Serbest Kürsü Nurhan Altınakar 1 Ağustos 2024
Sosyal alanda, mahalle sohbetlerinde, fakir insan ya da aç insan denildiğinde; “yeterince çalışmayan”, “tembel”, “sorumsuz”, “maceracı” kişilikler tarif edilir genellikle. Peki gerçeklik öyle mi?
Dünya Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu Raporu’na göre, 2023 yılı verileriyle Türkiye nüfusunun 8,6 katı insan, dünyada açlıkla mücadele ediyor. Neden 733 milyon1 insanın aç olduğunu sorduğumuzda, kimi kaynaklar iklim değişimine kimileri ekonomik istikrarsızlığa işaret ediyor. Bu nedenler gökten zembille düşmediğine göre, yeterince gıda varken, “dünyamızda neden açlık var?” sorusunu, bütün olası önyargılarımızdan ve bilgilerimizden arınarak, tekrar sormak gerekiyor. Bahsedilen gerekçeler, neden değil sonuç olabilir mi?
Sosyal alanda, mahalle sohbetlerinde, fakir insan ya da aç insan denildiğinde; “yeterince çalışmayan”, “tembel”, “sorumsuz”, “maceracı” kişilikler tarif edilir genellikle. Peki gerçeklik öyle mi? İnsan, “aç kalacak kadar yeteneksiz” olabilir mi örneğin?
İnsanın doğası tartışması ayrı bir soyutlama düzeyi olacak şekilde, “aç kalmayacak kadar yetenekli olmak” yargısındaki, “yetenek” kavramını sorgulayalım hep birlikte.
Kapitalizmin emeklemeye başladığı 1844 yılında, henüz 24 yaşında olan Friedrich Engels, İngiltere’nin işçi mahallelerinde saatler harcayarak, İngiltere ve hatta İrlanda işçi sınıfı için, dönemin çeşitli resmi raporlarından da yararlanıp, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu isimli kitabını yazıyor. Kitap, Sanayi Devrimi’nin beraberinde getirdiği toplumsal dönüşümleri, giderek kentleşen toplum içinde gelişen proletaryayı (işçi sınıfı) ve bunun kendi küçük burjuvazisini yaratma eğilimini; özetle ciddi bir yoğunlaşma ve kutuplaşmanın yaşandığı bu devasa süreci inceliyor. Girişte bahsettiğimiz bugünkü raporda dünya nüfusunun neredeyse % 29’unun bazen öğün atlamak zorunda kaldığından da bahisle Engels, o yıllardaki durumu şöyle anlatıyor:
“Her işçinin günlük yemeği, aldığı ücrete göre değişir. Ücretleri yüksek olan işçiler, özellikle her üyesinin çalıştığı aileler, her gün et ve domuz yağı, akşam yemeklerinde de peynir yiyebilirler ve bu durum devam ettiği sürece iyi beslenirler. Ücretler düşünce et, haftada sadece iki ya da üç kez yenir ve yemeklerde ekmekle patates oranı artar. Yavaş yavaş aşağı doğru inildiğinde hayvansal gıdanın patatesle küçük bir parça domuz yağına indirgendiğini görürüz. Daha da yoksullarda bu bile ortadan kalkar ve geriye sadece ekmek, peynir, yulaf ezmesi (porridge) ve patates kalır. Ücret merdiveninin en alt basamağındaki İrlandalılarsa bir tek patates yerler. Hemen herkes yemeğin yanında bir parça şeker, süt ya da biraz içki ilâve edilmiş açık bir çay içer. Çay İngiltere’de ve hatta İrlanda’da Almanya’daki kahve kadar elzem bir şey olarak kabul edilir. Çay içilmeyen evler en acı sefaletin hüküm sürdüğü yerlerdir. Bütün bunlar, işçinin bir iş sahibi olmasını öngörmektedir. İşsiz olan biri tamamen kaderin merhametine terk edilmiştir. Ya kendisine verileni ya da çalarak, dilenerek ele geçirebildiğini yer. Eğer hiçbir şey bulamazsa, açlıktan ölür. Tabii ki yiyeceğin kalitesi gibi miktarı da ücrete göre değişir. Ücreti düşük olan işçilerin evinde, büyük bir aile olmalarına ve ailedeki herkesin düzenli çalışmasına rağmen açlık hüküm sürmektedir; düşük ücret alan işçilerin sayısı da oldukça çoktur. Özellikle nüfus artışıyla birlikte işçiler arasındaki rekabetin arttığı Londra’da bu grup oldukça kalabalıktır. Bu duruma diğer kentlerde de rastlanır. Bu hallerde her türlü yiyeceğe başvurulur; yiyecek yokluğundan patates kabukları, sebze artıkları ve çürümüş sebzeler yenir ve içinde besleyici en küçük bir zerre bile bulunması mümkün olan her şey büyük bir hırsla toplanır. Sıklıkla rastlanan bir durum da haftalık ücret daha hafta bitmeden tükenirse, ailenin haftanın son günlerinde ancak açlıktan ölmeyecek kadar yediğidir. Tabii bu biçimde yaşamak, pek çok hastalıktan kaçınmayı olanaksız hale getirir. Genellikle aileyi tek başına geçindiren, fiziksel faaliyeti gereği en fazla beslenmesi gereken ve iyi beslenemediği için de kolayca yenilen baba hastalandığı zaman sefalet, en yüksek noktasına varır. İşte o zaman, toplumun kendi mensuplarını, ona en çok ihtiyaç duyulan zamanda terk etmesi tüm vahşetiyle gün ışığına çıkar.”2
Kimi okur için patates yerine makarna, domuz yağı yerine bir avuç kıyma kavurması ya da aç-bitir hindi salam konulursa, çok tanıdık geleceğine eminiz.
Engels, daha sonraki yıllarda kadim dostu Marx’la birlikte, Uluslararası İşçi Birliği için Manifesto’yu ve diğer eserlerini yazacak, esas sorunun kaba bir özetle, artık değer sömürüsünde ve bölüşüm ilişkilerinde olduğuna işaret edecektir.
Öz’ler ve Görüngü’ler
İşçiler kendi konumları ile farklı biçimlerde yüzleşirler. Bazıları buna boyun eğerler, moraller bozulur; kimi bağımlılıklar, kötü alışkanlıklar gelişir, yaşamak için, aç kalmamak için etik değerlerinden ödün verilebilir, ahlaki çöküş başlayabilir. Şu kalpsiz dünyanın haline, kimi dine sığınarak katlanmaya çalışırken, kimi de intihar eder.
Oysa özellikle şehir yaşamının koşulladığı fiziksel ortam, doğal yaşamdan uzak olunduğu için kendi emeğiyle gıda üretimine izin vermez. Açlıktan ölmeyecek kadar asgari bir gelire olan ihtiyaç, işsiz kalışla birlikte bir ölüm-kalım meselesi haline gelir. Bunca yoksulluğun sebep olduğu yoksunluk, yaşam dengesini tamamen bozabilir. Bu durumda, örneğin alkolizm, ahlaksızlık, suç ve mantıksız harcamalardaki artış, bireylerin güçsüzlüğü ve beceriksizliği ile açıklanabilir mi? Yetenekler neden hep varsıllarda, yeteneksizlikler neden yoksullarda toplanmış olsun ki? Tüm bu gelişimin nedeni, yaşam koşullarını zorlaştıran ortamın öz’ü olan mevcut toplumsal üretim tarzı, kapitalizmin yarattığı birer görüngü olabilir mi?
Gerçek olan öz ve görüngülerin antagonizmasını en iyi anlatan, Engels’in İngiltere’sinde de 1844’ten bu yana olduğu gibi, dünyada gıda stoğu her insana günlük 3.500 kalori sağlayabilecek kadar bolken3 çok sayıda insanın bu besin maddelerini satın alamayacak kadar yoksul olmasıdır. Ekolojik yıkım nedeniyle aç olma argümanı zenginlere işlememekte, sadece fakirlere geçmektedir. Amerika’da obez bir ailenin bir alt sokağındaki evsiz(homeless), kışın açlıktan ve soğuktan ölmekteyse, bunun sorumlusu, dünyadaki “gıda yetersizliği” veya “hava koşulları” olabilir mi?
Nüfus artışı da başta yoksul kadınlar olmak üzere istenmeyen gebelikler, sağlanamayan doğum kontrolleri, ekonomik bağımsızlığın bulunmayışı nedeniyle istem dışı gerçekleşen birliktelikler ve evliliklere bağlı eşitsizlikler olabilir mi? Kaldı ki nüfus artış hızı giderek düşüyor ve dünya nüfusu yaşlanıyor.
Örnekler çoğaltılabilir ve/fakat en iyi cevabı, Fransa’da Birleşik Krallık’ta, ülkemizde, İran’da sözün kısası tüm dünyada; başta kadınlar olmak üzere, görüngülerle birlikte özlere dikkat çeken, direniş ve dayanışma gösteren halklar verecek…
Kaynaklar:
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖