Serbest Kürsü Devrim Akın 2 Kasım 2025
Kadınların bireysel direnişleri her gün, hayatın tam da içinde yaşanıyor — evde, işte, sokakta, örgütte. Ancak bu direnişlerin çoğu bireysel düzlemde gerçekleştiği için görünmez kalıyor. Oysa bugün bu görünmezliği görünür kılmak, kadın mücadelesinin en yakıcı başlıklarından biri haline geldi. Çünkü bu görünmezlik, kadınların yalnızca toplumsal yaşamda değil, örgütlü alanlarda da özneleşmesinin önünde bir engel olarak duruyor.
Tarihsel açıdan bakıldığında, kapitalizmin erken dönemlerinden bugüne dek, kadınların, birleşik mücadeleleri sayesinde, erkeklerle eşit birtakım hukuki haklar elde etmesi, en büyük kazanımlardandır. Ancak bu kazanımlar ne binlerce yıllık ataerkiyi yıkmaya yeter ne de kadınları açgözlü kapitalist düzende sömürünün öznesi olmaktan kurtarabilir.
Ataerkil tarihin kültürel aktarımıyla kapitalist düzenin çıkarları birleştiğinde, kadının sömürülme biçimi erkeğinkinden çok daha geniş ve çok daha derin bir halkaya yerleşmektedir. Kadın emeğinin, özellikle ev içindeki görünmez emeğin sömürülmesinin sistemin devamlılığı için zorunlu hale gelmesi bunun en önemli örneklerinden biridir.
Kadınların bu halkadaki konumu, yalnızca bir örnekle açıklanamayacağı gibi sınıfsal olarak da değişiklik gösterir. Örneğin emekçi kadınlar, orta sınıf kadınlar, burjuva kadınlar ve hatta üretim sürecinde gerek beden gücüyle gerekse zihinsel alanda çalışan erkek işçilerin en yakınındaki kadınlar, patriyarkal kapitalizmin farklı yüzleriyle karşılaşırlar. Ancak bu farklılıklar, düzenin kadın emeğini sistematik biçimde değersizleştirme mantığını değiştirmez. Çünkü burada yalnızca kadın emeğinin doğrudan sömürülmesi değil, aynı zamanda erkeğin daha çok sömürülebilmesi için kadının daha da alt sınıfta, erkeğin kullanımına uygun biçimde araçsallaştırılması söz konusudur.
Kadınlardan sürekli üretmeleri beklenir. Kadın hem topluma ekonomik bir üretim sunmalı hem de erkekleri sınıfsal konumlarına hazırlayan ve konforlarını sağlayan bir üretim yaratmalıdır. Günümüzde kadına yüklenen bu sorumlulukları en net biçimde iş dünyasında gözlemlemek mümkündür.
İş yerlerinde kadının emeği türlü şekillerde sömürülür. Yönetici pozisyonda olsun ya da olmasın, kadından çoğunlukla erkeğin eksik bıraktığı alanları takip etmesi ve tamamlaması, erkeğin konforunu sürdürmesi beklenir. Yetmez, kadın emeği kadının fiziksel görünümü üzerinden de metalaştırılır. Kısacası kadın hem kendi emeğini üretim sürecine katar hem de erkek egemen çalışma kültürünün görünmez destekçisi haline getirilir.
Bu bireysel sömürü biçimlerinin toplumsal yansıması, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinde de görülür. Türkiye’nin özellikle taşra bölgelerinde, kalabalık misafir geldiğinde genellikle evin sahibi değil, tüm kadınlar mutfak ve hizmet işlerine yönelir; erkeklerin konforunu sağlamaya koyulur. Erkekler ise oturup sohbet ederken önlerine çıkan herhangi bir kadından hizmet beklemeye devam eder. Toplumuzun kültüründe bir kadın tek başına hizmet ediyorsa, ona yardım edip hizmete katılmayan diğer kadın ayıplanır ve dışlanır.
Bu tarihsel kültür aktarımı, erkeklerin kadınlara yönelik taleplerini meşrulaştırmış ve gerek sokakta ve gerekse sosyal alanda “uyum sağlama” adı altında ortak bir sömürü alanı yaratmıştır. Tarihsel patriyarka, kadına yönelik talepleri kapitalizmin arzuları doğrultusunda artırır. Bu gündelik pratikler aynı zamanda patriyarkanın mikro alanlarda nasıl yeniden üretildiğinin de kanıtıdır.
Kapitalist düzenin koşulları değiştikçe sömürü biçimleri de çeşitlenir; ancak öz aynı kalır: Sermaye, doğası gereği türlü şekillerde halkı sömürecektir. Peki kadına yönelik baskı ve şiddet bunun neresindedir? Patriyarkal kapitalist düzende ikisinin birlikte doğduğu söylenemez, ancak şiddet ve sömürünün birbirini beslediği ve tarihsel olarak biçim değiştirdiği açıktır.
Kadının sömürülme biçimi, ona yönelen şiddetle iç içedir. Bu şiddet kimi zaman evde, kimi zaman işte, kimi zaman sokakta, kimi zaman da düzenin temsil edildiği kurumlardadır. Binlerce yıldır erkek egemenliğiyle biçimlenen toplumsal düzen, kadına sürekli artan roller ve yükler yüklerken, toplumun bütün başarısızlıklarını da onun sırtına yıkmaktadır. Kapitalizm, girdiği her toplumsal alanda bu tarihsel eşitsizliği yeniden üretir; böylece kadının sömürüsü ile kadına yönelik şiddet birbirini besler.
Modern kapitalizm çağında kadınlar hem üretim sürecine dahil edilerek hem de erkeklerin üretim sürecindeki konforunu sağlayarak daha geniş bir halkada sömürülmektedir. Kapitalist sömürü düzeni işçi üzerinden kârını artırdığında, işçilerden bir kısmı sorumluluklarını kadına devretmeye yönelir. Böylece kadınlardan beklenti sürekli olarak artar. Bu insanüstü beklentiler karşılanamadığında ise öfke ve suçlamalar doğar. Eğer beklentiler karşılanırsa, bu kez de erkek işçilerde kendi emeklerinin değersizleştiği kaygısı oluşur. Her iki durumda da suç kadına yüklenir.
Bu noktada farklı şiddet türleri açığa çıkar. Kadınların beklentilere cevap vermemesi durumunda öfke doğrudan dışa vurulur, fiziksel şiddet artar. Beklentilerin karşılanması durumunda ise şiddet bu kez zihinsel düzlemde ve sistematik olarak sürdürülür. Kadınların patriyarkal sistemdeki konumları onlara sürekli olarak hatırlatılır.
Şiddet dinamikleri henüz üretim sürecine dahil olmayan erkek çocukların sosyalleşmesinde de erkenden biçimlendirilir. Erkek çocuklar, kendilerine öğretilen kaygı ve temkin alanını çoğu zaman kadınlar ve kız çocukları üzerinde zorbalık yoluyla yeniden üretirler. Bu durum, onları yalnızca gelecekteki toplumsal rollerine hazırlamaz; aynı zamanda aralarında ortak bir şiddet dili kurar.
Pierre Bourdieu’nün deyimiyle bu “sembolik şiddetin” en erken biçimi okul öncesi veya ilkokul çağlarında birkaç erkek çocuğun bir araya gelerek kız çocuklarını dışlaması, küçümsemesiyle başlar. Erkek çocuklar zamanla kızları dışladıkları alanlara yerleşir, kızları ise aynı alanların dışında kalmakla, duygusal davranış sergilemekle suçlarlar. Böylece Raewyn Connell’in “hegemonik erkeklik” olarak tanımladığı iktidar biçimi çocuk yaşta performatif olarak inşa edilir ve yetişkinlikteki şiddetin görünmez temelini oluşturur.
İleri yaşlarda erkekler bu toplumsal ilk öğretileri değişmez gerçekler olarak kabul eder ve ilişkilerinde yeniden üretir. Bu yeniden üretim, kadınları sürekli alt katmanlara iterken toplumda sömürü ve şiddeti besleyen temel unsur haline gelir. Bu durum, kadınların özgüvenini zedeler, üretim ve iletişim süreçlerinde kaygı yaratır.
Söz konusu özgüven kaybı ve kaygı sistematik şiddetin bir sonucudur ve son tahlilde erkeklerin tahakkümünü besler.
İzlanda’da cinsiyet eşitsizliğiyle mücadele kapsamında ilkokullarda eşitliği sağlamanın eğlenceli yollarını ararken Hjalli Modeli’ni geliştiren Margret Olafsdottir bir deneyimini şöyle aktarır:
“Öğretmenliğimin ilk yıllarında, serbest zamanlarda erkeklerin sahanın neredeyse tüm alanında oyun oynadıklarını, kızların ise duvar kenarlarında oturup çok az hareket ettiklerini gözlemledim. Daha sonra oyun alanlarını ikiye ayırarak erkeklere ve kızlara eşit alanlar tanıdık. Erkekler bu alan bize yeterli değil, kızlar elimizden aldı diye şikâyet ederken; kızlar bize gelerek bu alanda oynayabilir miyiz diye sordular.”
Bu örnek, sadece patriyarkanın nasıl yeniden üretildiğini göstermekle kalmaz; adil olanın nasıl tanımlandığını da ortaya koyar. Erkek çocuklar o alana sahip olmanın doğuştan gelen hakları olduğunu düşünür ve kız çocuklarının kendilerine ait alanı gasp ettiklerine inanır. Günümüzde de kadına yönelik görünür şiddet çoğunlukla “kişisel sınırların aşılması”, “karşılıksız emek alınması”, “şımarıklık” gibi gerekçelerle meşrulaştırılır. Oysa özünde bu, İzlanda örneğindeki durumdan farksızdır; kadından beklenti insani olmaktan uzaktır.
Patriyarkanın yapı taşlarının bireyden topluma doğru dizildiğini söylemek bir dereceye kadar doğru olsa da, asıl doğru önerme patriyarka ile kapitalizmin el ele vererek kadını emeğiyle, bedeniyle ve kimliğiyle sistematik biçimde kuşatmış olduğudur. Evde başladığı düşünülen bu sömürü, iş yerlerinden ve piyasalaşan kamu kurumlarından beslenerek evde yeniden üretilir; kültürel dayanışma ağları üzerinden toplumsal olarak pekiştirilir. Toplumsal yeniden üretim dediğimiz şey, kapitalist sistemin yaydığı bu kültürdür; patriyarkal tarihsel aktarım, piyasaya uygun biçimde dönüştürülür ve bireylere aktarılır.
Kısacası patriyarkal kapitalist düzen, üretim sürecinde kadın emeğinin görünmez kılındığı, yeniden üretimin tümüyle kadınların sırtına yüklendiği bir toplumsal formasyondur.
Bu düzenin aile içi dahil tüm toplumsal dinamikleri şekillendirdiğini biliyoruz. Ancak ayırt edici unsurları, doğuştan gelen öğretiler nedeniyle çoğu zaman fark edemiyoruz. Eşitlik ve özgürlük isteyen her kadının, bu düzenin çarklarını anlaması ve onun yeniden üretilmesine karşı örgütlü biçimde blok görevi görmesi en önemli sorumluluklarındandır.
Toplumdaki cinsiyetler arası iletişim bazı biçimleri, şiddetin hafifletilmiş versiyonlarıdır. Örneğin bir erkeğin bir kadının “nasıl biri olduğu” veya “nasıl olması gerektiği” yönündeki kanaati, kadın el üstünde tutulsa ya da özgürleştiğini hissetse dahi, tahakkümü yeniden üretir. Kadının duygusal emeği, rasyonel karar üretiminin karşıtı değil, aksine etik ve politik olan stratejik üretimin bir yol göstericisidir. Ancak patriyarkal kültür bunu “irrasyonel” olarak damgalayıp değersizleştirir. Bu nedenle kadın, evde, işte, sokakta ya da kurumlarda yönetici pozisyonda olsa dahi, “duygusal” olarak etiketlenip değersizleştirilir. Bu durum her kadın için yıpratıcı ve kaygı vericidir. Çünkü kadının toplumsal dinamiklerin inşasında fikri yok sayılır, istemediği kararların zorunlu oyuncusu haline getirilir.
Bugün kadına yönelik şiddetin en hafif biçimlerini dahi görmek, bütüncül bir feminist yaklaşımın parçası olmakta, kadın mücadelesinin stratejik yollarını inşa etmekte en önemli kaynağı oluşturmaktadır.
Patriyarkal kapitalist düzeni anlamak için ilk adım, cinsiyet farkı barındıran her türlü iletişim biçimine şüpheyle yaklaşmak, bu tavrın sistematik niteliğinin farkında olmak olmalıdır. Hareket etmeden zincirlerin fark edilmesinin zor olduğunu kavramak gerekir. Unutmayalım; bugüne kadar bizden talepte bulundular. Ama artık bu taleplere sırt çevirmek ve aksine yeni talepler üretmek gerekir.
Bu durumu çözümlemiş ve deneyim kazanmış kadınları okumak, kendi yaşantımızla somutlamak ve yakınımızdaki kadınlarla ortaklaştırmak mücadelemizin olmazsa olmazıdır.
Tüm bunlardan yola çıkarak söyleyebiliriz ki; kadınlar evde emeğini paylaşmayı talep ettiğinde, işte eşit ücret istediğinde, örgüt içinde söz hakkını savunduğunda, her sömürüye karşı durduğunda, her reddettiğinde, her ses yükselttiğinde, her dertleştiğinde belki patriyarkanın duvarına çarpar ama asla geri çekilmezler. Kadınlar bütün bu alanlarda direniş göstermektedir. Sadece bunlar için bile patriyarkal kapitalizm kan dökmektedir.
O halde bugün mücadeleyi büyütmek, stratejiyi birleştirmek ve yeni mevzileri birlikte örmek önemlidir. Çünkü aynı dili farklı yerlerde konuşsak da bireysel direniş aralarda çatlaklar bırakır; erkeklik algısını ve kaygısını içeriye sızdırır. Özgürlük ancak ortak bir mücadelenin sonucudur.
Kadının direnişi yalnızca kendi yaşam alanını değil, sömürü düzeninin bütün temellerini sarsacak potansiyele sahiptir. Bu nedenle kadın mücadelesi, sınıf mücadelesinin de en canlı damarlarından biridir.
Kaynakça
Editör: Gül Büyükbeşe
Düzelti: Gül Büyükbeşe
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Hale Çağlayan
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖