Serbest Kürsü Edanur Kıcıt 12 Eylül 2024
18. yüzyılın başlarında, Michel Foucault’nun ifadeleriyle, bedenlerin cazibesini sergilemekten kaçınmadığı bilinirken cinselliğin modern dönemde heteronormatif evliliklerin mahremiyetine kapatılması, bu uzun tarihsel süreçte ortaya çıkan incelemeye değer bir dönüşümdür. Modernite, bu paradigmatik kaymayla yetinmeyerek, kadının bedenini toplumsal normlar çerçevesinde yeniden kurgulamış ve üzerinde tahakküm kurulabilir bir nesneye indirgemiştir. Üremeye yönelik olmayan cinsellik pratikleri ise modern dönemde sistematik olarak marjinalize edilmiş, inkâr edilmiş ve derin bir sessizlikle bastırılmıştır.
Foucault, bu baskı halini topluma nüfuz eden iktidar ilişkileri aracılığıyla açıklar. Bu iktidar ilişkileri, yukarıdan aşağıya dayatılan tekil bir yapıdan ziyade, toplumsal katmanlara yayılan geniş tabanlı ve dinamik bir ilişkiler ağıdır. Toplumsal ilişkiler, iktidar ve direniş arasındaki diyalektik etkileşimle şekillenir. Bu bağlamda politik otorite, bireyler arasında dağılan ve toplumsal yapının çok katmanlılığında yer bulan bir sistemler bütünüdür; böylece iktidar ilişkileri ve buna bağlı olarak çatışmalar toplumsal dokunun her seviyesinde mevcut hale gelir. 1
Bu noktada daha önce belirtildiği üzere iktidarın nüfuz ettiği alanlardan biri de beden ve cinselliktir. Özellikle kadın bedeni ve cinselliği, modern dönemde evlilik, aile ve üreme normları çerçevesinde sınırlandırılmıştır. Kadınlar, patriyarkal iktidarın dayattığı bu normatif kalıplar içinde eş ve anne kimlikleriyle tanımlanır hale gelmiştir. Bu normların dışına çıkan, yani cinselliğini aile yapısının dışında yaşayan, anne olmayı reddeden ya da bedenini kendi isteği doğrultusunda şekillendiren kadınlar, toplumdan dışlanır. Bu dışlanma, yalnızca toplumsal marjinalleşmeyle sınırlı kalmaz; kadının fiziksel ve kimliksel bütünlüğü de tehdit altında olur. Dolayısıyla, erkek egemen yapının ihtiyaçlarının ötesinde var olma mücadelesi veren kadınların, bir anlamda toplumsal olarak makbul varoluş sahnesinden silinmesi beklenir. 2
Bununla birlikte Simone de Beauvoir, kadının bağımsızlığına yönelik söylemlere rağmen, toplumsal yapının kadına “eşine bağlılık” ve “kendini adama” gibi değerlerini dayatarak, erkeğin ve çocukların sorumluluğunu kadının hayatının merkezine yerleştirdiğini aktarmaktadır. Bu durum, kadının yaşamını bu şekilde anlamlandırmasını ve rıza göstermesini sağlamaktadır. Böylelikle kadın, ilgiye, sevgiye ve korunmaya muhtaç bir varlık olarak konumlandırılmakta; bu da kadının denetimi ve edilgenliğini doğasının bir gereğiymiş gibi meşrulaştırmaktadır. 3
Kadın bedeni ve cinselliği üzerindeki iktidar, yalnızca toplumsal normlar ve ahlaki düzenlemelerle de kendini göstermez; aynı zamanda tıbbın müdahale alanında da belirmektedir. Modern dönemde tıp ve sağlık politikaları, kadın bedeni ve cinselliğini düzenlemek ve kontrol etmek için önemli bir araç haline gelmekte ve özellikle doğum kontrolü, kürtaj yasaları, doğum yöntemleri ve üreme sağlığı üzerindeki tıbbi söylemler, kadınların bedenleri üzerinde hem biyolojik hem de söylemsel bir iktidar kurmaktadır. Dolayısıyla, kadın bedeni üzerindeki patriyarkal baskılar tıbbın müdahaleleriyle birleştiğinde, iktidarın söylemsel ve pratik boyutları iç içe geçer; kadın cinselliği, bu düzenlemeler aracılığıyla sürekli gözetim ve müdahale altında tutulur.
Foucault’ya göre, cinsellik iktidar tarafından sadece baskılanmaz; aynı zamanda kışkırtılır ve bu kışkırtma, farklı cinsellikleri ve “makbul olmayan” kadın kimliklerini görünür hale getirerek yerine yerleştirir. Bu görünürlük, bir kontrol biçimi olarak işlev görür. Modern tıbbın ve sağlık politikalarının da bu iktidar stratejilerinin bir parçası olarak işlediği görülür; böylece sansür ve düzenlemeler, cinsellik üzerine daha fazla söylem üreten bir makineye dönüşür. Hükümetlerin nüfus politikaları (evlenme yaşı, cinsel ilişkilerin başlama yaşı ve sıklığı gibi) aracılığıyla cinsellik, biyolojik ve ekonomik olanla iç içe geçirilir; bu da bireylerin, özellikle kadınların, cinsel yaşamını siyasi ve ekonomik bir stratejinin parçası haline getirir. Üreme düzeninin dışında kalanların ise çeşitli kurumlar tarafından damgalandığı görülür (örneğin, “akıl hastası” ya da “sapkın” olarak etiketlenir.) 4
Günümüzde iktidarın hegemonik normlarını aşarak makinenin yararlılık sistemine direnen kadınların sayısındaki artışa rağmen, kadınların hegemonik baskıyı içselleştirmelerine yol açan içsel hegemonya olgusundan da bahsetmek mümkündür. İçsel hegemonya, patriyarkal düzenin çeşitli biçimler ve anlatılarla kadın bedenlerinde sürekli yeniden ürettiği ve tahakkümünü pekiştirdiği bir mekanizmadır. Bu bağlamda, hegemonik ikna teknikleri kullanılarak kadınlar “makbul kadınlık” halkasına dahil edilmekte ve sömürü ilişkileri kurbanların zihninde görünmez kılınmaktadır. İçsel düzlemde kurulan bu hegemonya, dışsal toplumsal yapıların bir yansıması olarak bireylerin, mevcut toplumsal yapılar içinde varlıklarını sürdürebilmek adına verdikleri tavizleri, öznel ve bilinçli tercihleri gibi sunarak direnişin imkânlarını daraltmaktadır. 5
Bu açıdan kadın bedenine yönelik iktidar ilişkilerine odaklanmamın temel sebebi, kadınların direniş potansiyelinin bu iktidar dinamiklerini anlamasına bağlı olduğuna olan inancımdır. Kadınların iktidarın çeşitli biçimlerini ve bu iktidarın yayılma mekanizmalarını analitik bir çerçevede incelemeleri, yalnızca içsel hegemonyanın kırılması açısından değil, aynı zamanda bireysel ve toplumsal iktidar bilinçlerinin gelişimi açısından da elzemdir. Bu yaklaşım, kadınların muhtelif iktidar yapılarıyla karşılaşma biçimlerini ve bu yapıların nasıl dönüştürülebileceğini anlamalarını sağlayacaktır.
Kadınların iktidar ilişkilerini sadece mağduriyet perspektifinden değerlendirmek, bu ilişkilerin dinamiklerini ve kadınların bu dinamiklere karşı geliştirebileceği direniş stratejilerini yeterince kapsamlı bir şekilde ele almayı engeller. Kadınların, iktidar ilişkilerinin toplumsal cinsiyet eşitsizliğine nasıl hizmet ettiğini kavramaları, onların bu ilişkileri dönüştürme ve dönüştürülmüş bir toplumsal düzen inşa etme kapasitelerini güçlendirecektir.
Bu bağlamda, kadınların iktidar karşısındaki konumlarını ve bu konumların potansiyelini, yalnızca bireysel özgürlüklerinin bir yansıması olarak değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümün motoru olarak görmeleri kritik öneme sahiptir. Kadınların etkin bir direniş stratejisi geliştirmesi, beraberinde iktidarın işleyiş biçimlerine dair köklü bir sorgulama ve yeniden yapılandırma sürecini de elbette başlatacaktır.
Kaynakça:
Editör: Sinem Yıldız
Redaktör: Sabâ Esin
Tasarım ve Sosyal Medya: Elif Karçık, Esra Karçık, Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖