Background

Haksız Tahrik: “Bu Bir Erkeklik Savunusudur”

Ebru Pektaş

Haksız tahrike konu olan kararları hukukla, yasayla açıklayamadıklarını belirten Eylem Ümit Atılgan, “Çok sık makarna pişirmek mesela, bunun için öldürmüş karısını ve haksız tahrik sayılmış. Çok sık banyo yapmak mesela, burada bir zihin haritası var, aldatıldığını düşünen erkekle empati yapan hukuk sistemi var. Benzer şekilde kapıyı geç açmak haksız tahrik olabiliyor” diyor. 

Söyleşi: Ebru Pektaş

Bir gece kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılan, kadını şiddetten korumaya dönük kalan yasal kazanımların da tehdit altında olduğu günümüz Türkiye’sinde, “kadına yönelik erkek şiddetiyle mücadele” biricik gündemimiz olmayı sürdürüyor. Erkek şiddetinin çeşitli boyutlarını çözmeye, anlamaya, tartışmaya da devam ediyoruz.

Toplumsal, kültürel, ideolojik koşullardan tarihsel dokuya, inatçı geleneklere ama tüm bunlarla birlikte yasalara, hukuka, devlet katında siyasal yapılara dek büyük bir alan karşımızdaki.

Girne Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Doç. Dr. Eylem Ümit Atılgan’ın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Haksız Tahrik -Bir Erkeklik Hakkı kitabı, bizi tam da bu konularda derin bir soruşturmaya davet ediyor. Biz de Kadın Vardiyası olarak, bu değerli kitabın tezini, sözünü, sesini yazarıyla söyleşerek büyütmek istedik.

On yıllara yayılan dava dosyalarından, sayısız mahkeme tutanağından, karar metninden, gazete haberinden yola çıkarak kadına yönelik erkek şiddetinin içinden belli bir örüntüyü ortaya çıkarıyorsunuz. Adı: haksız tahrik indirimi. 

Kitabınızı okurken, birbirini neredeyse kelime kelime tekrar eden savunma metinlerinden aynı iddia ortaya saçılıyor. Feministlerin adına “erkeklik indirimi” dediği, bu yaygınlıkta hukuka norm olarak giren bir “haksız tahrik” uygulamasından bahsediyoruz. 

Haksız tahrik indiriminde bir cinsiyet notu olmamasına rağmen adının “erkeklik indirimine” çıkmasıyla başlayalım. Kitabınızda da ifade ettiğiniz gibi belki de en başta bu “haksız tahriklerin” “gizli eril öznesini” tespit etmek, lambadan cini çıkarmak gerekiyor. Henüz kitabı da okumayanlar için de sormamız ufuk açıcı olacaktır, nedir bu “haksız tahrik olma” halleri erkeklerin? 

Erkekler içinde yaşadığımız ataerkil kültür gereği her şeyden tahrik oluyor. Bu kültür, hukuk kültüründe de karşılığını buluyor. Haksız tahrik aslında ceza hukukunda cinsiyet nötr bir düzenleme. Cinsiyetle ilgili hiçbir göndermesi yok bu düzenlemenin. Ama öylesine düzenlenmiş ki zaten kökeni de bir erkeklik savunmasına dayanıyor. Düzenlenme şekli erkekleri esas alınarak yapılmış. Erkekler gündelik hayatta nasıl imtiyazlı bir alan elde ettilerse kendilerine, nasıl her erkek biraz devlettir dediğimizde kastettiğimiz o iktidarı paylaşmalarıysa, mahkeme salonunda da bu iktidarın karşılığı haksız tahrik indirimi aslında.

Hukuk kültürü, erkeği bir temsilci olarak görüyor; kadının başında, onu denetleyen, kontrol eden, ataerkil düzenin bekçisi. Ataerkil düzeni bozan kadına, isyankâr LGBTİ+’lara karşı aynı tepkiyi vermesi bekleniyor erkeklerden. Bu bekçilik görevinin karşılığı var, gizli bir anlaşma var burada. Erkekler toplumda ataerkil düzenin taşıyıcısı, bekçisi, sürdürücüsü olarak görevlendirildikleri için, erkek örneğin eve geç gelen kadını “terbiye etmek” için şiddete başvurduğunda, yargı ona diyor ki, “Sana biraz indirimli ceza vereceğim çünkü seni tahrik etmiş bu hareketiyle” ya da pembe telefon kılıfı kullandığı için kadın şiddetle karşılaşabiliyor. Erkek diyor ki, “Kullanma dedim bunu, sana yakışmıyor dedim, bu yaşta olmaz dedim ama o beni dinlemedi.” Fail, “boşanmak istediğini söyledi” ya da “beni aldattı” gibi ifadeler kullandığında yargı bu iddianın peşine düşüyor ve duyumlar ispatlanmasa da haksız tahrik kabul ediliyor. 

“Bu bir erkeklik savunusudur”

Çünkü yola çıkışında bu var; yargı kararlarında, “Hiçbir Türk erkeğinin kaldıramayacağı şeyler” olarak fiilen erkeklik kitabına aykırı eylemler işaret ediliyor. Aslında hukuka aykırı bir eylemin haksız tahrikin konusu olması gerekirken ataerkiye aykırı eylem haksız ve tahrik edici olarak ele alınıyor. Ve bu öylesine bir Truva atı ki hukukun içine tüm önyargıları, tabuları, toplumsal değer yargılarını vb. birçok şeyi sokabiliyor. Ve bu değerler ayrımcı, ırkçı, cinsiyetçi, etnik, dinsel ya da cinsel ayrımcı olabiliyor. Oysa hukukun iddiası eşitliktir, hukukun vaadi adalettir. Buna rağmen hukuk bunu bırakıp geleneğin işlevini üstlenmektedir.

Haksız tahrike konu olan kararları hukukla açıklayamıyoruz, yasayla açıklayamıyoruz. Çok sık makarna pişirmek mesela, bunun için öldürmüş karısını ve bu haksız tahrik sayılmış. Çok sık banyo yapmak mesela, burada bir zihin haritası var, aldatıldığını düşünen erkekle empati yapan hukuk sistemi var. Benzer şekilde kapıyı geç açmak haksız tahrik olabiliyor. Hayır deniyor, bir erkek kapıda bekletilir mi? Bu bir erkeklik savunusudur.

Böyle böyle erkekliği savunan yargı, erkeğe de şunu söylüyor: “Sen durduk yere elini kana bulamadın, sen aslında imtiyazlarından faydalandığımız ve sürdürülmesinde hepimizin çıkarı olan ataerkinin muhafızı oldun, gel sana cezanın üçte ikisini indireyim.” Dahası buradaki indirim, “öldürülmeyi hak edenleri”(kadınları) işaretleyerek yapılıyor.

“Yasaya konan duygular, eril duygular, bu yüzden ‘gizli eril bir özne’ var burada”

Bir de şu var, eril şiddet failinin o anda gözünün kararmasını indirime esas alıyoruz. Burada aşırı hiddete kapılma var, şiddetli bir elemin etkisi altında olma var. Biz kadınlar, cinayet işlerken “o anda öfkeme yenildim”, “bana ne biçim kadınsın dedi”, “kontrolümü kaybetmişim, 27 kez bıçağı saplamışım” diyemiyoruz. “Ne biçim kadınsın” demek hakaret bile sayılmıyor içtihatta ama “ne biçim erkeksin” demek bir haksız tahrik sebebi. Burada bize yasak olan duygular indirime kriter oluyor. Bize toplum daha sakin olmayı, alttan almayı, öfkeyle kalkanı idare etmeyi, tartışma anında çocukları korumaya odaklanmayı kadınlık özellikleri olarak öğütlüyor. Toplumsal cinsiyet rollerinden bağımsız bir tepki vermemiz çok çok zor o anda. Gözümüz dönse de sonuçlarına ilişkin temkinlilik algımız yetiştirilirken içine alındığımız kültürde var. Kadınlara uygun görülen duygular, tavırlar anlayış gösterme, affetme ya da kışkırtmama vb. iken erkekler için bunlar kabul edilemeyecek duygu ve durumlar. Erkeklere yasak duygular olduğu mahkemelerce de teyit edilmiş durumda. “…bu sözler karşısında hiçbir Türk erkeğinin tepkisiz kalması beklenemez” cümlesini karara yazarken mahkeme aslında bu lafı duyup da tepkisiz kalanın erkekliğini de sorguluyor ve erkekliğin biraz da bu laflar karşısında hiddete kapılma ve şiddete başvurma anlamına geldiğini söylüyor.

Dolayısıyla haksız tahrikin yalnızca “erkeklere uygulanması” değil, “erkekliği savunanlara uygulanması” en büyük haksızlığı yaratıyor. Bu yüzden kızı erkeklerle gezdi diye makarnasına zehir koyan kadına da uygulanabiliyor! Tanga giyen transseksüel kadını öldürene ya da “bana pasif ilişki teklif etti” diyen erkeğe de uygulanıyor! Bu yüzden yasaya konan duygular, eril duygular, cinsiyet ifade etmeye bile gerek kalmaksızın böyle. Ben de bu yüzden bu müessesede “gizli eril bir özne” olduğunu ifade ediyorum.

Bir davada oldukça ilginçti. Kadın polis, beylik silahıyla eşini öldürdü ve ona uygulanmadı haksız tahrik indirimi. Hikâye şuydu: bir yemekte, arkadaşlarının da katıldığı bir yemekte erkek, eşi olan kadın polise, mesleğine, kadınlığına, kadınsı olmaması imalarıyla da hakarette bulunuyor. Yemekten sonra eve geldiklerinde tartışma sürüyor ve kadın, beylik silahıyla eşini vuruyor. Ancak yatak odasında içilen bir sigaradan dolayı, failin sakinleşmek için gerekli zamana sahip olduğu varsayılarak indirim uygulanmıyor.

Tüm bunlarda o kadar ayrı, o kadar çifte standart haline gelmiş uygulamayla karşılaşıyoruz ki başka örneklerde erkekler değil olay günü “sigara içme süresinde” öfke soğutmayı, haksız ve tahrik edici olduğu iddia edilen eylemden günler, haftalar sonra bile şiddete başvurduklarında haksız tahrik indirimi alabiliyorlar. “Bir erkek bin yıl geçse de aradan tahrik olması sürer” diyor yargı! Buradaki çifte standart aslında insan diye alınan o şablonun erkek olduğunu gösteriyor! Erkek özne var orada ve kadına uyarlanamaz!

Kitabınızın en çarpıcı yanlarından biri, yıllara yayılmış çeşitli dava dosyalarından süzülen, faillerle yapılan görüşmelerde oldukça belirgin hale gelen şey, “birbirinden öğrenen suçlular” toplamının varlığını göstermesi. 

Eril şiddet failinin “kaç yıl yatarım hesabı” yaptığı, şiddet sonrası yargılama aşamasında ilk ifadelerin değiştirildiği, bazı kod olmuş ifadelerin yeni savunmalarda yer aldığı bir durumla karşılaşıyoruz okudukça. “Cezasızlığı bilmek” şiddeti teşvik ediyor çıkarımı sanılanın da ötesinde iş görüyor olabilir mi? Daha nedensel bir daireye yerleştirilebilir mi cezasızlık ve suçlu erkek dayanışması?

Biz feminist kriminolojide, feminist hukuk teorisinde, son zamanlarda cezayı tartışıyoruz. Uluslararası literatürde bu çok gündemde olan bir tartışma. Burada derdimiz fazla ceza, daha ağır cezalar verilmesi değil ve zaten cezalar ağırlaşınca suç azalmıyor, böyle bir korelasyon yok. Cezanın caydırıcılığı ağırlığıyla ilgili değil, kuralı takip etmeye ve kişiye göre uygulamamaya bağlı. Ne var ki bu olmuyor. İltimaslar, imtiyazlar, istisnalar işte bu sebep sonuç ilişkisini ortadan kaldırıyor.

“Öldürülebilir kadınların listesini veriyor, eril hukuk kültürü erkeklere”

Çünkü buradaki mesaj, kime uygulanır kimine uygulanmaz değil, “öldürülebilir kadınları öldürün” mesajıdır. Özgecan’ı değil, Pınar Gültekin’i öldürün mesajıdır bu. Öldürülebilir kadınların listesini veriyor eril hukuk kültürü erkeklere.

“Öldürülebilir kadın”, yası bile tutulmayacak varlık olarak -Agamaben’in “çıplak insan” (homo sacer) kavramlaştırmasını hatırlayalım, Pınar Ecevitoğlu ve Nevin Yıldız’ın namus-töre cinayetlerinde başvurduğu bu kavram, haksız tahrik indirimi yapılan kadın cinayetlerinde çok net bir şekilde karşımıza çıkar. Pınar Gültekin kamuoyunda bir kalıba sokuldu, Özgecan’dan farklı olarak. Özgecan öğrenciydi, masumdu, “ona yapılmazdı”. Kimse o davada indirim olacak endişesine kapılmadı bile. Gültekin soruşturmasında ve dava sırasında üç farklı aşamada üç farklı hikâyeyle haksız tahrik indirimi talep edildi ve hiçbiri ispatlanmadı, iddia olarak kaldı. Gerekçesi belirsiz ve muğlak kalan bir haksız tahrik indirimi kaldı akıllarda, bu sırada kamuoyunda bir fikre ikna edilmek istendi. Pınar’ın hesabına o dönemde hayatında olan fail tarafından farklı aralıklarla yollanan küçük meblağlar konuşuldu vb. Günün sonunda Pınar’ın failinin indirimli ceza almasını kamuoyu yadırgamadı. Pınar, homo sacer ilan edildi.

Sonuçta buradaki cezasızlık örüntüsünün en korkunç tarafı makbul kadınla öldürülebilir kadın ayrımını yapmasıdır.

Beyaz tayt giymek, izin almadan eve terlik almak, eve ondan sonra girmek…Bu liste biz kadınlara çok acayip görünüyor. Tesadüfen yaşıyoruz sanki. Eril şiddet failleri, kahvede “boşanmak isteyen kadın öldürüldüğünde yatarı kaç bunun” biliyor. Bu, birbirlerine aktardıkları bir bilgi. O yüzden bu hesabı kolaylıkla yapabiliyorlar, kaç yıl kapalıda kaç yıl açıkta yatabileceklerini hesaplayabiliyorlar…

Faillerden birinin sözleri şuydu: “Öldürme hakkımı kullandım, yeni öğrendim böyle bir hakkım varmış.” Boşanma davası açan ve sığınma evinde kalan kadının çocuklarını görmeye geleceğini biliyor, orada pusu kurmuş. Takip ediyor, çocukların okul çıkışında yakalayarak öldürüyor ve öldürünce gayet rahat biçimde kendisini emniyetin kapısında çeken basına bu ifadeleri kullanıyor. Kadın hareketinin dava takibiyle, bol keseden haksız tahrik indirimlerine yönelen itirazlarıyla gerçek cezalar alınınca adamlar epey şaşırıyor, “Nasıl oldu bu, bu kadar yatmayacaktım, burada yanlışlık var?” diyorlar.

“Namusumu kirletti” yerine “erkekliğime laf etti”

Haksız tahrik indirimi uygulamalarının dolayısıyla hukuka sızan “hukuk dışının”, hukuk normlarına, onun iç lügatine ya da mantığına bakılarak anlaşılamayacağını çok çeşitli örneklerde ifade ediyorsunuz. Hatta tam da bu noktada kitabınızın temel tezi şekilleniyor: Özellikle “erkeklik çalışmaları” denilen alandan çeşitli kavram ve bağlamların, eril şiddetin ve hukuk-ceza alanındaki “haksız tahrik” gibi ana dinamiklerin anlaşılmasında temel olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu bağlantıyı biraz açabilir misiniz? 

Erkeklik çalışmalarına ve eril tahakküme beni götüren şey, aslında yine içtihatlardaki bir dönüşüm, kırılma idi. Töre ve namus cinayetleri üzerinden kadın hareketi tarafından verilen mücadele hukukta karşılık buldu ve kanunda değişiklik yapıldı. Şimdi artık namus cinayeti, töre cinayeti indirimi eskisi gibi veril(e)miyor. Tam da burada külah düştü kel göründü çünkü tüm bu kazanımlardan sonra mahkemelerin verdiği kararlara bakınca, artık “namusumu kirletti” değil, “ne biçim erkeksin” sözü öne çıkıyor. Nişanlısına ev tutamadığı için erkekliğinin sorgulandığını iddia eden adamın cinayeti var artık. Kafede buluşan nişanlılar erkeğin kiraladığını söylediği evi başkası tuttuğu için tartışıyor. Kadın, “Ne biçim bir erkeksin, bir evi bile kiralayamadın!” deyince herkesin içinde erkeklik gururu incinen erkek fail haksız tahrik indirimi alıyor.

Hâkimlerle failin ortaklığı

Kadının tahrik sınırını aşmaması gerektiğine dair zihinsel harita, kolektif şuurumuza kazınmış adeta, yani hepimizin zihninde var. “Keşke evde deseydi”, “keşke bu şekilde söylemeseydi”, “damarına basmamak lazım erkeğin” gibi sesler kafamızın içinde hep var. Bunların namusla töreyle ilgisi yok. Ya da bir erkeğin bir diğerini, “Yanağımdan makas aldı” diyerek öldürmesi ve tahrik indirimi alması gibi örneklerde de namus, töre değil konu. Bu yüzden ben “erkeklik incelemelerini” temel çerçeveye yerleştirdim, yargı kararlarında bu var.

Bir örnekte balkondan boynuz işareti yapanın öldürülmesi var mesela. Ben şeyi merak ettim hâkimlerin dünyası ile bu faillerin ortaklığı ne? Demek ki erkekler olarak korkunç diken üstüler, her an kükremeliler, performe etmeliler erkekliklerini.

“Elini kana bulamadan erkeklik imtiyazını yaşamak”

Bağlantılı bir soruyla devam etmek mümkün. Zira kitabınız bir taraftan da oldukça teorik yoğun bir kitap. Erkeklik incelemesi temel alındığı için burada “postyapısalcılık” başta olmak üzere belli teorik tercihler karşımıza çıkıyor; “hegemonik erkeklik”, “ataerkil pay” diyen Connell, cinsiyetin performatif kuruluşu diyen Butler, iktidar ilişkileri içinde, “libido dominandi” olarak eril tahakküm diyen Bourdieu, “patriarkal pazarlık” diyen Kandiyotti…Tüm bunlardan hareketle muazzam bir betimleme olanağı olduğunu kitabınızdan da görüyoruz. 

Burada, Connell’in“hegemonik erkeklik” kavramı, Bourdieu’nun “eril tahakküm” teorisi bana açıklayıcı geliyor. Yargı kararlarına bu kavramlarla bakınca anlamlı bir çerçeveye oturuyor.  Yol vermedi diye birbirini öldüren erkeklerin aldığı indirimi de açıklıyor, sevişme isteği reddedildi diye eşini öldüren erkeğin aldığı indirimi de. Hatta 60 yıl evli kalan adamın, “Senin erkekliğin kalmadı, artık yaşlandın,” diyen eşini öldürmesinde de aynı erkekliği görüyoruz.  “Bu benim ağrıma gitti,” diyen adamın indirim alması, bitmeyen bir erkelik savunusu yine. 

Burada hukukun aktörleri eril tahakkümün sürdürülmesi sürecine haksız tahrik fikriyle nasıl katılıyor? Hâkimler belki de böyle yaşamıyor ama algı olarak aynı yerdeler ve bu noktada Connell’in dediği gibi, “’Ellerini kana bulamadan imtiyazlardan faydalanıyorlar.” Tüm bunlar bahsettiğimiz kavramlarla oldukça bağlantılı. “Libido dominandi” bir kadın “Seni artık istemiyorum” dediğinde ya da o pazarlık masasını dağıttığında karşımıza çıkıyor. Tabii ortak çatı eril tahakkümdür.

Son bir soru: Binbir surat erkekliklerin, iktidar ilişkilerinin içinde “sınıf ekseni” gibi toplumu temelinden belirleyen ilişkileri nereye koyacağız? Diğer bir deyişle, burjuva sınıfından erkeklerin suçunu örtbas edebilme stratejilerini, suçunu hiç açığa çıkarmamayı başarabilmelerini, siyasi iktidarla olan çıkar bağının sağladığı devasa “cezasızlık haklarını” -içişleri bakanının taraf olduğu davalar- aynı “hegemonik erkeklik” torbasına mı koyacağız?

Sınıfsal bir ortaklık ya da farklılığı açıkçası çok aradım, dava dosyalarını elerken vs. En başından niyetliydim ama anlamlı hiçbir şey çıkmadı. Hatta, Google Earth’ten adreslerin gecekondu vs olup olmadığına, faillerin kişisel bilgilerine sosyoekonomik açıdan bakmaya çalıştım. Bunu ilk kez size söylüyorum. Ama anlamlı bir bağlantı bulmadım. Bir bağlantı illaki olmalıydı, metodoloji tanrısının bizden istediği nedenselliği bulamadım ama…

Buna rağmen şunu söylemeliyim, şiddet ve erkeklik ilişkisinde yapısal çok şey var. Şiddetin alt sınıf erkelere ait olduğu fikri egemen bir senaryo. Üst sınıf erkekler belki 17 kere bıçaklamıyor ama psikolojik, ekonomik şiddet daha belirgin. Faillerle yapılan rehabilitasyon çalışmalarında, şiddetin aşırı biçimlerinin kendilerine uygun olmadığı, “bana yakışmaz” fikri var. İşte sınıfsal fark şiddetin türünde yaşanıyor. O sınıfa özgü erkeklik var, başkalarının önünde şiddeti göstermiyor. “Geçmişte kaburga kırılmazdı erkek eşine bir tokat atardı,” diye serzenişte bulunan “yetkililer” biraz böyle.

Son demiştik ama tam burada bir soru daha sormak istiyorum. Acaba bu sınıfsallığı farklı sınıftan erkeklerin arasında değil de fail erkeklerle kadınların karşılaşması açısından düşünebilir miyiz? Örneğin plazadan atılan, şeymiş gibi, çöpmüş gibi atılan kadınlar, burada tam bir sınıfsal karşılaşma var gibi…Belki kendi ilişkilerinde daha “eşitlikçi” olanların, iş aramaya gelen kadına sınıfsal ve bambaşka bir erkekçe büyüklenmeyle bakışı…

Çok güzel… “Plazadan atılan kadınları” bir sonraki baskıda sizden ilhamla çalışalım. Böyle bir kategoriyi hiç düşünmedim ama doğru, alt sınıftan gelen kızlarla zengin aile çocuğu failin arasında bir sınıfsal karşılaşma var. Çok doğru bir bağlam bu. Belki de onu kendisi için harcanabilir görme durumu var. Sıkıysa babasının ortağının kızına mesela o muameleyi yapsın bakalım. Bu plazadan atılan kızlara, bu tip cinayetlere bir de bu gözle bakmak gerek. Ben daha çok failin sınıfsal profili açısından düşünmüştüm. Mağdurun sınıfı üzerinden de bir analiz yapılabilir. Şule Çet örneğinde, yoksul kızlar iş arıyor, iş görüşmesine gidiyor, maaşını almaya gidiyor vs. Plazada ya da malikânedeki, “yoksul, mağdur-zengin, fail” cinayet mahali eril hukuk kültürü tarafından nasıl algılanıyor? Bu önemli bir soru.

Toplumdaki karşılığını düşünürsek, toplum bu öldürmelere biraz su testisi su yolunda kırılır diye bakıyor. “Öldürülebilir kadın” oluyorlar. Ama bu cinayetlerin sayısı artacak, plazadan düştü, intihar etti cinayetleri. Sınıfsal fark adalet arayan insanlar için büyük bir engel oluyor. Şule Çet, Pınar Gültekin davalarında bu sınıfsal farklar çok belirgin. “Sen kızına para yolluyor muydun, sen kızına sahip çıksaydın” gibi mağdur ailelerine karşı çıkışlar, sorular mahkeme salonlarında çok oldu. Hatta bu profildeki mağdurlar için bazı hâkimlerin, “zengin koca avcısı” gibi yargıları karar metinlerinde açığa çıkabiliyor. Hâkimlerin kadın cinayetlerinde sınıfsal algısı var mıdır? Plazadan atılan kadınların dava dosyalarını derleyerek sınıfsal karşılaşma kategorisi altında çalışabiliriz, beraber. Ne dersiniz?

Umarım Eylem hocam, çok önemli bir başlık olduğu kesin. Çok teşekkür ederiz.

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation