Serbest Kürsü Zeliha Altuntaş 26 Aralık 2025
Savaşlarda kadın bedenleri, sadece mağdur edilen bireyler değil;
toplulukların kimliğini, kültürel sürekliliğini ve siyasi iktidarı hedef alan
stratejik bir araçtır.” (Davies & True, 2015)
Alevilere yönelik tarihsel ve güncel şiddeti anlamak için yalnızca tekil katliamlara odaklanmak yetersizdir; bu şiddet, Michel Foucault’nun (1978) kavramsallaştırdığı biçimiyle biyo-iktidarın ve devlet merkezli normatif ulus-inşa projelerinin süreklilik taşıyan bir sonucu olarak ortaya çıkar. Ulusun “kendisini” belirli bir dinsel-mezhepsel norm üzerinden kurması, bu normun dışında kalan bedenleri —özellikle kadın bedenlerini— her dönemde hem “tehdit” hem de “iç düşman” olarak konumlandırır. Bu bağlamda Alevilere yönelik tarihsel pogromlar, yalnızca etnik-dinsel şiddet biçimleri değil; aynı zamanda cinsiyetlendirilmiş bir biyopolitik tasarımın süreğen araçlarıdır. Bu süreklilik, Alevilere yönelik şiddetin tekil ve istisnai olaylardan ibaret olmadığını; aksine farklı tarihsel momentlerde yeniden ve yeniden üretilen yapısal bir rejim olarak işlediğini göstermektedir. Dolayısıyla Alevi karşıtı şiddeti analitik olarak kavrayabilmek için, bu olayları birbirinden kopuk kırılmalar olarak değil, ortak bir ideolojik ve siyasal zihniyetin tarihsel tezahürleri olarak ele almak gerekmektedir. Ve Alevi inancına yönelik tarihsel şiddeti süreğen ve tamamlanmamış bir soykırım pratiği olarak kavramsallaştırmaktadır. Maraş Katliamı (1978), Çorum (1980), Sivas (1993) ve Gazi (1995) gibi saldırılar ile Suriye’deki Alevi–Nusayri topluluklara yönelik nefret söylemleri, tarihsel ve coğrafi olarak parçalı görünse de ortak bir ideolojik matrisin ürünüdür. Bu matris, kadın bedenini kimliğin biyolojik, sembolik ve kültürel taşıyıcısı olarak konumlandırdığı için cinselleştirilmiş şiddeti merkezi bir araç hâline getirir. Bu noktada belirleyici soru şudur: Söz konusu ideolojik matris neden ısrarla kadın bedeni üzerinden işlemektedir? Çünkü modern şiddet rejimleri açısından kadın bedeni, yalnızca biyolojik bir varlık değil; kolektif kimliğin yeniden üretildiği, denetlendiği ve gerektiğinde imha edildiği temel bir siyasal alandır.
Tarih boyunca pogrom, etnik temizlik ve kitlesel şiddet pratikleri, kadın bedeninin fethedilmesi, aşağılanması, sindirilmesi ve yeniden dizayn edilmesi üzerinden yürütülen siyasal programlar olarak karşımıza çıkar. Kadın bedeni, ulus kimliğinin taşıyıcısı, kültürel sürekliliğin mekânı ve kolektif kimliğin biyopolitik üretim alanı olarak konumlandırıldığı için, şiddet rejimleri bu beden üzerinde hem “mesaj verici” hem de “kurucu” bir rol yükler.
Bu genel çerçeve içinde Maraş Katliamı, cinsiyetlendirilmiş şiddetin nasıl somutlaştığını ve kadın bedeninin nasıl doğrudan siyasal bir hedef hâline getirildiğini göstermesi bakımından önemli bir konuma sahiptir. Dolayısıyla Maraş Katliamı’nı anlamak, yalnızca 1978’deki saldırıların politik-ekonomik bağlamını değil; kadın bedeni üzerinden üretilen ideolojik tahakküm biçimlerini de birlikte okumayı zorunlu kılar.
Elisa von Joeden-Forgey’nin (2010) “cinsiyetlendirilmiş soykırım teknikleri” kavramı bu noktada açıklayıcıdır. Kadın bedenine yönelen saldırılar —tecavüz, bedenin kamusal teşhiri, zorla yerinden etme ve üreme kapasitesinin denetimi— yalnızca münferit şiddet eylemleri değil; kolektif varoluşu hedef alan soykırımsal stratejinin çekirdeğini oluşturur.
Maraş Katliamı, Alevilere yönelik sistematik pogrom zincirinin bir halkasıdır. Bu zincirin ayırt edici özelliklerinden biri, kadınların özellikle hedef alınmasının rastlantısal değil; bilinçli, sembolik ve mesaj yüklü bir strateji olarak kurgulanmış olmasıdır. Kadınların hedef alınması, katliamı yalnızca bir “siyasal linç” olmaktan çıkararak, kolektif bir uyarı ve beden politikası stratejisine dönüştürür.
Alevi toplumunda kadınların kamusal görünürlüğü ve görece cinsiyet eşitliğine dayalı pratikler, Sünni-milliyetçi ideolojinin gözünde “teolojik sapma” ve “ahlaki bozulma” olarak kodlanmıştır. Bu nedenle pogrom aktörleri, kadın bedenine saldırıyı Aleviliği aşağılamanın sembolik dili, inancın soy çizgisini tehdit etmenin aracı ve imha stratejisinin temel unsuru olarak kullanmıştır. Kadınlara yönelik tehditler, tacizler ve cinsel şiddet imaları, katliamın pornografik bir nefret diliyle yürütüldüğünü göstermektedir. Bu dil, düşmanı “ahlaksızlaştırma” ve “bedensizleştirme” üzerinden şiddeti meşrulaştırır.
Alevi topluluklara yönelik şiddeti kavrayabilmek için biyopolitik çerçeve belirleyicidir. Michel Foucault’nun (1978) biyopolitika kavramı, devletin nüfus yönetimi ve beden politikaları yoluyla kimlikleri nasıl denetlediğini açıklar. Bu bağlamda Alevi kadınlarının bedeni, hem toplumsal hem inançsal kimliğin taşıyıcısı olarak hedeflenmiş; topluluğun geleceğini tehdit eden bir alan olarak kodlanmıştır.
Maraş Katliamı’nda kadınlar yalnızca saldırının nesnesi değil; topluluğun onurunu, sürekliliğini ve kolektif hafızasını temsil eden sembolik mekânlar olarak işaretlenmiştir. Tecavüz, sürgün, ölüm tehditleri ve aşağılamalar, kadın bedeni üzerinden kolektif Alevi kimliğinin imhasını hedefleyen sistematik bir biyopolitik şiddet biçimi olarak işlev görmüştür.
Kadın bedeninin bu şekilde hedeflenmesi Türkiye’ye de özgü değildir. Ann Laura Stoler ve Nira Yuval-Davis’in çalışmaları, kadın bedeninin ulusal ve mezhepsel kimliğin biyolojik ve sembolik taşıyıcısı olarak modern ulus-devletler tarafından nasıl stratejik bir alan hâline getirildiğini göstermektedir. Japonya’nın “comfort women” uygulaması ve Almanya’da dolaşıma sokulan “ulus anne karnında başlar, anne karnında ölür” söylemi, kadın bedeninin devletler ve uluslararası iktidar sistemleri tarafından nasıl hedef alındığını görünür kılar.
Bu biyopolitik mantık Türkiye’de “Sünni-Türk-makbul yurttaş” modeli içinde işler. Bu nedenle Alevi kadınlar, Nazi Almanyası’nda “ırksal hijyen” politikaları kapsamında dışlanan kadınlar gibi, ulusun biyolojik ve kültürel sınırlarını tehdit eden ötekiler olarak konumlandırılmıştır. Bu durum, Alevi kadın bedeninin neden saldırının ilk hedeflerinden biri hâline geldiğini açıklar: hem mezhepsel sınırı kırmak hem de topluluğun kendini yeniden üretme kapasitesini kesintiye uğratmak.
Bu biyopolitik dışlama, siyasal düşmanlığın nasıl tanımlandığıyla doğrudan bağlantılıdır. Carl Schmitt’in dost-düşman ayrımı, Alevi karşıtı tarihsel nefretin teolojik ve ulusal boyutlarını anlamak açısından açıklayıcıdır. Aleviler, teolojik olarak “sapmış”, ulusal olarak “bölücü” ve ahlaken “bozulmuş” olarak kodlanmış; bu üçlü dışlama, Alevi bedeninin —özellikle kadın bedeninin— şiddet için meşru hedef hâline getirilmesine zemin hazırlamıştır.
Bu düşmanlaştırma, hukuki ve kurumsal mekanizmalarla kalıcılaştırılmıştır. Giorgio Agamben’in (1998) “çıplak hayat” ve “istisna hâli” kavramları, Alevilerin hukukun koruma alanı ile dışlama alanı arasında askıda bırakıldığını göstermektedir. Cezasızlık, geçmiş suçların üzerinin örtülmesiyle sınırlı olmayan; gelecekteki şiddeti mümkün ve meşru kılan yapısal bir düzenleme biçimi olarak işlemektedir.
Maraş (1978), Çorum (1980), Sivas (1993) ve Suriye iç savaşının belirli bölgelerinde Alevilere/Nusayrilere yönelen saldırıların faillerinin yapısal olarak korunması, bu sürekliliğin en açık göstergesidir. Hannah Arendt’in (1951) vurguladığı gibi, bir grubun hukuk dışına itilmesi şiddetin normalleşmesini beraberinde getirir. Alevilere yönelik pogromların tekrarlılığı, bu hukuk dışılaştırma sürecinin doğrudan sonucudur.
Bu çerçevede Maraş Katliamı, Alevi kadın bedeni üzerinden işleyen cinsiyetlendirilmiş şiddetin tarihsel bir “istisna” değil; kurumsallaşmış ve süreklilik arz eden bir siyasal mantığın düğüm noktalarından biri olduğunu ortaya koymaktadır. Kadın bedeninin hem biyolojik hem de sembolik taşıyıcılığı, Alevi kimliğini hedef alan şiddetin neden ısrarla cinselleştirilmiş, pornografik ve tehditkâr biçimler aldığını açıklamaktadır. Türkiye’de faillerin korunması ve yargı süreçlerinin askıya alınması, bu şiddeti hukuki anlamda cezasız bırakmış; Alevi bedenini kalıcı bir “istisna hâli”ne yerleştirmiştir. Bu durum, yalnızca geçmişe ait bir travma değil; gelecekteki şiddeti mümkün kılan yapısal bir suç rejimi üretmektedir.
Bu istisna hâli, Suriye iç savaşında bölgesel ölçekte daha çıplak biçimde yeniden üretilmiştir. Lazkiye, Banyas ve Humus çevresindeki Alevi/Nusayri topluluklara yönelik saldırılar; mezhepçi milis yapılanmaları ve bölgesel güç mücadeleleriyle iç içe geçmiş, kadınlara yönelik sistematik cinsel şiddet, zorla yerinden etme, kaybetme ve ölüm tehditleriyle birlikte yürütülmüştür. Uluslararası hukuk literatüründe “insanlığa karşı suçlar” ve “silahlı çatışmalarda cinselleştirilmiş şiddet” başlıkları altında ele alınan bu pratikler, savaşın yan ürünü değil; topluluğun biyolojik ve sembolik sürekliliğini hedef alan bilinçli yok etme stratejileridir. Lemkin’in soykırım kavramsallaştırması ve güncel literatürde tartışılan “ongoing genocide” çerçevesi birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’deki pogromlarla Suriye’deki saldırılar arasında kurulan bu süreklilik hattı, Alevi karşıtı şiddetin ulusal sınırları aşan tarihsel ve bölgesel bir imha pratiği olarak okunmasını zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle Alevi kadın bedeni, yalnızca şiddetin hedefi değil; hafızanın, direnişin ve hukuki-siyasal yüzleşmenin kaçınılmaz ve merkezi başlangıç noktasıdır.
*Bu yazı ilk olarak 23 Aralık 2025’te sendika.org’da yayınlanmıştır.
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sâba Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖