Serbest Kürsü Kadın Vardiyası 30 Nisan 2024
Arkadaşlarımızın sırayla seçtikleri alanlar üzerine konuşmalar yaptığı, ardından hep beraber bu konular üzerine tartıştığımız, ardından bunları yazıya dönüştürdüğümüz bir etkinlik düzenledik. 1 Mayıs’a giderken bir araya gelerek hazırladığımız ortak yayında hem kendi ilgi ve meslek alanlarımızda kadının yerini, hem de Türkiye’de yaşayan kadın öğrenciler olarak konumumuzu daha iyi kavramayı amaçladık. Konuşacağımız alanlar birbirinden farklı olmasına rağmen birçok deneyimimizin kadınlıkta ortaklaştığını görmeyi, bu ortaklıklar -çoğu zaman kısıtlılıklar- üzerine konuşmayı ve bu yolla daha büyük bir resmi görmeyi umuyoruz.
Fransız feminist filozof ve yazar Simon De Beauvoir, İkinci Cinsiyet adlı eserinin başında ve sonunda birbiriyle çelişen bazı ifadelere yer vermektedir: Kitabının başlangıcında, yazar olduğu ve erkeklerin meclislerine kabul edildiği için kendisini kadınlık durumunun dışında konumlandırır. İkinci Cinsiyet’i onun ayrıcalıklarına sahip olmayan başka kadınların özgürleşmesi için yazmaya başladığını ima eder. Kitabın sonuna yaklaştığımızda ise kadının felsefe geleneği içinde yer verilmemiş, erkek söylemler tarafından kurulmuş ve nesneleştirilmiş, erkek özneyi yansıtmaktan ibaret olmaya zorlanmış bir varlık olduğunu görerek kendisinin de kadınlık durumunun dışında olamayacağını idrak edecektir. 1 Zeynep Direk, bu kitabı yazılırken yazarını dönüştüren, yazarına öğreten bir kitap olarak tanımlıyor. Ben de her türlü düşünce üretme sürecinin, hatta en basit haliyle bir araya gelip konuşmanın dönüştürücü gücüne inanıyorum. Kadınlar olarak içinde bulunduğumuz maddi ve manevi bariyerleri aşabilmek, bu bariyerleri tanıyabilmekten; tanımak ise bir araya gelip konuşmaktan geçiyor.
Erkekler tarafından kadınlar üstüne yazılmış her şeye kuşkuyla yaklaşmak gerekir, çünkü onlar aynı zamanda hem yargıç hem de taraftardırlar.2
– Poulin de Barre
Kadının özgürleşmesini ve bu özgürleşmenin önündeki engelleri anlamak için kadının varlığını ve içinde bulunduğu maddi koşulları açmak gerekir. Kadının ne olduğu üzerine insanlık tarihi boyunca çok şey yazıldı ve söylendi, ancak bu bilgi birikiminin çok küçük bir kısmı kadınlar tarafından üretildi. İnsanın ne olduğu üzerine söylenenler ise erkeği anlatmaktan ibaretti. Kadınlar, nüfus olarak dünyanın yarısını oluşturmakla beraber azınlıklarla birçok ortak karakteristik özelliklere sahipler. Bilimsel verilerde, tarih arşivlerinde, siyasette ve ekonomide temsil edilmeyen kadın; sayıca olmasa da toplumdaki çeşitli alanlarda temsiliyeti açısından azınlık konumunda yer almakta. Günümüzde andığımız ünlü psikolojik deney ve kuramların neredeyse hepsi sadece erkek deneklerle çalışılmış, erkeği açıklamakla yetinmiş olsa da evrensel olarak insanı anlattıklarını varsayıyoruz. Aynı durumu sağlık sektöründe, pozitif ve sosyal bilimlerde, akademide görmek mümkün. Güncel çalışmalar bu veri açıklığını önlemek için çaba gösterse de bize insanı anlatan kuramların, insanı ölçen parametrelerin yüzyıllarca kadını dışladığı gerçeğini görmeli ve istediğimiz değişimi bu gerçekliğin üzerine inşa etmeliyiz.
Üniversite kapılarının kadınlara yeni yeni açılmaya başlandığı 1800’lü yıllarda yaşayan Virginia Woolf, kadının düşünsel ürünler üretebilmesi önündeki engellere eğilmiştir. Kadınların tarih boyunca sahip olduğu maddi imkân ve imkansızlıkların bu konudaki önemini vurgulamıştır. Woolf’a göre sınıf bölünmez bir bütün değildir; içseldir, cinsiyet ve ırka göre farklılaşmaktadır.3 Bu cümleyi açmadan önce şu soruyu sorabilir ve tartışabiliriz:
Aynı maaşı kazanan evli bir çift aynı sınıfta mıdır?
Aynı maaşı kazanan ve aynı iş saatlerine sahip evli bir çiftin mesai saatlerinin ardından eve geldiğini düşünelim. Kadının aileyi beslemesi, bulaşıkları ve çamaşırları yıkaması, evi temizlemesi, evdeki çocuk ve yaşlıların bakımını üstlenmesi, özetle aileyi bir sonraki güne hazırlaması gerekmektedir. Bu, fiziksel bir emek gerektirmekle beraber ne pişirileceğinden çocuğun sonraki gün ne giyeceğine kadar eve dair her detayın da zamansız olarak kadın tarafından düşünüldüğü ve planlandığı, yani zihinsel emeği de gerektiren bir süreçtir. Öyleyse erkek işten geldiğinde dinlenir ve sonraki güne hazırlanırken eşiyle aynı gelire sahip kadının ikinci vardiyası başlamaktadır. Yani kadın bir işçi, patronuyla kurduğu sömürü ilişkisinin yanısıra toplumun en küçük birimi olan ailede de bir sömürü ilişkisi içerisindedir, sömürülen bir sınıftır.
Woolf, kadının edebiyattaki yeri üzerine yazdığı Kendine Ait Bir Oda’sında, şu ünlü sözü söyler:
“Bir kadının kendine ait bir odası ve geçinebilecek kadar geliri yoksa, roman ya da öykü yazabilmesi pek olası değildir.”4 19. yüzyıl başlangıcına kadar çok varlıklı ve soylu aileler dışında kadının kendine ait bir odası olmasının söz konusu olmadığından bahseder. Bugüne döndüğümüzde durumun 6 kişilik yurtlarda kalmak zorunda olan öğrenciler için de, eşiyle paylaştığı bir odadan fazlasına sahip olmayan birçok evli kadın için de farklı olmadığını görebiliyoruz.
Kendine ait bir oda kavramı mecazi bir anlam da ifade edebilir: kadının hem fiziksel hem de duygusal anlamda bir başkasının sorumluluğunu üstlenmek zorunda olmadığı bir alandan söz edebiliriz. Ama bu kavramı değerli yapan şey, benim fikrimce, birçok şeyi çağrıştırmasıyla beraber bir taraftan da o fiziksel yapının, dört duvarlı bir odanın ta kendisiyle de özetlenebilmesidir. Zira o dört duvara sahip olmayan bütün kadınların üstlerine herhangi bir yükün bindirilmediği soyut bir alana da sahip olmadığını biliyoruz.
Simone De Beauvoir kadının özgürleşmesi üzerine konuşmadan önce kadının varlığını açıklamak gerektiğini düşünmüştür. Kadının öznel durumunu açıklamadan önce ise ‘’insanın varlığı nedir?’’ sorusunu sorar:
‘’İnsan, varlığı itibariyle “aşkınlık” yani özel bir özgürlüktür. Aşkınlık insanın içinde bulunduğu durumu aşma kapasitesidir. Aşkınlık evin dışına çıkmak, kendinin dışına çıkmaktır; tekrar geri dönmek için elbette. “Aşkınlık” varlığımızın nesneleştirilemeyen, durağan olmayan, bir kimliğin içine sıkıştırılamayan, hep devinim halinde olan hareketidir, bir dünya kurma gücüne sahip olan yaratıcı tarafıdır. Tarihsel ve toplumsal koşullar insanın aşkınlığına ket vurabilir.’’5 Yukarıda değindiğimiz örnekler, kadının aşkınlığına ket vuran çeşitli faktörlerden bazılarıdır. Beauvoir’den devam edelim:‘’İnsan varlığının bir de içkinlik tarafı vardır. Evimizin dinlendiğimiz, bedensel ihtiyaçlarını karşıladığımız, dağılmış parçalarımızı toparladığımız, bizi kendi merkezimize getiren alanı olarak tanımlayabiliriz bu kavramı.’’ Tekrar Woolf’a atıfta bulunacak olursak, kendimize ait bir alanı, bir odayı da barındıran, en yakınlarımızla paylaştığımız yerdir içkinlik. Beauvoir ataerkil düzende kadının bu içkinlik alanına hapsedildiğini, aşkınlık tarafının ise engellendiğini söyler. Kadın bir insan olarak kendini gerçekleştirme koşullarından yoksun bırakılınca başka birinin -erkeğin- özgürlüğü tarafından aşılan bir nesneye benzemiştir. Kadın “Başka” olarak temsil edilerek içkinliğe mahkûm olur, varlığının aşkınlık boyutunu gerçekleştirmekten mahrum bırakılır.6 Ancak insan olmasının gereği kadın da aşkınlık ve kendini gerçekleştirme güdüleriyle doğar. Kadın hareketinin bitmeyen ve giderek büyüyen dinamizmi, tarih boyunca verilen toplumsal mücadelelerde kadının en ön cephelerdeki yeri, kadının hapsolduğu içkinlik alanından çıkma ve kendini gerçekleştirme mücadelesinin ivmelenerek devam eden bir süreç olduğunu göstermektedir.
Tarih boyunca kadınların pek çok alanda olduğu gibi sanat dünyasındaki rolü de çok alevli bir tartışma konusu olmuştur. Son yıllarda kadınlar olarak pek çok sanatsal başarıya imza atsak da hala birçok zorlukla karşı karşıyayız. Bu konuşmanın amacı da biz kadınları buralara getiren kadın sanatçılar hakkında dinleyenleri bilinçlendirmektir.
Antik çağlardan 21. Yüzyıla uzanan tarihimizde kadın sanatçıların tanınmasını ve başarıya ulaşmasını önleyen pek çok engel vardı. Bu engellerin kökeni genellikle kadınların eğitim, öğrenim ve mesleki fırsatlara erişiminin önünü kesen ataerkil toplumdu. Birçok toplumda kadınların sanatsal eğitim alması kültürel normlarla çakışıyordu. Bu sebeple dünyaca ünlü, müzelerde sergilenen sanat eserlerinin çoğu erkek sanatçılara aittir.
Peki ya tarihteki kadın sanatçılar nasıl sanatlarını icra edebilecek bilgi birikimine eriştiler?
Ortaçağ ve sonraki dönemlerde manastırlar kadınlar için birer sığınak olmanın yanı sıra onlara sanat eğitimi veren kuruluşlar olmuşlardır. Rahibeler manastırlarda dini el yazmalarını kopyalama ve resimlendirme fırsatını bu kuruluşlarda yakalamışlardır. Bu örneğin dışında kalan kadın sanatçıların neredeyse hepsi başarılı bir erkek sanatçının eşi, kızı, kardeşi veya yakın akrabasıydı. Ancak ne yazık ki bu kadınların akrabalarından aldığı eğitim, örgün sanat fakültesi eğitimine denk değildir. Zira kadınların resim yapması için gerekli olan temel anatomi bilgisi gibi irfanlara erişmesi uygunsuz bulunduğu için engellenmiştir.
Bir şekilde kendini sanatsal anlamda geliştiren kadın sanatçılar tabii ki de oldu. Ancak bu sefer de eserlerini satabilmek için katılacakları sanat loncalarına kabul edilmediler. Pek çok kadının, loncalara ve sanat akademilerine girebilmek için üstün başarılar göstermesi gerekti.
Bunca zorluğa rağmen kayıtlara adını geçirebilmiş ve döneminde üne kavuşabilmiş kadın sanatçılara göz atalım.
İtalyan yazar, öğretmen ve ressam olan Caterina De Vigri, 1712 yılında Bolonyalı Azize Catherine olarak azizeler mertebesine yükseltilip tüm sanatçıların hamisi bir azize olmuştur. Yandaki resim ise Meryem Ana ve Bebek İsa tasviridir. Klasik ortaçağ üslubu ile yapılan bu resimde altın yaldız kullanımı yoğundur. İsa ve Meryem’in kafalarının etrafı hare ile çevrelenmiştir. Meryem elinde bir meyve tutmaktadır.
Fontana, Bolonya Üniversitesinde öğretmen olan sanatçı Prospero Fontana tarafından eğitilen ve yaşamının ilerleyen yıllarında aynı üniversiteden mezun olan bir maniyerist sanatçıdır. 1577’de evlendi ve 11 çocuk sahibi olduğu halde ailesinin asıl geçimini sağlayan kişi oldu. Ayrıca Büyük olasılıkla nü resimler yapan ilk kadın sanatçıdır.
Yandaki resim, Fontana’nın en bilinen eserlerinden biridir. Roma mitolojisindeki akıl ve savaş tanrıçası Minerva’yı -Yunan mitolojisindeki karşılığı Athena’dır- savaş zırhlarını çıkarmış, kadınsı kıyafetlerini giyerken resmetmiştir. Belki de Fontana Atina şehrinin de koruyucu tanrıçası olan bu kadının sadece savaşçı ve koruyucu bir figür değil, ayrıca bir kadın olduğunu vurgulamak istemişti.
Tanınmış bir İtalyan Ressam olan Orazio Gentileschi’nin kızı olan Artemisia, 1616’da meşhur sanat akademisi Florentine AcademiadelleArti del Disegno’nun ilk kadın üyesi oldu.
Gençlik yıllarında babası onu yine ressam bir arkadaşı olan Agostino Tossi’nin atölyesine çırak olarak verdi. Ancak Agostino Tossi ona tecavüz etti ve dava süreci Artemisia için hem psikolojik, hem de fiziksel açıdan çok zorlu geçti.
Artemisiayanda gösterilen eserin (Resim 3) iki versiyonunu yapmıştır. Buradaki versiyonu, II. Cosimo Medici’nin siparişi üzerine yapılan versiyonudur. Resim kaba gerçekçiliği nedeniyle Pitti Saray’ının karanlık bir köşesine gönderilmiştir. Bunun üzerine Artemisa, anlaşılan tazminatı almak için dostane ilişkiler içerisinde olduğu Galileo Galilei’nin arabuluculuğuna başvurmuştur. Resim, Deuterokanonik Kitaplarda yer alan Yudit’in Kitabı’nın bir sahnesini konu alır. Hikâyede İsrailli bir dul olan Yudit’in yaşadığı şehir Betulya, Nebukadnessar yönetimindeki Asur ordusunun başkomutanı Holofernes tarafından işgal edilmiştir. Yudit şehrini kurtarmak için süslenir, en güzel kıyafetlerini giyer ve hizmetçisi ile beraber Asur ordusunun kampına doğru yol alır. Holofernes’e Betulya’yı işgal etmesini kolaylaştıracak bilgiler verme karşılığında kampta üç gün geçirir.
Dördüncü gün tertip edilen şölende Yudit’in hizmetçisi çadırın dışında beklerken sarhoş olan Holofernes ile kendisi çadırda baş başa kalırlar. Yudith burada Holofernes’in başını keser ve kapıda bekleyen hizmetçisinin torbasına koyarak Betulya’ya geri döner. Bu sayede Betulya şehri kurtulur.
Artemisia bu eserde Judith ve hizmetçisini Holofernes’in kafasını beraber kesmeye çalışırken resmetmiştir. Hizmetçisi efendisini dışarıda bekleyen, işlevsiz ve pasif bir etken değil; olayın merkezinde bulunan aktif bir etkendir. Efendisi düşmanın kafasını kesmeye çalışırken, Holofernes’i dizginlemeye çalışmaktadır. Ayrıca Yudit’te yazıldığı gibi güzelliğe sahip bir kadın değildir. Hatta Yudit’in yüzü, Artemisia’ya otoportre denebilecek kadar benzemektedir.
Bu da akıllara, “Artemisia’ın uğradığı tecavüzden dolayı erkeklere duyduğu öfkenin acısını bu tablodan çıkarıyor olabilir mi?” sorusunu getirmektedir.
Bu sahneyi Artemisia ile aynı dönemde yaşamış erkek sanatçı Caravaggio da resmetmiştir. Hem Caravaggio, hem de Artemisia bir barok dönem sanatçısıdır. Barok hareketin, gerginliğin ve anatomiyi zorlayan kompozisyonların çağıdır. Caravaggio’nun pek çok eserinde bu özellikleri bulabilirken, Yudit ve Holofernes’i resmederken bu özellikleri sadece ölmekte olan Holofernes’in üzerinde kullandığını söyleyebiliriz.Holofernes can havli ile yattığı yerden kurtulmaya çalışmaktadır ve bunu yaparken vücudunun girdiği zorlu durum ustaca resmedilmiştir. Yudit öldürmekte olduğu adama kararlılık ve tiksinti ile bakmaktadır, hizmetçisi ise elinde çuval ile öylece efendisinin işini görmesini beklemektedir. Kendisi tuvalin içinde olsa bile, adeta olayın gerçekleştiği çadırın dışındaymış gibi pasif bir elemandır. Caravaggio bir kadını zor pozlarda resmedemeyecek kadar yeteneksiz bir sanatçı değildi, kendisi Barok dönemin yıldız ressamıydı. Buna rağmen Yudit’i o dönemin güzellik anlayışına uygun olarak resmetti. Hizmetçisi de alt sınıf bir kadına uygun olarak çirkin, yaşlı ve pasifti. İşte bu bize kadınların erkek ve kadın gözünden ne kadar farklı resmedildiğini gösteren önemli bir örnektir.
Elisabeta Sirani, tıpkı Lavina Fontana gibi Bolonyalı bir kadın sanatçıydı. Sanatçı bir aileye doğdu ve yaşadığı dönemde yenilikçi bir atılımda bulunup kadınlar için bir resim okulu açtı, burada hem kız kardeşlerine hem de farklı sosyal çevrelerden gelen kadınlara eğitim verdi. Kariyerinin başında eserlerinin kendine ait olduğunu kanıtlamak için gözlemcilerin kendisini resim yaparken izlemesine izin vermek zorunda kaldı. Babası gut hastalığı yüzünden iş yapamaz duruma geldiğinde ailenin geçimini Sirani sağlıyordu. Hiç evlenmedi ve yirmi yedi yaşında aniden öldü.
Yandaki resim, Plutarhos’un Büyük İskender biyografisinde geçen, Timoklea isimli bir kadının tecavüzcüsünü öldürme hikayesini anlatır. İskender’in Teb’i işgali sırasında, bir asker Timoklea’ya tecavüz eder. Ardından asker, Timoklea’ya parasını nereye sakladığını sorar. Bunun üzerine Timoklea, askeri bahçesindeki kuyuya götürür. Adam kuyudan aşağı bakarken Timoklea onu aşağı iter ve üzerine ağır kayalar atar.
Bu konuyu resmeden sanatçıların çoğu Timoklea’yı İskender’in yargısını beklerken tasvir ederken Sirani, Timoklea’yı tecavüzcüsünü öldürürken resmetmiştir.
“Gayri meşru” bir çocuk olarak doğan Fransız sanatçı Suzanne Valadon, belirli bir sanat stiline sığdırılamayan ve resmi bir sanat eğitimi almamış bir kadındı. On beş yaşındayken sirkte çalışmaya başladı ancak trabzandan düştükten sonra bu işi geride bırakıp sanatçılara modellik yapmak zorunda kaldı. O zamanın en önemli sanatçılarına poz verdi ve bu sanatçılar ona resim yapmasını öğütlediler. Pierre Puvis de Chavannes, Henri de Toulouse-Lautrec, Pierre-Auguste Renoir ve Edgar Degas gibi sanatçılardan resim teknikleri öğretti. Dönemin kadın sanatçılarının canlı model çizimlerine katılmaları yasaktı ancak Valadon nü çizim yapmaktan kaçınmadı. Üstte sırt üstü uzanan bu figür, dönemin erkek sanatçılarını resmettiği kadın figürlerinden farklı olarak kusursuz değildir. Çizgili pijamasıyla uzanmış, ağzında sigarası olan bu kadın elli sekiz yaşındaki Valadon’un otoportresidir. Erkek sanatçılar kadınları bir arzu nesnesi olarak narin ve şehvetli çizerken, Valadon gerçekliği tüm çıplaklığı ile yansıtmıştır.
Barbara Kruger Amerikan bir kavramsal sanatçı ve kolaj sanatçısıdır. Tüketim ve cinsiyet sorunlarına dikkat çeken üzerine metinler yerleştirilmiş siyah-beyaz fotoğraflar üretir. 2021 yılında Time dergisinin en etkili 100 kişi sıralamasına dahil edilmiştir.
Yandaki eser Kruger’ın 1989 yılında Washington kadınlar yürüyüşü için ürettiği bir görseldir. Görseldeki “Bedenin bir savaş alanı” sloganı kadınların kürtaj hakkını konu etmektedir.
Kaynakça:
Kadınların özgürleşmesinin önündeki engellerin çalışma hayatlarına olan etkisini çeşitli şekillerde
görebiliyoruz. Deneyimlerimizi paylaştığımız bu buluşmada çeviri ve medya sektörlerinde kadınların iş performansı yerine estetik görünümünün önemsenmesi, cerrahi seçmek isteyen kadın öğrencilere hocaları tarafından ‘’çocuğuna nasıl bakacaksın’’ tarzı tepkiler verilmesi gibi birçok örnekten bahsettik. Birçok kadın iş görüşmelerinde ‘’çocuğun hastalanırsa kim almaya gidecek?’’, ‘’yakın zamanda çocuk yapmayı düşünüyor musun?’’, ‘’kaç kilosun, boyun kaç?’’, ‘’işe gelirken süslenecek misin?’’ gibi sorulara maruz kalıyor. İşe alım konusunda yaşadığı zorlukların yanısıra kadın, bakımını üstlendiği ev ve aileyi gözetmek için de çalışma hayatını ikinci plana atmak zorunda. Birçok kadın evdeki vardiyasını engellemeyen, ama çoğu zaman daha düşük ücretli işlere yönelmek durumunda kalıyor. İşyerinde emeği patronu tarafından sömürülen kadın evde ataerkil aile yapısı tarafından sömürülüyor; çünkü kapitalizm yüzyıllardır ataerki ile beslenen, toplumsal boyutta işçi sınıfını sömürürken ev içinde de kadının sömürüsüyle beslenen bir ekonomik sistem. Kadının hukuki ve teorik düzlemde erkekle eşit olan haklarının pratiğe de dökülebilmesi yaşadığımız sistemde mümkün değil. Çünkü kapitalizm ev içi sömürüyü ve ataerkiyi düzenli olarak yeniden üretiyor, besliyor ve ondan besleniyor.
Bir mücadeleye toplumsallık niteliği katan her zaman kadının katılımı olmuştur. Son 10 yıl içinde
Türkiye’nin belki de en içe çekilmiş, en pasif muhalefetinin olduğu dönemlerde bile kadın hareketinin coşkusu ve kitleselliği, yakın zamandan bu ifadeye gösterilebilecek bir kanıt niteliğindedir. Geçmişe gittiğimizde ise kadın işçilerin öncülüğünü yaptığı büyük toplumsal hareketler ve devrimleri görürüz: 1917 Ekim Devrimi’ni başlatan Petrogradlı işçi kadınlar oldu. Henri Lefebvre o günleri şu şekilde anlatır: “Önce kadınlar sokağa çıktı; düzenli dağıtımı yeniden başlayan sütü almak için erkenden kalkmaya alışkındılar. Erkeklerden önce davrandılar. Saçları darmadağın, sabahlıklar içinde ve ilk başlarda afallamış olarak dışarı çıktılar. Hepsi birlikte kadınların hükmettiği bir insan deniziydi.”
Gittikçe artan geçim sıkıntısı, acımasızca artan mesai saatleri ve zorlaşan yaşam koşulları, afet ve yıkımlar, en çok kendi sınıfında da ikinci sınıf olan işçi kadınları etkiliyor. Bu nedenle 1 Mayıs’ı ve kadın işçilerin mücadele tarihini sahiplenmemiz; evde ve işte sömürülmediğimiz bir yaşam için, kadının özgürleşmesi için büyük bir öneme sahip.
Katılımcılar: Beril Aktaş, Betül Eyitütüncü, Ece Beril Taş, Elif Eymen Keysan, Nisanur Kayhan.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖