelsin, n’olur beni kurtarsın” anlatısı. Ama hayat böyle işlemiyor. Tam da buradan hikâyeyi kırmaya başlıyoruz.

Sinem Yıldız: Evet, bireysel hikâyeler yalnızca bir kişiye ait olabilir ama geride kalan binlerce kişi daha var. “Kurtarıcı gelir seni alır” anlatısı sahici değil. Ya da çok çalışırsın CEO olursun… Kaç kişiden biri olabiliyor ki?

Sinem Koşar: Brecht’in dediği gibi, “Kahramanlara ihtiyaç duyulan memleket, zavallı bir memlekettir.” Eğer bir yerde kurtarıcı bekliyorsan, zaten kurbansındır. Acıyarak baktığımız ve asla çözüm arama cesareti bulamadığımız kurban anlatılarına inanmıyorum. Bu, sadece kadınlar için değil, hepimiz için geçerli. O yüzden Havva’nın hikâyesi bireysel bir kahramanlık değil. Hep birlikte, kolektif bir mücadele mümkün mü”nün inat hikâyesi.

Köpek sahnesini yazdığımda, sokak köpekleri henüz topluca öldürülmemişti. Havva’nın her şeyini anlattığı köpekler olsun, yakın arkadaşı köpekler olsun diye kurguladığımda köpeklerin de “öteki” olacağını tahmin bile edemezdim. Sarı karakteri de öyle çıktı. Arif’le salonda prova yaparken “Sarı kekeme olsun” dedi, ben bir sürü farklı şey denerken. Çok mantıklıydı! Çünkü Sarı da “öteki.” O da sınıfta konuşması yüzünden maalesef dışlanıyor. Tıpkı Havva gibi.

Arif M. Güney: Evet, Sarı da kendini ifade etmek isteyen, ait olamayan, akranları tarafından dışlanan biri.

Sinem Koşar: Sanki ötekiler bir araya geliyor. Birbirlerini çekiyorlar. Aralarında bir çekim gücü oluşuyor.

Sinem Yıldız: Yalnızlığı estetize etmeden, her aynı koşulda olan kadının aynı çıkış yolları bulabilecek umudu taşımasının mümkün olmadığını da hatırlayarak ama umudu da yitirmeden bir atmosfer kurmak sizin için nasıl bir reji sınavıydı? Kadına yönelik şiddet, sınıf çatışmaları ve toplumsal bastırılma gibi temalar sahnede güçlü bir biçimde hissediliyor. Bu temaların ajitatif bir dile düşmemesi için estetik tercihlerinizi nasıl şekillendirdiniz? Çünkü genelde kadın karakterler sahnede çoğu zaman mağdur ya da yan karakter olarak yer bulabiliyor. Ama Havva’da “besleme” sıfatı yan karakter olarak kurulmamış; aynı zamanda bir direnişin başlangıç noktası gibi. Havva bu kalıpları yıkıyor ve bu “aşağılanmadan” yeni bir kimlik inşa ediyor. 

Sinem Koşar: Evet, öyle. Aslında suya sabuna dokunmadan, tek bir karakterin ağzından bu oyunu yazabilirdim; hiç risk almazdım. O zaman “ay Havva, kıyamam” derler ve giderlerdi; daha kolay olurdu her şey, fakat bunu seçmedim. Belirttiğin gibi “ajitatif” dile düşmemesi, metnin getirdiği ters köşeler, aslında seyircinin (hepimizin) ilk aklına gelen olasılığın yıkılmasıyla şekillendi. “Aman hep bir acitasyon, hep bir drama be!” demesi de bundan Havva’nın. Kostümde “NO MORE DRAMA” yazmasının nedeni de. Bence bu sığ “ajite” bakış, bizim “gerçek” olanı görmemizi engelliyor, kısıtlıyor. Neden, Havva bir mahalle arasında Freddie Mercury dinleyemez mi? Yasaklandı mı? Kim koydu o kuralı? Sadece arabesk mi dinlemek zorunda, hem onu hem onu dinleyemez mi? Hamlet’i okumuş olamaz mı temizliğe gönderilip çalıştırılırken, açıktan okuma hayali kuramaz mı? Yapamazsın, beceremezsin diyenlere inat gülemez mi?  

Sinem Yıldız: Tina’nın “şey”liğiyle Havva’nın “beslemeliği” birleşiyor. Ama Havva’nın edilgenliği, Tina’nın etkenliğiyle kırılıyor.

Sinem Koşar: Tina karakterinden esinlenmemizin nedeni de bu zaten. Romanda iki patlama noktası var bence Tina’nın. Onun dışa vurulamamış iç sesinin öfkesi, Havva’nın cümleleri haline geldi açıkçası. Onun söylemediklerini Havva söyledi herkese, her şeye. O sadece bana değil, pek çok kadına ifade edemediği şeyleri söyleme cesareti verdi aynı zamanda… Arif’in en sevdiği bölümlerden biri mesela, Havva’nın Tina’yla aynı olduğunu anladığı “Sen bu ülkede bir şeysin… Ben şey bile değilim. Ben de onlara göre beslemeyim, ne yapayım yani? Beni delirtme, ben buraya her geldiğimde şiir okuyoruz, inat koydum inanç koydum diyoruz” dediği kısım.

Sinem Yıldız: Arif, Havva çok güçlü bir içsel anlatı taşıyor ve kadınların gündelik hayatta sıkça deneyimlediği bir şiddet döngüsünü, hafıza parçalanmalarını ve sınıfsal dışlanmışlığı sahneye taşıyor. Bu anlatıyı bir erkek yönetmen olarak sahneye koyarken nasıl bir sorumluluk hissettin? Kadına dair bir hikâyeyi sahnelerken, “temsilin sınırları” ve “erkek bakış açısının dışarıdanlığı” senin için nasıl meseleler haline geldi?

Arif M. Güney: Süreç boyunca birçok noktada kendimle yüzleştim. Bu hikâyeyi nereden ve nasıl anlatacağımız benim için çok önemliydi. Empati kurduğum, aydınlandığım yerler oldu. Sinem metni yazdığında, öyküyü elbette biliyordum ama iş bana geldiğinde şunu düşündüm: “Bu sadece Sinem’in ya da benim yapacağım bir oyun değil. Bu insanların içine dokunacak, onlara ‘bu bizim hikâyemiz’ dedirtecek bir oyun olmalı.”

Bu büyük bir sorumluluk. Ve bu sorumluluğu içimde hep hissettim. Bu nedenle oyunu çok sahiplendim. Sadece yönetmedim aslında, dönüştürmeye çalıştım. Bu metne bir erkek olarak bakmadım. Kendimi hikâyenin anlatıcısı olarak değil, aracısı olarak konumladım. Çünkü anlatıcı hikâyenin kendisi. Onu sahneye taşıyan ise Havva karakteri. Benim görevim o yolu açmaktı. Olabildiğince kendimden uzaklaşıp hikâyeye alan açmaya çalıştım.

Her şeyi reddedip kendi dünyasını kuran bir karakter Havva. Bu dünyaya istemeden başkalarını da dahil ediyor çünkü onun inancını görenler, buna ortak olmak istiyorlar. Finalde de görüyoruz zaten: Başkaları ondan feyz alıyor. Bu yüzden afişte “Değişecek bu hikâye” dedik. Belki Havva’nın kendi hikâyesi değişmiyor ama başkalarınınkini değiştirecek bir alan açıyor. Ben böyle bir bakış geliştirdim.

Sinem Koşar: Ama önemli bir şey var: Oyunda erkek karakter yok. Özellikle yok. Ya çok az konuşuyorlar ya da tamamen bastırılmış halde yer alıyorlar. Tam tersine, bu kez erkekler karikatürize edilmiş. Hep kadınlar böyle anlatılırken, biz bu şablonu tersine çevirdik. “Kız isteme” sahnesi gibi bölümleri çalışırken de bunu çok net yaşadık. Erkek karakterlerin sahnede karikatürize edilmesi bilinçli bir tercihti.

Sinem Yıldız: Kadınların sürekli klişe figürler olarak gösterildiği anlatıların yerinde bu kez erkekler var. Peki, senin Sinem olarak Arif’in bazı yönlendirmelerine itiraz ettiğin oldu mu? “Hayır, bir kadın böyle yapmaz” dediğin yerler?

Sinem Koşar: Oldu. Arif bazen “Havva’da kal, Sinem olma” diye uyarırdı. Özellikle makas sahnesinde. Çünkü o “Yeter” dediği yer benim için çok önemliydi. Havva da benimle aynı çığlığı atabilirdi. Fiziksel olduğu kadar psikolojik baskı da tacizdir. Orijinal öyküdeki “beyaz kuş ve saçının kesilmesi” detayını buradan okumayı seçtim. Kız neden halıyı kesiyor? Çünkü bu yaşanırsa, keser. Saçını kendi keser.

Sinem Yıldız: Ve o sadece Sinem’in değil, Havva’nın da gördüğü bir şey. Belki de Sinem’in göremediği ama Havva’nın hissettiği… Erkeklerin gündelik hayatında algılayamayacağı bazı kadın deneyimleri, toplumsal örüntüler var. Bir kadın olarak toplumda yaşamanın getirdiği deneyimler bunlar.

Sinem Koşar: Mesela tayt giymesi. Bu birçok kadın için maalesef “o da öyle giymeseymiş, üzerinde ne varmış” korkusu. Finalde “Sen bana lolipop verdin ama ben sana en sevdiğim masalı anlatmaya geldim, bak tayt giydim de geldim” diyor Gülüzar. Bu kadınların anlayacağı bir şey. Bu da direniş.

Sinem Yıldız: Çünkü Havva’nın ya da Sinem’in tayt giymesinin ne anlama geldiğini bir kadın çok daha iyi deneyimler, anlar.

Sinem Koşar: Bu bizim kararımız, bizim bedenimiz. Kararı toplumsal yargılar, kalıplar değil, biz veririz. Tüm kadınlar, kız çocukları için dileğim bu.

Arif M. Güney: Haklı olarak kadınların hissettiği endişe, kuşku ve tedirginlik, oyundaki Havva’nın sevgiyi gösterme biçimine de sirayet ediyor bence. Havva’nın birine duyduğu sevgiyi, klasik bir romantizm içinde görmüyoruz, aksine buna çok gülüyoruz. Hayalini kurduğu sevgiye karşılık bulduğunda bile kendi sınırını korumak için gerekirse tokat da atıyor. Çünkü daha önce gerçek bir sevgi görmemiş, sadece hayalini kurmuş.

Sinem Koşar: Çünkü “bütün anneler kızlarını sever! Hayır sevmez!” Bununla yüzleşiyor Havva. Bütün anneler sevseydi keşke gerçekten, fakat sevmiyor işte. Sevgiyi kitaplarda, hayallerde, köpeklerde, temizliğe gittiği insanların evinde araması da bundan. Çaresizlikten değil, kendi gibi yaşamaya söz vermesinden. Annesiyle vedasında bile sevgisini, acısı gibi ne olursa olsun gerçek tutması bundan.

Arif M. Güney: “Seni seviyorum” demesine gerek yok. “Köfte patates yapmıştın” diyor ya, işte onun için bu cümle zaten sevgiyi ifade ediyor. Çünkü Havva o sevgiyi varsayarak kendini büyütmüş.

Sinem Koşar: İşte o zaman Birhan Keskin’in “Buraya, bir inanç bir inat koydum. Tut ki unuttun, tekrar bak, o inat neyse, sen osun” şiirindeki cümlesine geliyoruz.

Sinem Yıldız: Seyirciden gelen geri dönüşler nasıldı? Havva’nın hikâyesi birçok kadının deneyimine benziyor Özellikle kadın izleyicilerle aranızda nasıl bir bağ kuruldu?

Sinem Koşar: Bir seyirci geldi, hangi şehirdeydi hatırlamıyorum. Dedi ki, “Ben okuyamadım, sen benim yerime okudun, karşı durdun. Cesaret verdin bana kızım” dedi, o sarılmasını unutamam. Başka bir oyunda ilk kez görme engelli bir seyircimiz gelmişti: “Tüm oyunu seninle yaşadım. Her yerde seni izlemeye geleceğim” dedi. Geldi de. “Hep oyna, vazgeçme” dedi. O kadar gerçek ki o anlar…

Seyirciyle kurduğumuz bu samimi bağ çok kıymetli, birbirimizi tanımıyoruz ama birbirimize sarılıyoruz, güç buluyoruz hissi geliyor bana. Muğla’da da oyun sonrası genç bir kadın geldi. “Kadın cinayetinde kaybettiğim arkadaşım yanımda gibiydi. Umut duymaya ne çok ihtiyacımız varmış” dedi. Öğretmenlik okuduğunu ve öğrencilerine Havva’nın inadını anlatacağını söyledi. Sabah altıda dekoru yükledik, yolculuk yaptık, sahne kurduk, ışık yaptık, yemek yedik, oynadık. Dinlenmeden yola çıktık. Ama tüm bu sözler her şeye değerdi. Duygusal bakıyorum biliyorum, profesyonel olarak nitelendirilmeyebilir birileri tarafından. Umurumda da değil. Profesyonellik samimiyetle de mümkün, bence buna ihtiyacımız var, kibre değil.

Sinem Yıldız: Zaten “profesyonellik” kavramı ataerkil bakışla yüklü bence. Akademik araştırmalarda da bu böyle. Mesela saha görüşmen varsa “görüşme yaptığın kişiyle bağ kurma” denir. Ama hayır. O da kadın, ben de kadınım. Aramızda bir bağ var. Bu demek değil ki ben sosyal bilimden uzaklaşıyorum, çoğunlukla tam tersi hatta.

Sinem Koşar: Evet, ben de gönüllü olarak Hatay’daki öğrencilerime destek veriyorum. Henüz oraya gidip oynayamadım ama kurduğumuz bu bağda onların hayata tutunma gücünden de ilham alıyorum.

Borçka’da müthiş bir inançla ve emekle yapılan Tiyatro Festivali’ne davet edilmiştik. Bir kadın geldi mesela. Gürcü’ymüş. “17 yıl önce Türkiye’ye geldim” dedi. “Benim hikâyem Tina gibi olmadı ama sen beni yalnız bırakmadın. Söyleyemediğim her şeyi söyledin, bana ‘şey’ dedirtmedin. Teşekkür ederim” dedi. Yani, öyle bir şey ki bu… Sadece oyunu oynamak değil, bir başkasının sesi olmak.  Bir de bizi ilk oyunda izleyen ve bize Havva aracılığıyla çok inanan bir seyircimiz vardı. Babası vefat etmişti, babasının vefatının 40’ıncı günüymüş oyuna geldiği gün. Mezarını ziyaret ettikten sonra gelmiş oyuna. Dedi ki, “Bu oyunu Ankara’ya götüreceğim.” “Nasıl yani?” dedik. “Sen bana yaşama aşkımı hatırlattın” dedi. “Babamla Beyoğlu’nda dolaşırdık, sen beni oraya geri götürdün. Havva’nın ‘Bir tek elimde gülmek kaldı’ dediği yer var ya, işte benim de elimde bir tek gülmek kaldı.” Ve Ankara’ya götürdük oyunu, oynadık, söylediğini yaptı yani. Göz dolduran bir inanç…

Sinem Yıldız: Bağımsız tiyatroda kadınların yazması, sahneye çıkması, görünür olması hâlâ çok ciddi engellerle karşılaşıyor. Siz bu süreci bireysel ve kolektif olarak nasıl deneyimliyorsunuz? Özellikle kadınlar için sahnede yer açmanın maddi, teknik ve politik zorlukları… Tiyatronun maddi koşulları -prova mekânı bulmak, destek almak, seyirciye ulaşmak- özellikle kadın üreticiler için nasıl bir mücadele alanı? Velhasıl Tiyatro, bu anlamda nasıl bir dayanışma ve üretim hattı kuruyor?

Arif M. Güney: Biz bağımsız bir tiyatroyuz. Herhangi bir devlet desteği ya da sponsorluk anlaşmamız yok. Yaratım sürecinde bize prova yapma imkanı sunan, hep yanımızda duran Taksim Ara Sahne’nin bu anlamda desteği büyük. Yerleşik ve bağımsız tiyatroların yan yana durabilme hali, hem bizi daha çok seyirciyle hem de hepimizi farklı oyunlarla buluşturuyor. Birlikte daha güçlü olduğumuza inanıyorum. Bu değerli çünkü. Sadece seyircinin bilet alarak sağladığı gelirle ayaktayız. Reklam, organizasyon, afiş, dekor, teknik ekipmanlar; her şeyi kendimiz yapıyoruz. Velhasıl Tiyatro’yu Sinem ile birlikte kurduk, prömiyeri 24 Şubat’ta yaptık. Yani kurulmamız Havva’nın hikâyesiyle yaşıt. Sinem’in oynama tutkusu ve yazma azmi aracı oldu. Ben emindim: Bu oyun birçok insana dokunacak. Seyirciyle buluşabildiğimiz anda, o sahiplenme hissiyle oyun yolunu bulacaktı. Maalesef bazı kesimlerin tiyatroya popülist bir yerden yaklaşmasından dolayı da zorlandığımız noktalar oluyor. Bir kadın olarak sosyal medya fenomeni değil Sinem, bilinen dizilerde de henüz izlemediler onu. Bizi tanımaları için oyunu izlemeleri gerekiyor. Bu durum son derece politik, kadının var olduğu her alanda olduğu gibi.

Fakat bu kadar kısa sürede, 10 farklı şehirde oynama imkanı bulduk. Kadın Oyunları Festivali’ne davet edildik. Borçka’dan çağırdılar, festivallere gittik. Bunların hiçbiri yola çıkarken aklımızda yoktu. Çünkü öncesinde biz oyuncuyduk sadece. Muhasebe, bilet vergisi nedir bilmiyorduk. Biraz süreç bizi pişirdi. Bu yolda kendimizi de dönüştürdük. Kendi hikâyemizi, içten bir şekilde anlatmak istedik.  Velhasıl Tiyatro böyle doğdu.

Havva aslında içimizde biriken öfkenin dışa vurumu. Bunu kaba ya da tek boyutlu bir öfke olarak da düşünmemek lazım. Havva bir temsil; tarih boyunca kadınların, hayvanların, ötekileştirilenlerin maruz kaldığı şiddetin, aşağılanmanın, yok sayılmanın ifadesi. Bugünün meselesi değil sadece bu. Ortaçağda kadınlar cadı diye yakıldı. Bir yandan tanrıça ilan edilen, öte yandan veliahtlar dünyaya getirmesi beklenen bir kadınlık tarihinden söz ediyoruz. Bu tarihsel döngü içinde Havva’nın öfkesini sahneye taşıyoruz.

Biz, kendi kuşağımızın -30’lu yaşlardaki insanların- deneyimlerinden yola çıkıyoruz ama bu sadece bize ait değil. Havva’yı izleyen 60 yaşındaki bir kadın da, 20 yaşında bir genç de o öfkeyi tanıyor ve bizimle aynı yerden bakabiliyor. Çünkü mesele sadece bir hikâye anlatmak değil. Mesele bir ortak duyguda buluşmak, o duygu üzerinden bir gerçeklik inşa etmek ve sorabilmek, değiştirmeye inat etmek, cesaret etmek. Bu yüzden Havva karakteri zamansız. Yaşı, zamanı, mekânı olmayan bir kadın. Ne yaşı geçiyor oyunda ne de tarih.

Sinem Yıldız: Velhasıl Tiyatro nasıl bir çizgi izliyor? Politik tiyatro yapmak sizin için ne anlama geliyor? Havva ile başlayan bu sahne yolculuğu nasıl devam edecek? Önümüzdeki dönemde yine kadın hikâyelerine odaklanan -bunu demekten de pek hoşlanmıyorum ama bir belirteç ihtiyacı hasıl oluyor işte- toplumsal içerikli projeleriniz olacak mı?

Sinem Koşar: Bence tiyatro yapabilmek yeterince politik, sözünü sakınmadan risk almaya devam edeceğiz. Yüzeysel bir yerden (bu da politik) değil, aksine derinlere inebilme cesaretiyle denemenin, keşfetmenin peşinde olmak beni heyecanlandırıyor. Havva henüz bebek, hâlâ üzerinde çalıştığımız, bizi bir basamak sonraya taşıdığına inandığımız fikirleri direkt sahnede uyguladığımız bir bebek gibi. Çalışmaya devam ediyoruz yeni fikirler için. Özensiz, “yaptım oldu” tarzında yaklaşmıyoruz, bu tuzağa düşmek bile tüketim çılgınlığının bize dayatması ve bu da politik. İçimize sinen, bizi heyecanlandıran, iyi ki yapmışız duygusu uyandıran hikâyeleri üretmenin peşindeyiz.

Arif M. Güney: Şu an yeni fikirler üzerine çalışıyoruz ve hiç bitmeyen bir arayış içerisindeyiz. Okuyoruz, tartışıyoruz, güncel meseleleri gözetmeye çalışıyoruz. Yeni oyunda nasıl bir şeyle karşılaşacağımız açıkçası bizim için de sürpriz olacak. Bunun yanı sıra tiyatro haricinde başka projelerimiz de olacak. Onlar üzerine de ayrı bir çalışma içerisindeyiz. Sinem’in de belirttiği gibi sadece yaptım oldu değil, aksine gerçek ve samimi hikâyeleri içtenlikle, maskeler olmadan tüm yaratıcılığımızla ortaya koymak istiyoruz.  

Oyuncular: Sinem Koşar

Yazar: Sinem Koşar

Yönetmen: Arif M. Güney

Velhasıl Tiyatro

Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation