Serbest Kürsü Hazal Destina Alarcın 23 Ekim 2024
Fransa’da Eylül ayından bu yana gündemde olan Gisele Pelicot davasının son duruşmasında, Pelicot’un 10 yıl boyunca cinsel saldırıya uğrarken eski eşi tarafından çekilmiş görüntüleri mahkeme salonunda gösterildi. İlaçların etkisindeki kadının onlarca farklı erkek tarafından cinsel şiddete maruz kaldığını kanıtlayan bu görüntülerin, halka açık bir duruşmada gösterilmesiyle Fransa mahkemelerinde sarsıcı bir ilk yaşanmış oldu. Yaşadıklarının kamuoyuyla paylaşılabilmesi, faillerin açıkça ifşalanabilmesi için isminin gizli kalması hakkından vazgeçen Gisele, Fransa kadın hareketinde şimdiden önemli bir figür haline gelmiş durumda.
Yıllar boyu süren cinsel şiddetin faili erkekler ise duruşmalarda birbirini suçluyor; kimi sevgiden söz ederken, kimi de ailelerine olan bağlılıklarından ve devletlerine olan saygılarından dem vuruyor. Her şey olması gerektiği(!) gibi, her şey bizim için çok tanıdık.Hatta sadece bizim için değil, failler ve işbirlikçileri için de çok tanıdık olmalı ki olayın yaşandığı ve davanın görüldüğü şehrin belediye başkanı davayı yorumlarken “Aile için zor olacak tabi ama yaşananlar sonucunda kimse ölmedi, bu durumda hayatlarına devam edebilirler” gibi umarsız bir açıklamayı hiç tereddütsüz yapabiliyor. Tarafların birbirini öldürmediği bu hikâyede katil şu dört kelimeyle cinayet mahalline geri dönüyor; “Aile için zor olacak”. Yıllarca sistematik cinsel şiddete maruz bırakılmış bir kadının davasında, faillerin sığındığı ilk yer yine aile oluyor. Savunmasında, “Kocasının izni vardı.” diyebilen fail(ler) ve ailenin düştüğü duruma üzülen belediye başkanı arasındaki bu adı konulmamış iş birliği, kadının yaşadığı şiddeti suç olmaktan çıkaran bir kalkan haline geliyor. Aileye duyulan bu sözde saygı, kadının birey olarak varlığını ve haklarını yok sayarken, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştiren bir dayanak noktası olarak faillerin savunmasında kendine yer buluyor.
“Aile, cinsiyetçi sınıf ayrımının ve hiyerarşinin sürdürüldüğü temel alandır. Aile, kadınların maruz kaldığı baskının merkezidir.” 1 Firestone’un bu cümleleri yazmasının üzerinden 54 yıl geçmişken bugün, kutsal aile ve tüm dünyaya yayılmış yılmaz bekçileri Gisele’in yaşadığı bu şiddet sarmalında hala ismini gizlememesini kabullenemiyor, ailenin mahremiyetine saygı duyulmasını istiyor.
Bir “kurum” olarak ailenin korunması adına kadınların hayatları feda ediliyor. Eğer kadının şansı yaver gitti ve hayatta kalabildiyse, tıpkı Pelicot davasındaki gibi tarafların birbirini öldürmediği bir sistemde şiddetin meşrulaştırıldığı bir düzen yaratılıyor.
Utanç Failden Değil, Toplumdan Gelir
Ailenin, bireyleri kapitalist sisteme entegre eden bir yapı olarak işlev görmesi bir yana patriyarkanın kendi devamlılığını sağlamasının garantisi olması konusunda da sanıyorum hepimiz hemfikiriz. Buraya dair çokça okuyor, yazıyor, (maalesef) deneyimliyor ve mücadele ediyoruz. Ancak Gisele’in davası, ailenin patriyarkal düzendeki iki yüzlü konumunu gözümüze tekrar tekrar sokuyor olmasının yanında, 71 yaşındaki kadının yaşadıklarından “utanmama” iradesi göstermesi bakımından da önemli bir yerde duruyor.
Amerikalı feminist yazar Roxane Gay; beden algısı, cinsellik ve utanç üzerine düşündürdüğü Hunger: A Memoir of (My) Body kitabında şöyle diyor: “Cinsel şiddet, sadece bedenimize değil, ruhumuza da zarar verir. Ancak yaşadığımız utanç bize ait değildir, bize öğretilmiştir.”2
Gay’ın bu cümlesinden de yola çıkarak, cinsel şiddet ve utanç arasında bir koşullanma ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz. Cinsel şiddet sonrası mağdurlara yüklenen utanç, aslında toplumsal cinsiyet normları ve ataerkil sistemin bir sonucudur. Bu sistemde kadınlar ve kadın cinselliği, toplumsal normlar aracılığıyla denetim altında tutuluyor ve cinsel şiddete maruz kaldıklarında, toplum onlara bu suçluluk ve utanç hissini yüklüyor. Böylelikle kadın daha da izole oluyor ve sessizleştiriliyor. Bu sessizleşme ile şiddet deneyimini paylaşmaktan kaçınmak; olası dışlanma, suçlanma korkusundan kaçınmış olmayı da sağlıyor. Kısa vadede elbette bir rahatlama yaşatan bu durum, uzun vadede şiddet mağdurunun bu travmayı işleyememesi ve sürekli aynı utanç duygusunun içinde yaşamasına sebep oluyor. Özetleyecek olursak cinsel şiddet sonrası utancın sonucu olarak sessizlik, mağdur için kaçınma davranışıyla pekiştirilip, utanç duygusu daha da derinleşiyor. Peki ya kadın, utanmamaktan utanmayı aşar ve yaşadıklarını dile getirirse? Tam da bu noktada şiddet gören, aşağılanan, baskı altında yaşayan kadınların “bir şey yaptıkları” ya da “doğru şekilde davranmadıkları” düşüncesiyle kendilerini suçlu hissetmelerini sağlayarak, patriyarkanın güvenlik subobu, mağdur suçlayıcılar devreye giriyor. Mağdur suçlayıcılar görevlerine sadık, yapmaları gerekeni ezbere biliyorlar; kadınlar zaman mekân, giyim kuşam gibi binbir bahaneyle suçlanıyorlar. Kurulan çarkın dönmesi için, kadınlar kendilerini suçlu hissetmeliler. Suçlu hissetmeliler ki bu durum, utancı bireysel bir yük haline getirebilsin. Böylelikle utancın kendisinin bireysel bir yük olduğu durumda utanca sebep olan eylemin diğer aktörü de birey maskesini taksın ve failin işbirlikçileri gizlenebilsin.
İşte bu yüzden, utancı bir paket halinde fail(ler)e geri teslim edebilmek için, salt tekil suçlarla ve suçlularla değil, toplumsal bir düzenle yüzleşmek gerekiyor. Çünkü esas fail, sıradan yüzlerin arkasında, aile-devlet-patriyarka iş birliğinde kurulan bu düzenin ta kendisi.
Ve işte bu yüzden, “utanması gereken ben değil, onlar” diyerek Gisele Pelicot, bugün sadece bir birey olarak sesini duyurmuyor. O, bütün kadınların sesi oluyor; bu ses erkek egemenliğine karşı Fransa’dan dünyaya yükselen bir çığlık haline geliyor.
Kaynakça:
Editör: Ebru Pektaş
Redaksiyon: Ayşe Baranak
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖