Söyleşi Gül Büyükbeşe 9 Kasım 2024
Hızla bozulmuş ve haber almanın olanaksızlaştığı ülke basınının kirinden pasından uzak kalmayı seçmiş ve ısrarla hakikatin peşinden koşan gazeteciler var ne iyi ki… Biraz da onlar sayesinde 21. yüzyılda kurulan köle pazarlarını, bu pazarlarda satılan Ezidi kadınları, küçük yaşta Kuran kursuna kapatılan çocukları, Türkiye otoyollarından giden ve dönen Selefi militanları, Türkiye sınırlarında aslında neler olup bittiğini, el sıkışıp ekrana sırıtan önemli zatların hangi kamu arazilerine ne yolla çöktüğünü, aynı zatların hangi bankaların kasalarını boşalttığını, hızla mafyalaşan ülkeyi, toplumsal çürümeyi ve daha nicelerini öğreniyoruz. Öğrendiklerimiz bir yandan bizi dehşete salarken bir yandan da öfkemizi ve mücadele azmimizi körüklüyor. Bu yazılarla insan kalmayı seçmek arasında bir bağlantı olmalı…
Hale Gönültaş da insan kalmayı seçen bu gazetecilerden. Ona kulak verelim.
Canım Hale, ben seni tanıyor, geçtiğin patikaları ve dar yolları biliyorum, ama tanımayanlar için, kendinden biraz bahseder misin? Bu hayli çalkantılı yolu ve mesleği neden seçtin mesela ve neler oldu bugünlere gelene dek? Yani seni meslektaşlarından hayli farklı kılan habercilik anlayışına erişene kadar?
Kitap okumayı hep çok sevdim ben. Çocukken de çok okurdum. Yalnız da bir çocuktum, dünyam kitaplarla genişlerdi. İnsan hikâyelerine, kitaplardaki kahramanların hikâyelerine çok meraklıydım. Gazeteciliği tercih etmemin arka planında insan ve hikâyesi ile ilgili olmamın payı var sanırım. Cumhuriyet gazetesinde stajyer olarak işe başladığımda kitap tanıtımları yazıyordum. Kadrolu olarak ilk kez Evrensel gazetesinde işe başladım. Sanırım 1994-95 yıllarıydı… Sonra da devam ettim.
Türkiye tarihinin en zor dönemlerinden biri o yıllar. Savaşın, faili meçhullerin çok arttığı karanlık zamanlar. Mesleğe Evrensel gibi politik iddiası olan, söylediğini net bir biçimde ifade eden bir gazetede başlamak da hayli öğretici olmuştur eminim.
“Metin Göktepe’nin yazdığı haberler hak odaklı gazeteciliğin en önemli örneklerindendir. Onun önce haberleri, sonra katledilmesi benim mesleği yapış biçimimde çok belirleyici oldu”
“Muhabir yoksa haber de yoktur”
Evrensel gazetesinin Ankara bürosunda çalışmaya başladıktan yaklaşık bir yıl sonra Metin Göktepe öldürüldü. Metin’in haberleri sık sık gazetede manşet olurdu. Hak ihlallerini yazardı. Çok cesurdu. O dönem Evrensel Ankara Büro temsilcisi Zafer Gedik’ti. Zafer Abi “muhabir yoksa, haber de yoktur” diyerek bize önce kendi güvenliğimizi sağlamanın önemini anlatırdı. Aslında bu cümle sanki Metin’e söylenmiş gibiydi, çünkü hep en öndeydi Metin. Onun yazdığı haberler hak odaklı gazeteciliğin en önemli örneklerindendir. Öldürülmesi beni çok ama çok etkiledi. Kısacası Metin’in önce haberleri, sonra katledilmesi benim mesleği yapış biçimimde çok belirleyici oldu.
Senin için hak odaklı gazetecilik o zaman mı başladı?
Mesleğin başında çalıştığım kurumlar çoğunlukla hak odaklı habercilik yapan kurumlardı. Dediğim gibi insan hikâyeleri ve insan hikâyelerinin en ince ayrıntılarına kadar açığa çıkartılması benim için kıymetliydi. Hikâye anlatıcılığı gazetecilikte çok önemseniyordu ve bunu daha ziyade kadın muhabirlerin yapması bekleniyordu. Bir diğer deyişle hikâyenin “kadın gözünden” aktarılması tercih edilen bir şeydi. Üstelik kadın muhabirler sayıca daha azdı o dönem. Bu durum bana izleyeceğim yolu da öğretti bir bakıma.
Evrensel’den Akşam gazetesine daha sonra da Sabah gazetesine geçtim. O dönem Sabah Dinç Bilgin’indi ve gazete merkez medyanın önemli gazetelerinden biriydi. 90’ların sonu. Zafer Mutlu gazetenin genel yayın yönetmeniydi ve savaş muhabirliğini bir kadının yapmasını istiyordu.
“Kurşun atanın da, kurşun yiyenin de şerefli” olduğu yıllar. Ve tabii TSK’nın siyaset üzerinde çok ama çok söz sahibi olduğu bir dönem.
İşte ben de görece genç bir muhabir olarak tam da o yıllarda TSK’yı izlemeye başladım. Açık söylemek gerekirse, önce akredite etmek istemediler. Muhtemelen o zorlu koşullarda bir kadının başarılı olamayacağını düşünüyorlardı. Ama sonra kabul ettiler.
“Tatbikatta eğer helikoptere bir kadın binerse pilot helikopteri ters çevirir. O erkek dünyasında kadının tepkisini ölçmek, onu zor duruma düşürmek için”
TSK’da mesela bir tatbikata giderken, eğer helikoptere bir kadın binerse pilot helikopteri ters çevirir. O erkek dünyasında kadının tepkisini ölçmek, onu zor duruma düşürmek için… Bu tabii ki bana da yapıldı ama midem bulanmadı benim. Çünkü bu numarayı öğrenmiştim ve her şeyin önlemini alıyordum.
Meslekte eskiyince, daha rahat konuşuyorsunuz, şimdi rahatlıkla söyleyebilirim. Çok uzun yıllar boyunca zorlu görevlerde, tatbikatlarda, bölgede ve Ortadoğu’da çalıştım. Ve çalışırken zorlanmamak, haberi atlamamak ya da haber için gittiğim riskli bölgelerde haberi çıkartmak için bir erkek meslektaşın da yaşayacağı, alacağı riski aldım ve “kadın başına burada ne işin var” diyen asker, milis, yerel halktan gruplarla karşılaştım. O dönemlerde sahada zorlu koşullarda fiziksel olarak zorlanmamak için menstrüasyon periyodlarını ilaçla kestim. O dönemde doğrunun bu olduğunu sanıyordum. Ve tabii bu ilerleyen yaşlarda ciddi bir sağlık sorunu olarak karşıma çıktı. Şimdiki aklım olsa yapmazdım.
Aynı işi bugün yapsan başka neler farklı olurdu?
Benzer sahalarda hâlâ haber yapıyorum zaten ama artık daha rahatım. 50 yaşımı geçtim. Bir de şu var, benim yaşlarımdaki erkek meslektaşlar sahada değiller artık. Meslekte eski olduğum için de, alandaki genç meslektaşlar saygı göstererek çalışıyorlar.
Galiba gençken, erkekleşerek var olabileceğimizi sanıyoruz.
“Cinsiyetimi görmeyin”
Sadece o da değil. O ortamlarda çalışırken kadınlığınızı kapatıyorsunuz, bol giysiler giyiyor, saçınızı sıkı sıkı bağlıyorsunuz. Bunların hepsi “benim cinsiyetimi görmeyin” demek aslında. Ben hep o mesajı vermeye çalıştım. Sadece bölgede çalışırken değil, Ankara’daki bir haberde de keza.
Hep ağır hikâyeler anlatıyorum. Biraz gülümseten bir hikâye anlatayım. 2001 ekonomik krizinde Sabah-ATV haber merkezinde muhabirdim. Ankara haber merkezi haber müdürü Semra Çetin ve rahmetli Bilal Çetin ekonomik krizden etkilenen meslek gruplarının yaşadığı zorlukları ve ayakta kalma mücadelelerini bireysel örnekler üzerinden anlatmak istedi ve bir görev dağılımı yaptı. Bana da müzik sektörü verildi. Ben de biraz araştırdım, sendikalardan destek aldım. Müzik öğretmenlerinin, geceleri müzikhol ve pavyonlarda çalışarak ek kazanç elde ettiğini öğrendim. Hayatta kalmak için çabalayan insanlar. Gün içinde pavyonun sahibinden izin aldık. Gece 24.00 sıralarında foto muhabiri arkadaşımla haberi yapacağımız pavyona gittik. Standart bol uzun tişört, bol pantolon, spor ayakkabı ve saçlarım tek örgü. Söyleşi yapacağımız öğretmenin programı gece üç civarında bitecekti. Üç saat boyunca kenarda bir masada çay içerek oturduk. Fakat ilerleyen saatlerde yan masalardan küfürlü sataşmalar oldu. Sakince eğilip, kendi masalarında eğlenmelerini, iş için orada olduğumu söyledim. “Eğlenmenize bakın” dedim nazik bir dille. Fakat bir kadının haber için gecenin üçünde pavyonda olacağına inanamadılar bir türlü.
Aslında şunu anlatmak istiyorum. Gazetecilikte cinsiyet ayrımı yoktur. Sahada da çalışırım, pavyonda da; yeri gelir işçilerin gece eyleminde, yeni gelir bölgede, Ortadoğu’da, çatışmalı ortamlarda… Haber neredeyse gazeteci oradadır. Pavyondaki habere geri dönersem, o gün müzik öğretmeninin programı bittikten sonra söyleşiyi yaptık. Hikâyesini anlattı. Ve kurduğu bir cümle ertesi gün manşetteydi: “Mezun ettiğim bir öğrenci geldi geçenlerde pavyona, cebime harçlık koydu. Hayatımın en ağır anıydı.”
Kadınlar önce ataerkinin kuralları içinde oynamayı öğreniyorlar. Öğrenerek de büyüyoruz aslında ve değişiyoruz elbette… Ataerkiye direnmek ancak ondan sonra geliştirdiğimiz bir tavır olabiliyor. “Bugün artık kendim gibi olmayı tercih ediyorum” demen bu anlamda çok önemli geliyor bana.
TSK muhabiri olarak çalışırken Türkiye’de neden kadın general yok, sorusunun peşinden gitmiştim. Her askeri şura öncesinde, şura listesine girebilecek kadın kurmay albayları saptıyor ve sonrasında ısrarla takip ediyordum. Sabah gazetesinde kimi zaman manşet de oluyordu bu haberler. Hatta o dönemde Genelkurmay 2. Başkanı olan Yaşar Büyükanıt, bir resepsiyonda bana halihazırda ortamın uygun olmadığını, zamanı geldiğinde kadın albayları general yapacaklarını söyleyip güleç bir ifadeyle “Artık bi dur Hale” demişti. Aradan neredeyse 23 yıl geçti. Henüz geçen sene bir kadın generalimiz olabildi. Demek ki zamanı ancak gelmiş!
2011 sonrası: Göç ve mülteciler
TSK muhabirliği günlerinden bu yana neredeyse hep kadınları konu alan işler yaptın. Daha ziyade de savaştaki kadınları anlatıyorsun bizlere. Göçmen kadınlar, Ezidi kadınlar, ayrı bir bahis olarak IŞİD’li kadınlar ve elbette çocuklar. Çok uzun süre Türkiye’nin doğu ve güneydoğu sınırlarında çalıştığını biliyorum. Orada çok şey gördüğünü, çok şey yaşadığını da… Ne oluyor o sınırlarda, kadınlar ne yaşıyorlar? Barış döneminde yaşamak yeteri kadar zorken, savaş başladığında çatışmalı bölgelerden kaçmak ve yurdunu terk etmek zorunda kalan bir kadının başına ne geliyor? Ya da bir kız çocuğunun?
Önce şunu söylemeliyim, Ortadoğu’da işlerin iyice karıştığı yıllara kadar ben o bölgede zaten habercilik yapıyordum ve Ortadoğu, Kürt meselesi, radikal örgütlenmeler üzerine yoğunlaşmıştım. O zaman da belli bir hikâyenin peşinde bölgeye gidiyordum; Irak’ta, Lübnan’da, Afganistan’da çalıştım. Sahada çalışmaya çok alışkındım. O çalışma nasıl olur, hangi bölgeye gidince hangi haberi yapmak gerekir, kadınların durumu nedir gibi meselelere hâkim ve deneyimli bir muhabirdim. 2011’de de Suriye İç Savaşı başladıktan sonra göçü takip etmeye başladım. Benim yöntemim her zaman şöyle oldu; bölgeye giderim, bölgeden haber geçerim ve sonra yerel halkla birlikte göç yoluna çıkarım ve onlarla sınıra gelirim.
2011’den sonra çok yoğun bir göç vardı. Ben de o arada işsiz kalmışım, ekonomik olarak zor durumdayım, sigortam yok, serbest gazeteci olarak çalışıyorum. Yabancı haber ajansları için bölgeye gittiğimde bir aya yakın veya daha fazla kalıyordum, sonra geri dönüp haberi yazıyordum. Böyle zor bir döngünün içine girmiştim; hem aslında işsizdim hem de süreç çok yıpratıcıydı. Bir yandan da her şey o kadar hızlı olup bitiyordu ki, hemen geri dönmek ve hiçbir şeyi kaçırmamak istiyordum. Tabii bölgede yaşananlar bir şekilde büyük kentlere de sirayet ediyor. Dolayısıyla eve döndüğüm zaman da Ankara ve çevre illerde mülteci haberciliği yapıyordum.
“Çoğu mülteci güvenlik kaygılarıyla üzerinde kimlik ve nakit para taşımaz. Eğer sınırı geçmeyi başarabilirsen, kimliksiz bir şekilde, adeta bir hayalet gibi başka bir ülkenin toprağında kalıverirsin”
Aslında sınır haberciliği bambaşka bir uzmanlıktır, bunu söylemek gerek. Mülteci açısından durumu hayal etsene… Sınırı geçene kadar çok kaygılı bir bekleyiş içindedir mülteciler. Çünkü sınır çok tekinsiz bir yer. Çoğu mülteci güvenlik kaygılarıyla üzerinde kimlik ve nakit para taşımaz. Dolayısıyla eğer sınırı geçmeyi başarabilirsen, kimliksiz bir şekilde, adeta bir hayalet gibi başka bir ülkenin toprağında kalıverirsin. Durum böyle olunca, sınır geçişlerinde hem sınır ekonomisini ve hem de mültecilerin kaygılı ruh halini, sınırı geçmek için uyguladıkları yöntemleri takip etmek ve bunu aktarabilmek sınır haberciliğinin bir parçası, önemli bir yüzü.
İnsan kaçakçısı “iyilik” yaptığına inanır
Sınır ekonomisi dediğim kaçakçılık mekanizması aslında. Tabii sadece kaçakçılar değil, sınır güvenliğini sağlamaktan sorumlu gruplar da bu tabloya dahil olabiliyor. Burada kaçakçılara ulaşmak da işin çok önemli bir boyutu. Bir not düşeyim; insan kaçakçılarının hemen hepsi kendilerinin “iyilik” yaptığını söyler. Göçmenlere yardım ettiklerine, onların yeni bir hayat kurmalarına yardım ettiklerine samimiyetle inanırlar. Böyle bir iç rahatlığı içindedirler. Ama mesela sınırı geçtikten sonra hasta olan bir çocuğa bir bardak sütü parayla satar bu “iyi” insanlar. Ya da göçmen kadınlara cinsel istismarda bulunurlar. Ama bütün bunlara rağmen kendilerini “mutlak iyilik timsali” olarak görmek gibi bir durumları vardır. Başlarda beni hayli şaşırtan bu duruma sonra alıştım çünkü hangi kaçakçı ile konuşsam hepsi aynı psikolojiye sahipti.
Göçmenler bütün kimliklerinden soyunarak, sahip oldukları her şeyi geride bırakarak buraya geldiler. Bundan sonrası nasıl bir hikâye?
“Mülteciler sınırın her iki yanında da şok evleri adı verilen evlerde tutuluyorlardı”
Suriyeliler için açık kapı politikası uygulanırken, Suriyeliler geldiler, kayıtlarını yaptırdılar ve burada yaşamlarını bir şekilde devam ettirdiler. Keza Iraklılar da, onlara farklı bir statü tanınmasına rağmen, buradaki hayatlarına başlayabildiler. Elbette burada şiddetle yüz yüzeydiler; hem kendi ailelerinden gördükleri hem de Türkiye’de karşı karşıya kaldıkları ekonomik, psikolojik ve cinsel şiddetle. Sahada çalışırken bunları sürekli haberleştirdim. Suriyeliler ve Iraklılar için de çok acılı hikâyeler anlatabilirim ama İran sınırındaki kaçak geçişler çok daha riskli, çok daha zor. Misal bu mülteciler sınırın her iki yanında da şok evleri adı verilen evlerde tutuluyorlardı.
Şok evi ne demek, adı neden böyle?
Bunu kaçakçılara ben de sordum. Hazırladığım dosyalarda da yine kaçakçıların anlatımı ile bu konuya yer verdim. Söyledikleri şuydu: “Sınıra gelenler güllük gülistanlık bir evde kalacaklarını düşünüyorlar ama durum elbette öyle değil. Bundan sonra karşılaşacakları koşulları anlasınlar diye konakladıkları evlere şok evi diyoruz.” Mülteciler böylece kendilerini hazırlamış oluyorlarmış! Nitekim böyle pek çok şok evi gördüm, küçük bir odada en az otuz-kırk kişi kalıyor, uyuyor, yemeğini yiyor, çocukları ile ilgileniyor ve sınırı geçeceği günü bekliyor. Haliyle hiç hijyenik olmayan bir ortam. Türkiye’ye geçtikten sonra da ilk kaldıkları yer bir şok evi. Bu bazen kesif dışkı kokusunun hissedilebildiği bir ahır bile olabiliyor.
Göç yolunda en kırılgan kesim yalnız kadınlar
Bütün bu göç hikâyeleri içinde çatışmalarda kocalarını kaybetmiş kadınlar ve çocuklar en riskli grupta olanlar. Hem Suriye hem de İran tarafından yani Afganistan’dan gelen mülteci kadınlar için geçerli bu. Kadının kocası yoksa, kafile içindeki diğer kişiler yalnız kadına destek olmaya çalışıyor ama bu öyle bir psikoloji ki, herkes önce kendisini kurtarmak peşinde. En yakın arkadaşı, kardeşi bile olsa, önce ben diyor o durumdaki insan. Göç yolundaki yalnız kadın en kırılgan olan yani, bu kesin.
“Çocuk uyuduğunda anne acaba çocuğu öldü mü diye gözyaşı döküyor. Dehşet içinde çocuğu uyandırmaya çalışıyor ama çocuk eğer ölmediyse ve ağlarsa, bu kez de yakalanacaklar diye kaygı içerisinde oluyor”
Bir de özellikle anlatmak istediğim bir şey var; sınır geçişi öncesinde kaçakçılar çocuklara muhakkak uyku hapı içiriyor. Çocuklar ağlamasın diye alınan bir önlem bu. Bunun dozunu ayarlamak hiç kimsenin bildiği bir şey değil haliyle. Üç aylık çocuğun da sütünün içine konuluyor ilaç, beş yaşındaki çocuğa da veriliyor. Gerekli miligramı kim ne bilsin! Kadınların kaygılarını en çok anladığım başlıklardan biri buydu. Çocuk uyuduğunda anne acaba çocuğu öldü mü diye gözyaşı döküyor. Dehşet içinde çocuğu uyandırmaya çalışıyor ama çocuk eğer ölmediyse ve ağlarsa, bu kez de yakalanacaklar diye kaygı içerisinde oluyor. Böyle insanlık dışı bir durum var yani!
Kayıp kadınlar nerede?
Tabii bu kadınlar, özellikle yalnız olanlar her an cinsel saldırıya uğrayabiliyorlar. Maalesef çok sayıda böyle örnek gördüm, hikâyelerini yazdım. Bu kadınların bazıları da kaçakçıların köylerinde kalıyor. Sınırı geçmiş, kocası yok, belki çocukları var, başka bir şehre varsa tanıdıklarının yanına gidecek. Kaçakçı, kadına yolda başına bir sürü şey gelebileceğini söyleyerek kendi köyünde kalmasını ve ikinci karısı olmasını söylüyor. Kimi kadınlar kaçakçı ile kalıyor gerçekten de.
Ne oluyor peki kaçakçının köyünde kalmayı kabul eden kadınlara? Sonradan haber alınabiliyor mu onlardan?
Köylüler ya da göçmenlerle ilgili STK’ların bana söylediği bu kadınların çoğundan sonra haber alınamadığı idi. Tabii bu kadınların hiçbir kaydı yok. Sınırı geçmiş, diyelim ki Ağrı’nın ya da Van’ın herhangi bir ilçesinin, herhangi bir köyünde. Kadın orada belki intihar ediyor, belki öldürülüyor. Aileleri bu kadınlara ulaşmaya çalıştıklarında hiçbir sonuç alamıyorlar. Bunu çok sık dile getirdim haberlerimde; kaçakçıların köylerinde yerleşip kalan ve aileleri tarafından bulunamayan bu kadınlar nerede? Öldürüp gömdülerse, o zaman köydedir. Üstelik bundan jandarmanın haberinin olmaması imkânsız. İşte bunlar hep meçhul kalıyor.
Peki çocuklara ne oluyor? Bu kadınların ya da bir şekilde yaşamayı başarmış diğer kadınların çocukları?
Maalesef onlara dair de bir bilgi yok. Bazen para karşılığı evlatlık olarak verilen ya da verildiği söylenen çocuklar oluyor. Fakat açıkçası onların izini ben de süremedim. Bunlar jandarmanın alanına giren konular. Köyde mesela Afgan bir mülteci kadının çocuklarıyla yaşadığına dair nasıl bilgisi olmaz jandarmanın? Bu da tabii bir soru işareti.
Küçük kız çocuklarının gelin olarak alındıklarını yazdığını da gayet net anımsıyorum.
“Sınır kasabalarında yaşayan ama Anadolu’nun herhangi bir yerinden de oraya gelen erkekler, göçmen kız çocuklarını ya ilk evliliklerini yapmak üzere ya da ikinci eş olarak istiyorlar. Kaçakçıların elinde bu iş için özel olarak hazırlanmış kataloglar var”
Katalogdan kadın siparişi!
Suriye sınırında çalışırken, bir dönem sınırın Suriye tarafındaki köylerde, kasabalarda bulundum. Orada bulunan ve ekonomik olarak zor durumda bulunan ailelerin bir kısmı, çocuklarının Türkiye’ye gelmesini bir çıkış noktası olarak görüyor. Hem bir boğaz eksilir diye düşünüyorlar hem de çocukları TC vatandaşlığına geçerse hayatı kurtulur diye görüyorlar. Hal bu olunca, çoğunlukla sınır kasabalarında yaşayan ama Anadolu’nun herhangi bir yerinden de oraya gelen erkekler, bu kızları ya ilk evliliklerini yapmak üzere ya da ikinci eş olarak istiyorlar. Kaçakçıların elinde bu iş için özel olarak hazırlanmış kataloglar var.
Katalog? Nasıl kataloglar bunlar?
Kızların fotoğrafları var. Altında da açıklamaları; ismi şu, yaşı bu, mavi gözlü, sarı saçlı, ailesi şu kadar para istiyor. Erkekler de bu resimlere bakıp sipariş veriyorlar.
IŞİD’in köle pazarlarının basılı versiyonu adeta…
Evet. Kaçakçılar da, kızlara talip olan erkekler de bunu gönül rahatlığıyla yapıyorlar, çünkü bu kızların ailelerinin rızası olduğunu düşünüyorlar. Varlıklı erkek parayı kaçakçıya veriyor, Türkiye’deki kaçakçı Suriye’deki kaçakçı ile paranın bir kısmını bölüşüyor, kalan miktar aileye gönderiliyor. Para transferi sonlanınca kız çocuğu önce evinden sınıra ve Türkiye’ye geçtikten sonra da adamın yaşadığı yere ulaştırılıyor. Şimdilerde sınır güvenliğine ilişkin önlemler artırıldı ama hâlâ geçiş olduğunu söyleyebiliriz. Gece geçişler görece kolay oluyor, kaçakçılar o saatleri tercih ediyorlar. Yani anlattığım sistem hâlâ devam ediyor.
Oralarda çalışırken şuna tanık oldum örneğin: Reyhanlı’da bir köyde yaşayan çok varlıklı bir ağa Suriye’den genç bir kız getirtmiş. Kıza çok da altın takmış. Fakat kız altınlarla birlikte kaçmış, çünkü meğer bir sevdiği varmış. O şato gibi evde yaşayan adam kızı bırakmış, altınların peşinde koşturuyordu.
Kıza ne oldu sonra, biliyor musun? Adam kızı bulsa ne yapar?
Kızın bulunup bulunmadığını bilmiyorum ama bulunması durumunda jandarma tarafından altınları alarak kaçtığı için suçlanacaktır. Ama zengin adam hiçbir şekilde suçlanmaz.
Köle pazarında Ezidi çocuklar
Mağdur olan zengin erkek yani! Bitmek bilmeyen ve her yeni koşulda başka bir maskeye bürünen kadın sömürüsünden, şiddetten bahsetmişken Ezidilerin yaşadıklarına gelelim. Ezidiler tarihte 72 kez katliama uğramışlar. 2014’teki Şengal katliamını ise “73. Ferman” olarak adlandırıyorlar. Soykırım olarak da tanımlanmış çok büyük bir kıyımdan bahsediyoruz. Elbette orada da olan kadınlara oldu en çok. Kaçırılıyor, tecavüze uğruyor, esir pazarlarında satılıyor Ezidi kadınlar. 21. yüzyılda hâlâ varlığını sürdüren köle pazarlarında satılıyorlar. Sen Ezidi kadınlarla ilgili de çok haber yaptın. Bütün bu süreci, kıyımdan sağ kalabilen Ezidi aileleri dark web’de kızlarını aramaya götüren bu kahrolası süreci sormak istiyorum sana. Tabii bir yandan da IŞİD’li militanların tecavüzlerinden hamile kaldıkları için aileleri tarafından istenmeyen kadınlar ve çocuklar olduğunu da biliyoruz. Bu sürece tanıklık etmiş bir kişi, bir gazeteci, bir kadın olarak yaşananları bize nasıl anlatırsın?
“Ezidi kadınlar ve çocuklar 2014 yılında önce Irak’ta, sonra Suriye’de köle pazarlarında satışa çıkartıldılar. O tarihten itibaren kadınların Körfez ülkelerine satıldıklarını da duyduk”
2014 yılında ağırlıklı olarak Irak’ta çalışırken IŞİD hem Irak’ta hem de Suriye’de katliamlar yapıyordu. Henüz toprak genişletme çabası içindeydi ve saldırılar düzenliyordu. 2014 Şengal katliamı, Şengal ve köylerine gece yapılan köy baskını ile başlıyor, bunu biliyoruz. Aslında IŞİD’in Ezidi yerleşimlerine saldıracağı biliniyor, bir sır değil. Fakat orada kimi siyasi hesaplar da var maalesef. Peşmerge’nin Ezidileri koruması da söz konusu değil. Dolayısıyla o katliam göz göre göre yaşanıyor.
IŞİD kendi inancı gereği Ezidileri ikinci sınıf olarak görüyor. O inanç sistemi içerisinde kadınlar ve çocuklar da ganimet olarak görülüyor. Bölgede çalışırken IŞİD’in bu kadın ve çocukları ganimet olarak aldığını biliyor, görüyorsunuz zaten. IŞİD militanları yaşlı kadınları öldürüp özellikle genç kadınları ganimet olarak alıyorlar ve üzerinde de her türlü hakka sahip olduklarına inanıyorlar. Bu kadınlar ve çocuklar 2014 yılında önce Irak’ta, sonra Suriye’de bildiğiniz köle pazarlarında satışa çıkartıldılar. O tarihten itibaren kadınların Körfez ülkelerine satıldıklarını da duyduk. Bu kadınlar Suriye, Irak ve sonraları Türkiye gibi birden fazla ülkede sürekli olarak cinsel istismara uğradılar.
Bu kadınların bir bölümünün yolu Türkiye’ye düştü. Nasıl oldu bu?
Ezidi kadınların Türkiye’ye getirilmeleri özellikle 2017 sonrasına denk düşer. Çünkü Türkiye IŞİD’in dağılma sürecinde örgüt militanları için sığınak ülke haline geldi. IŞİD’liler yanlarındaki kadın ve çocuklarla Türkiye sınırlarından rahatça geçtiler, burada kendilerine yeni bir yaşam kurdular. Hatta yalan beyanlarla kimlik de aldılar.
Bu IŞİD’liler arasında farklı tabiiyetten olanlar olduğu gibi Türkiyeliler de var tabii. Yabancı olanlar ise nasıl Suriye’ye giderken Türkiye topraklarından geçtilerse, dönmek için de bu topraklara geldiler.
IŞİD’liler Türkiye’de
Evet, nasıl gittilerse öyle dönüyorlar. Ya da dönemeyip Türkiye’de kalıyorlar. Bir farkla, bu kez yanlarında Ezidi kadınlar ve onlara tecavüzlerinden dünyaya gelmiş çocuklar da var. Bu bilgiler sahada gördüğümüz ya da dinlediğimiz hikâyeler değil. Bunların hepsi Türkiye Cumhuriyeti savcılarının hazırladığı iddianamelerde yer alıyor. Bu kadınlar arasında yaşlananlar, çeşitli hastalıkları çıkanlar oldu. Mesela benim izlediğim vakalardan birinde ciddi derecede kanaması olan, çok zayıflamış bir kadının sonradan kanser olduğu ortaya çıktı ama buna rağmen satışa çıkartıldı. Neyse ki sonradan Avustralya’daki ailesi ile ilişki kuruldu da, ailesinin para ödemesi sonucunda güvenli aracılar vasıtasıyla akrabalarına teslim edildi.
“Duhok’ta faaliyet gösteren uluslararası gruplar kayıpların izini sürüyor. Kimi aileler çok ciddi meblağda paralar ödüyorlar çocuklarını bulmak için; çok zor, çok yıpratıcı bir süreç bu”
Peki bu aileler çocuklarını nasıl buluyor?
O kadar trajik bir durum var ki ortada. IŞİD bütün Ezidi köylerini ve kasabalarını tabiri caizse dümdüz etti ve yaşlıları öldürdü. Yaşlı insanların işlerine yaramayacağını düşündüler. Dolayısıyla ilk katledilenler yaşlılar oldu. Bu yolla ailelerin çoğunluğu katledildiği için geride kaçırılan ve esir edilen kadınları arayacak pek kimse de kalmadı. Ama katliamda sağ kalıp yakınlarının peşini hiç bırakmayan aileler de var. Ayrıca IŞİD’lilerin gelebileceğini düşünerek daha önce bölgeden çıkan aileler de oldu. Onların bir kısmı Türkiye’ye gelmişti, daha sonra Avrupa’ya geçtiler. Bu ailelerin çoğunluğu şimdi Avrupa’da, Avustralya ve Kanada’da yaşıyorlar.
Dark web’den çocuğunun izini sürmek
Daha önce de saydığın coğrafyalara yerleşmiş Ezidiler vardı ama onlar katliamın öznesi olmadılar. Dolayısıyla herhalde onlar da akrabalarını arama telaşına düşmüşlerdir. Peki sağ kalmış bir aile kaçırılmış kızını nerede arar, nereye sorar?
Benim tanıklık ettiğim bir yöntem şu örneğin: Duhak’ta Ezidileri Araştırma Komisyonu var. Aslında birçok başka yerde de kuruldu benzer yapılar. Duhok’taki merkezi iyi biliyorum, kayıp Ezidilerin fotoğrafları duvarlara asılmış durumda. Tabii Irak çatışmalı bir bölge, Duhok küçük bir kent. Dolayısıyla olanaklar hayli sınırlı. Duvarlara asılmış fotoğraflar da çoğunlukla eski fotoğraflar oluyor. Mesela duvarda gördüğünüz çocuk üç yaşındadır da, bu fotoğraf on yıl öncesinin fotoğrafıdır, o çocuğun şimdiki, yani 13 yaşındaki halinin fotoğrafı değildir. Ama bu işi görev edinmiş, kayıpların peşinden koşan insanlar var. Bunlar çoğunlukla Duhok’ta faaliyet gösteren uluslararası gruplar. Bu gruplar kayıpların izini sürüyor. Ve kimi aileler gerçekten çok ciddi meblağda paralar ödüyorlar çocuklarını bulmak için; mesela çocuğunuz Musul’a götürüldü, en son orada görüldü gibi bir bilgi alıp sonrasını bin bir güçlükle takip etmeye çabalıyorlar. Çok zor, çok yıpratıcı bir süreç bu. Ama demin de belirttiğim gibi bu meseleyi dert edinmiş gruplar, STK’lar var. Ailelerin en büyük yardımcısı da o gruplar zaten.
Ben bu tür haberleri yaptığımda şunu soruyorlar mesela; “Bu kadınlar Ankara’da yaşıyorlar. Neden polisi arayıp da biz buradayız demiyorlar? Ellerinde telefon mu yok?” Bu tür haberleri yazdığımda böyle eleştiriler geliyor bana. Ama diyelim ki Ankara’ya getirilmiş, Keçiören’de yaşayan Ezidi bir kadın; 14 yaşındayken kaçırılmış, şimdi tecavüzden doğan çocukları var ve IŞİD militanıyla beraber yaşıyor. Bu kadının güvenlik güçlerine kendisini bildirmesi imkânsız. Mecburen kimisi ilk, kimisi ikinci, kimisi üçüncü eş olarak IŞİD’lilerle hayatlarını sürdürüyorlar. Bu arada kimisi yaşlandığı ya da hastalandığı için “işe yaramaz” diye, kimisi de genç ve güzel olduğu için “iyi para getirir” diye Dark web’de satışa çıkartılıyor. Kadını ya ailesi alıyor ya da yaşına, fiziksel özelliklerine göre herhangi bir yerden, herhangi birisi… Ama çoğunlukla aileler giriyor bu açık artırmaya… Kadınları ve varsa yanlarındaki çocukları onlar satın alıyor. Aileler çocuklarının izini Dark web’de sürüyorlar kısacası.
“12 yaşındayken kaçırılmış, ağabey onu bulduğunda da 18 ya da 19 yaşlarındaydı. Ağabeyin çektiği fotoğraf karesine kızı kaçıran ya da satın alan IŞİD’li de girmişti. Ağabey biraz araştırma yaparak kardeşinin yanındaki IŞİD’linin Telafer Emiri olduğunu öğrendi. Elbette adam buraya başka bir isimle kaydolmuş ve hatta kimlik kartını da almış”
IŞİD’lilerin tecavüzünden doğan çocuklar meselesi var bir de. Ezidi toplumu geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, kapalı bir toplum. IŞİD’lilerden doğan çocukları istemedikleri çok sayıda vaka biliyorum. Durum hâlâ böyle mi?
Aslında bu konuda Ezidi cemaati ikiye bölünmüş durumda. Maalesef halen çocukları kabul etmeyen büyük bir bölüm var. Hatta şöyle bir vaka anlatabilirim; 2014 yılında evlerini IŞİD bastığında Irak’ta başka bir şehirde olan büyük ağabey yıllarca yakınlarını arıyor, sonunda kız kardeşinin izine rastlıyor ve Ankara’da yaşadığını öğreniyor. Ben de bir şekilde bu durumdan haberdar oldum, ağabeyin hikâyesini dinledim ve olayın takibini yaptım. Kızın Keçiören’de yaşadığı saptandı. Ağabey neredeyse bir ay kadar bu evin önünde bekledi, nöbet tuttu. Derdi de eğer kardeşi dışarıya çıkarsa, fotoğrafını çekmekti. Ve nitekim kız bir gün kucağında bir bebekle dışarıya çıktı. 12 yaşındayken kaçırılmış, ağabey onu bulduğunda da 18 ya da 19 yaşlarındaydı. Ağabeyin çektiği fotoğraf karesine kızı kaçıran ya da satın alan IŞİD’li de girmişti. Ağabey biraz araştırma yaparak kardeşinin yanındaki IŞİD’linin Telafer Emiri olduğunu öğrendi. Elbette adam buraya başka bir isimle kaydolmuş ve hatta kimlik kartını da almış. Bu arada çok ilginç; IŞİD’li adamın ve kızın Keçiören’de yaşadığı sokağın hemen arkasında bir karakol var. Ağabey bütün bunları öğrenince soluğu arka sokaktaki karakolda aldı. Durumu anlattı. Karakol terörle mücadele şubesini aradı. TEM ağabeye gerekeni yapacaklarını söylemiş. Gerçekten de ertesi gün eve baskın düzenlendi. IŞİD’li adamı gözaltına aldılar ve kız ile çocuğunu evden çıkarttılar. Bir süre sorgu devam etti ve sonunda ağabeyin kardeşini alıp Türkiye’den çıkartabileceği noktaya kadar gelindi. Fakat ağabey o noktada, gayet net bir biçimde kızın çocuğunu kabul etmeyeceğini söyledi. Israrlar da fayda etmedi. Sonuç olarak kız kardeş çocuğunu Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı yetkililerine vermek zorunda kaldı. Ve gittiler. Yaptığım haber buydu.
Maalesef devlete bağlı çocuk yuvalarında IŞİD’lilerin tecavüzünden olma çok sayıda çocuk bulunuyor. Ezidi toplumu bu çocukları kabul etmiyor. Fakat şu anda merkezi ABD’de olan kimi Ezidi kuruluşları, ki çoğunun başında kadınlar var, bu tabunun yıkılması için mücadele veriyor. Kurtarılan kadın ve çocuklar için ismi verilmeyen bazı kentlerde merkezler açılıyor ve anne ile çocuk bu merkezlere yerleştiriliyor.
Bu kadınların ve çocukların rehabilitasyona da ihtiyaçları oluyordur.
Duhok’ta bir rehabilitasyon merkezi var. Fakat onun dışındaki merkezler dağınık ve küçük. Dolayısıyla bu kadınların sağlam bir rehabilitasyon alabildiklerini söylemek doğru olmaz. Ama sürekli ve uzun süre cinsel istismara maruz kalmış kadınlar için Avrupa’da rehabilitasyon merkezleri kuruldu. Avrupa’ya gelebilen Ezidi kadınlar bu olanaktan yararlanabiliyorlar.
Şanslı olanlar diyeceğiz. Çünkü IŞİD’lilerin elinde hâlâ ailesi tarafından arayıp sorulmayan çok sayıda Ezidi kadın ve tecavüzden doğan çocuk olduğundan eminim.
Doğru. Bu tür kadınların sayısı tam olarak bilinmiyor ama uluslararası örgütler bu konuda çok çaba gösteriyorlar. Ama net bir sayı söylemek hâlâ mümkün değil.
IŞİD’li kadınlar
Bir de IŞİD’li kadınlar meselesi var. Aslında bu çok boyutlu bir mesele bu. IŞİD’li kadınların içinde Türkiye’ye dönüp, yargılanıp, etkin pişmanlıktan yararlananlar var. Bu kadınlar ataerkil yargının bütün “nimetlerinden” faydalanıyorlar, kocaları istediği için savaş bölgesine gitmişler, orada bir evde oturmuş, çocuklarını büyütmüşler ve yaşanan onca trajedide hiçbir sorumlulukları yok. Böyle düşünen yargı, etkin pişmanlıktan yararlanmak istediğini söyleyen kadınları basit bir sorgulamayla serbest bırakıyor. Örneğin IŞİD’in sınır emiri olarak bilinen ve üç büyük katliamda, yani Diyarbakır, Suruç ve Ankara Gar katliamlarında sorumluluğu bulunan İlhami Balı’nın karısı Hülya Balı etkin pişmanlıktan yararlandı ve şimdi serbest. 10 Ekim mahkemesine tanık sıfatıyla katıldı ve sorguda tek bir yeni söz çıkmadı ağzından. Bunun da ötesinde, IŞİD’in kurucu öznesi olmayı tercih etmiş, Selefi inancına tümüyle bağlı ve hatta El Hanzala diye adlandırılan kadın tugayında savaşmış kadınlar var.
IŞİD bölgeden çekildikten sonra geride kalan kadınların bir bölümü El Hol Kampında tutuluyor ve kötü koşullarda yaşıyorlar. Farklı tabiyetlerden olan bu kadınların büyük bölümünü ülkeleri istemiyor, dolayısıyla kamptan ayrılamıyorlar. Kamptan çıkabilenler ise insan kaçakçıları eliyle çıkıyor. Yani IŞİD’li kadınlar dediğimizde tek tür bir gruptan bahsetmiyoruz. Sen ne diyeceksin bu konuda?
“Taşrada yaşayan, çevresinin dini baskısı altında ezilen ve oradan kurtulup yeni bir hayat kurmaya çalışan genç kadınlar, sosyal medyadan bir IŞİD militanı ile tanışıyorlar, arkadaş oluyorlar ve adamın ilgisinden o kadar mutlu oluyorlar ki, hemen hepsi hâlâ büyük bir aşk öyküsü anlatıyor”
IŞİD’e yoğun katılımların olduğu zaman dünyanın her yerinden, her meslek grubundan kadın, cihat için koşarak Suriye’ye gitti ve üstlerinde yelekler, ellerinde silahlarla sosyal medyaya fotoğraf verdi. O dönem çatışmalarda aktif olarak yer alan kadınlar vardı. Açık söylemek gerekirse benim gördüğüm kadınların hemen hepsi radikal kadınlardı. Dolayısıyla ben IŞİD’li kadınları pek de mağdur diye değerlendiremiyorum.
Ben El Hol kampında da çalıştım. Oradaki kadınlarla söyleşiler yaptım. Evet, kocalarının isteğiyle gelen kadınlar da var ama bunlar ziyadesiyle az. Şu anda kampa gitseniz yine aynı kanıya varırsınız. Kampın çok zor şartlarına rağmen hâlâ oradan kurtulduklarında cihat için savaşmaya devam edeceklerini söylüyorlar.
Aşk ve cihad!
Türkiye’ye dönen kadınlarla da söyleşiler yaptım. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın herhangi bir yerinde, sosyal medyada IŞİD’e denk gelmiş ve ergenliğin de etkisiyle bu örgüte katılmış olanlar var. IŞİD’e Türkiye’den katılan genç kızlar için de durum böyle olabiliyor. Çalışmalarıma dayanarak çok net söyleyebilirim, IŞİD sosyal medyayı çok iyi kullanıyordu. Konuştuğum kadınları düşünerek şunu da iddia edebilirim; taşrada yaşayan, çevresinin dini baskısı altında ezilen ve oradan kurtulup yeni bir hayat kurmaya çalışan genç kadınlar, sosyal medyadan bir IŞİD militanı ile tanışıyorlar, arkadaş oluyorlar ve adamın ilgisinden o kadar mutlu oluyorlar ki, hemen hepsi hâlâ büyük bir aşk öyküsü anlatıyor. Bir kız mesela, Manisa’nın bir ilçesinde oturuyormuş. Suriye’den bir Mısırlı ile tanışmış ve “o kadar büyük bir aşk” yaşamış ki, adam “senin için bilet aldık, Gaziantep havalanından seni şu kişi alacak, o arada kimseyle konuşmayacaksın” diye talimatlar yağdırdığında bütün söylenenleri eksiksiz yapıp Suriye’ye gitmiş. 19 yaşında bu kız ve neden diye sorunca durumu “âşık oldum ve yeni bir hayat kurmak istedim” diye açıklıyor.
Yani böyle gidip geri dönenler de var elbette. Ama dediğim gibi bunlar hayli azınlıkta. IŞİD’li kadınların çoğunun hâlâ cihat hayalleri var.
Ya bu ilişkilerden doğan çocuklar?
Buradaki asıl mesele zaten çocukların durumu. Öncelikle bu çocuklar vatansız. Suriye topraklarında doğan çocuklar Türkiye’ye kaçak yollarla geldiyse kimlikleri olamıyor. Üstelik anneleri aynı radikalliği sürdürdüğü için bu çocuklar ne sağlık hizmeti alabiliyorlar ne eğitim olanaklarından yararlanabiliyorlar ne de hatta doğru dürüst beslenebiliyorlar. Çünkü anneler inançları gereği yani bilinçli olarak bu çocukları sağlık hizmetlerinden uzak tutuyorlar. Dolayısıyla çok sayıda hasta çocuk var. Ayrıca eğitim almalarını da günah addettikleri için, örgün eğitim olanaklarından yararlanamıyor çocuklar ve Kuran kurslarına gidiyorlar. Daha da ötesi var, tanıklıklarıma dayanarak söylüyorum; aynı anneler Peygamber de böyle beslenirdi diyerek çocuklara gün boyu sadece bir kâse yoğurt ve bir dilim ekmek veriyorlar. Yani beslenemiyor da çocuklar. Dolayısıyla asıl bu konunun üzerine eğilmek gerekli, burada çok büyük bir mesele var. Öyle düşünüyorum.
Ankara’da yaşamakla başkent ilan ettikleri Rakka’da yaşamak arasında hiçbir fark yok.
Evet, öyle. Hiçbir fark yok. Burada özellikle vurgulamak istediğim bir şey var; IŞİD’in bölgede etkili olduğu zamanlarda Türkiye’de de çok etkili bir IŞİD örgütlenmesi vardı. Başkentten örnek verelim, mesela Ankara’nın Yenidoğan semtinde ya da Sincan’da, gecekonduların arkasında ya da bodrum katlarında dini eğitim veriliyordu. Şimdi şaşırtıcı gelebilir ama pek çok Alevi de bu eğitimlerden geçti ve cihada gitti. Elbette erkekler için bunların üstüne para ve kadın motivasyonu da ekleniyordu. Kadınların bir bölümü de erkeklerin yanında, “gider de döneriz” diye gittiler. Fakat dönmenin o kadar da kolay olmadığını fark ettiler. Ama radikal kadınların, tıpkı radikal erkekler gibi cihatçı bir ideolojiye inandıklarını ve bunun dışında bir yaşam tarzını onaylamadıklarını söyleyebilirim. Öte yandan kadınlar cihatta söz sahibi değil gibi düşünülüyor ama pek de öyle olmayabilir. Elbette erkekler kadar değil ama kadınların da kendi örgütlenmeleri, senin de söylediğin gibi örneğin polis tugayları vardı.
Son sorum da şu olsun; merkez basından ayrıldıktan sonra neredeyse hep çatışmalı bölgelerde ve çoğunlukla kadınlarla çalışmış bir muhabir kadın olarak, savaş ve kadın meselesini nasıl görüyorsun?
“Savaşta kadın ve çocuk en kırılgan grup. Tartışmasız böyle bu”
Kırılgan grupların kim olduğu hep konuşulur ama içlerine girdiğiniz zaman görüyorsunuz ki savaşta kadın ve çocuk en kırılgan grup. Tartışmasız böyle bu. Bir kere çatışmalı bölgelerde kadın evinde çocuğuyla bile olsa cinsel saldırıya açık. BM kayıtlarında da vardır, dünyanın her yerinden kötü niyetli insanlar bu çatışmalı bölgelere üşüşür. Bu insanlar çatışmanın olduğu ülkenin askerleri de olabilir, yerel milisler de olabilir ya da dışarıdan gelmiş insan kaçakçıları da olabilir. Hatta kadının yan komşusu bile olabilir. Yani kadının bir başına olduğunu, tek başına mücadele ettiğini gören kötü niyetli erkeklerin harekete geçmesi gayet sıradan bir durum. Çatışmalı bölgelerde bir kadın her zaman hedeftedir kısacası. Keza göç yolculuğunda da… Orada da kadın hedeftedir. Göç yolculuğunda çocukların insan tacirleri tarafından kaçırılma olasılığı da hayli yüksektir. Bu da yetmez, tabloya bir de organ tacirleri girer.
Ama savaşta tek başına kalan kadın o kadar güçlü oluyor ki. Kanatlarını açıyor ve çocukları korumasına alıyor. Gerçekten de karşınızda kartal gibi bir kadın görüyorsunuz.
Kadınlar savaş ganimeti
Bir de tecavüz neredeyse bir silah olarak kullanılıyor çatışmalarda, bir savaş silahı. Bunu çatışmalı her yerde görüyoruz; Bosna’da da, Suriye’de, hatta Afrika’da…
Evet çatışmalı bölgede yaşarken de, göç yolunda da kadınlar cinsel saldırıya çok açık. Bu hep böyle, çatışmalar öncesinde de, sırasında da, sonrasında da en kırılgan olan her zaman kadınlar ve çocuklar. Maalesef bu, kadın ve çocuklar sonunda bir ülkeye yerleştiyse bile böyle devam ediyor. Bu topraklarda taşrada yalnız yaşayan kadına nasıl bir bakış varsa, mülteci kadına onu misliyle katlayan bir bakış söz konusu. Bu kadınlar da her türlü cinsel ve psikolojik şiddete açıklar.
Hale çok teşekkür ederim. Sana Samuel Beckett’in bir arkadaşına söylediği cümleyle veda etmek istiyorum; “bize yaralarımızla birlikte yaşamaya devam etmek gücü veren o tuhaf şey neyse, onun seni asla terk etmemesini diliyorum.”
Ben teşekkür ederim.
Editör: Şöhret Baltaş
Redaksiyon: Ebru Pektaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖