Background

Erkek Egemen “Sol” Kültürün Şiddet Failleri

I.
 “Bizler yanardağlarız! Ne zaman ki biz kadınlar deneyimlerimizi insan hakikati olarak sunabiliriz, o zaman haritalar değişir. Yeni dağlar çıkar ortaya!” Ursula K. LeGuin

“Bir kadının bedenini ve ruhunu yaralayan bir deneyim hakkında yazabilmesi için kaç yıl beklemesi gerekiyor?” Aylin Vartanyan

Ben bir psikolojik şiddet ve işkence mağduru olduğumu, bu süreç yaşandıktan yaklaşık 26 sene sonra tüm ayrıntıları ve mekanizmalarıyla idrak edebildim. Şiddet failini saklayan eril dil, şiddeti bir “ilişki sorunu” olarak yaşamamızı ve yaşadığımız şiddeti “zor bir ilişki” olarak kendimize saklamamızı istiyor. Ben de öyle yapmıştım, “zor ilişki”, “sorunlu ilişki” olarak hafızama attığım “ilişki”nin katıksız erkek şiddeti olduğunu, ancak feminist literatürde ilişki şiddeti, flört şiddeti ve toksik erkeklik gibi kavramların benim yaşadığım “ilişki”yi tanımladığını fark ettiğimde anladım.

Yaşadığım travma, ağır şekilde psikolojik şiddet gördüğüm 1996 yılını kapkaranlık bir hale getirmiş. Düşünün hayatınızdan bir yılı hatırlamıyorsunuz, o yıla dair “anı”larınız yok, sadece karanlık var. Daha sonra öğrendim ki zihin ve beden yaşadığı şiddeti kaldıramazsa yaşadıklarının üzerini karanlıkla örtüyormuş ama tüm o acı ve gerilim hem zihinde hem de bedende saklanıyormuş. Baş edemediği acıyı kapatan zihin ve beden farklı şekillerde travmanın yani şiddetin açtığı benlik/öz-değer yarasının varlığını olmadık yerde olmadık tepkiler vererek anlatmaya çalışıyormuş.

Yıllarca gücümü emen, elimi kolumu bağlayan ama en önemlisi yüzümden gülümsememi sinsice silen bu travmanın çözülme süreci de hiç ama hiç kolay değildi. Süreçte ağlamaktan konuşamadığım günler oldu, böyle günlerde önüme yemek koyan kadın arkadaşım oldu, sağolsun.

Çok ama çok büyük bir acıyı yeniden çekmek zorunda kaldım. Travma çözüldükçe, zaman kapsülü gibi beni hep o korkunç anlara attı, ancak bu duyguların boşalmasına izin verdikçe hafızamda kapkaranlık olan 1996 yılı aydınlandı. 

Psikolojik şiddet, değersizleştirme, aşağılanma anlarını tüm açıklığıyla görmek dayanılmaz büyük bir acı. İşte o yüzden, kadını değersizleştiren, kişilik sınırlarını yıkarak benlik duygusunda büyük yaralar açan, ruhsal enerjisini emen toksik erkeklik ve kadına uyguladığı şiddetin tüm biçimlerini çok ama çok iyi şekilde tanımalıyız ve kadınları güçlendirmeliyiz ki kadınlar, özelikle de genç kadınlar bu kadar ağır yaralanmasın.

II. 

“Eğer acınız hakkında sessiz kalırsanız, sizi öldürürler ve bundan zevk aldığınızı söylerler.” Zora Neale Hurston

“Onlara, sessiz kalırsan asla gerçekten tam bir insan olamayacağını anlat!” Audre Lorde

Feminist harekette yer alıp feminist literatür ve kavramlarla güçlenmem ve yıllar sonra Ankara’ya döndüğüm bir dönemde yoğun “flashback”ler ile 23 yaşımdaki hallerimi sokak kenarlarından toplamamla başladı travmamım çözülmesi.

23 yaşında, 1996 yılı boyunca kişilik sınırlarımı yıkan ağır bir sistematik sorgulanma sürecine tabi tutuldum. Şiddet faili, ondan önce birlikte olduğum erkeklerle yaşadıklarımın tüm ayrıntılarını öğrenmek için beni ağır bir çapraz sorguya çekti. Kimle kaç kere birlikte oldun, neler hissettin, kim nerelerine nasıl dokundu, nerede buluştun, neler konuştunuz gibi ayrıntılı sorgu bir yıl boyunca sürdü. Ben yaşadığım şeyin ne olduğunu anlamadığım için adım adım bu sorguya çekildim ve bu sorgu içinde kişilik sınırlarım yıkıldı, ağır bir öz değer yıkımı yaşadım. Uygulanan bu psikolojik şiddet biçiminde her soru tekrar tekrar soruluyordu ve sessiz kalma hakkı, cevap vermeme hakkı tanınmıyordu.

Şiddet faili kendini solcu olarak nitelerdi; sosyalist bir dergi çevresindendi. İyi bir sosyal bilimcinin “muhalif olmayan muhalif” olarak değerlendirdiği bu sosyalist dergi çevresi, ben muhafazakar ailem ve kültüründen uzaklaşmak, büyümek için çabalarken, ODTÜ İktisat son sınıftayken bu çevreyle ve şiddet failiyle tanıştım. Benzer değerler taşıdığımızı düşünüyordum. Mangalda kül bırakmayan diye tabir edilebilecek “insanlık onuru”, “işkence karşıtlığı” vs. söylemlerin beni de kapsadığını sanıyordum. Oysa muhafazakar ailemden dahi görmediğim kadar ağır cinsiyetçi bir şiddete maruz bırakıldım şiddet faili tarafından.

Şiddet failinin kapalı kapılar ardında yaptığı sorgu, Engürü- Buluş- Kent kahvelerinde benim herkes önünde ağır şekilde azarlanmamla devam etti. Bu kahveler Ankara’nın “solcu” kahveleri diye bilinirdi. Erkek egemen çevreler olarak nitelemek daha doğru olurdu. Bu kahvelere gelen kadın erkek “solcu”lar  23 yaşında yeni ODTÜ mezun genç bir kadının kahkahasının sönmesini, gözü yaşlı hale gelmesini seyretti ve yorumları “ah yazık ne kadar aşık” oldu.

Erkek egemen olmayan çevrelerde hemen algılanabilecek erkek şiddeti işareti kadın erkek “solcu”ların dikkatini çekmedi bile. Hepsi o büyük erkeğe çok aşık bir kadın hikayesi anlatmayı uygun gördüler. Hepsi oradaydı!  Sorguların devamı bana “solcu kahvelerde” herkesin önünde “köpek çekmesiydi”. Buna tek itiraz eden isim Ulus Baker olmuştu. Ne yaşadığını anlamayan, sorgularda hep suçlanan, devamlı bir açıklama yapması gereken 23 yaşında genç bir kadın olarak içine düştüğüm “şiddet sarmalı”nı anlayamadım.

Şiddet faili, “kadını topyekün istemek”, “kadına dair her şeyi bilmek zorunda olmak” gibi laflarla yaptığı sorgulamayı kendi kendine meşrulaştırıyordu. “Her erkek kadının kendinden önce ne yaşadığını merak eder ama göreceklerinden korkar” demişti bana, ama kendisini büyük “cesaret sahibi erkek” olarak gördüğü için, 23 yaşındaki genç bir kadını korkutmayı, gece boyu ona hakaret edip nefessiz bırakana kadar sorgulamayı marifet sayıyordu. Bu sorgulamayı yapmayan her erkek onun gözünde korkak ve zayıftı.

III.

“Irkçılığın [cinsiyetçiliğin] esas ciddi işlevi seni dağıtmaktır. Seni mütemadiyen açıklamak zorunda bırakır, döne döne varoluşunun sebebini açıklarsın.” Toni Morrison

1995’te başlayan “ilişki”, 1996 yılına doğru sevgili olmaya evrilmişti. Ben ilk sorduğunda eskiden yaşadığım hikayeleri üstün körü anlatmıştım. Sonra yavaş yavaş ayrıntıları daha ısrarla sormaya başladı. Baskı hissettiğim anlarda şiddet failinin baskısını durduramadığım, sınırlarımı koruyamadığım için aklıma gelen ilk şeyi söylerdim. İşte “yalancı” diyerek üstüme gelmesi, daha da ağır baskı yapması böyle başladı. Aklıma gelen ilk şeyi söyledikten sonra elbette unutuyordum bir süre sonra, o zaman çapraz sorguya başlardı. Aynı ayrıntıları farklı şekillerde sorardı. Örneğin, “X ile yazın lahmacuncuya mı gittiniz?” sorusu, “Lahmacunu en çok kiminle yedin?”, gibi bir soruyla yeniden sorulurdu. Ondan önce yaşadığım her şey sorgulama konusuydu, nerelerde buluştunuz, en çok ne yaptınız, ne hissettin, ne yaptı vs.

İlişkileri sorardı, kimle nerede, neler yaşadım, her ayrıntı çapraz sorguyla yeniden yeniden sorulurdu. Sorgular genellikle gece yarısı başlar, sabahın ilk ışıklarına kadar aralıksız sürerdi. Su bile içemediğim, kıpırdayamadığım, soruları durduramadığım, çekip gidemediğim, sadece sigara içebildiğim, sonra da sabah olduğunda kolumdan tutulup atıldığım korkunç şekilde terörize edildiğim geceler.

Susma hakkı, konuşmama gibi bir seçenek asla olmadı. Benim mutlaka konuşmam ve onun sorularına cevap vermem gerekiyordu. Çok ayrıntılı cevap verirsem, kapılar tekmelenir, hakaretler edilir, ben elini tutmaya kalksam “dokunma bana, kirletme beni” diye böğürürdü. Kem küm ettiğim hallerde de “seni ambulansla mı götürüyorlardı düzülmeye” diye höykürüyordu, benim irademle neler yaptığımı, kimlerle nasıl ilişkiye girdiğimi, neler yaşadığımı eksiksiz öğrenmesi gerekiyordu. “Bilmem gerek” diyordu, “her şeyi bilmem gerek”.

“Sadece iki aylık kısa bir ilişkiydi” gibi “genel bir yorumu” asla kabul etmezdi şiddet faili. Benim Avrupa tarih yazımı üzerine çalıştığımı bildiği için, manipülasyonları “tarih yazımından” gelirdi. Ben şimdi böyle genel bir yorumla tarihi şimdiden bakarak mı yazıyordum (sanki tarih başka türlü yazılabilirmiş gibi). Şimdi böyle kısa bir ilişki diyordum ama o an neler hissediyordum, önemli olan oydu onun için. Kısa bir ilişki olsun diye mi başlamıştı acaba? Belki de hayatımın aşkı sanıyordum başlangıçta, anlat bakalım.  Yani benim kendi yaşadığım ilişkiler hakkındaki yorumlarımın hepsi parçalanırdı sorgularda. Yaşadığım her ilişki hakkında sadece onun sorularına cevap vermeliydim ben; asla kendi yorumumu katmadan. Ayrıca bunaldığım zamanlar, yeter artık dediğimde de “anlamıyor musun, bunun ne kadar önemli olduğunu anlamıyor musun” diye bağırırdı. Bu sorgulama en önemli şeydi onun için.

Sorgu dışı zamanlarda da sorgulardan edindiği “bilgiler” hep dilindeydi. Sorguların adı “istatistikler”di, yani nerede kiminle kaç kere ne yaptın “istatistikleri”. Sorgulardan edindiği bilgiler ise “tersler” olarak bana dönüyordu. Yani “lahmacun” yedim ya bir erkekle ya da “Dost kitapevi”nin önünde buluştum, bu mekanların önünden geçtiğimizde çok sinirli şekilde bakış atar, ters laflar ederdi. Ondan önceki ilişkilerimdeki ifadeler, özel kullanımlar, hepsi devamlı dilinde bana karşı ters ters bakarak dile getirdiği şeylerdi.

Sorgular “derinleştikçe” benim kendime güvenim daha da parçalandı. Şiddet sarmalı içinde ne yaşadığımı bilmez şekilde şiddet failine daha da bağımlı hale geldim. Sorgu geceleri boyunca ben hep konuşmalıydım. Sadece sorulara cevap veren bir “ben”e karşı aynı zamanda öz saygımı da kaybediyordum ama ne yaşadığımı anlamadığım için her seferinde daha düşük özgüven ve daha düşük öz saygıyla peşinden gidip konuşmaya, “borçlu” bırakıldığım açıklamayı yapmaya çalışıyordum. Kendimi ağır sorgulanmaya karşı koruyamadıkça kendime olan güvenimi ve saygımı da kaybediyordum. Kaçabileceğim bir “iç” mekanım kalmadı. Şiddet kişisel sınırları parçalayarak bağımlı kılar, kadının kendine ait bir benliği olduğunu unutturur, zaten şiddet failinin en istemediği şey kadının kendine ait bağımsız bir benliği olmasıdır.

“Kadınlar” ondan korkup kaçabilirlerdi ama onun yaptıklarını sorgulayamazlardı. Daha önce ondan korkup kaçan kadınlar olmuştu, diğer şiddet hikayelerini de başka bir metinde ayrıntısıyla anlatacağım. Bana da korkup gidebilirsin derdi ama dönüp onun yanlış yaptığını ona söyleyemezdim.

Ben o dönemde ölebilirdim, kaldırıp kendimi atmak gibi değil de, hayatın elleri arasından kayıp gitmek gibi ölebilirdim. Kafamda devamlı cevap vermeye çalıştığım sorular, ne yaşadığımı anlamadığım için ezilen benliğimin derin acısı beni hayattan koparabilirdi. Genç bir kadının öz değerine ve öz saygısına bu denli saldırmak, bu kadar ağır psikolojik şiddet çok ağır bir suç.

Umutsuzca ona bütün bu sorgunun canımı nasıl acıttığını da anlatmaya çalışıyordum. Sanki o canımı acıttığını bilmiyormuş gibi. Sorgularda aşağılanmış, ağlamış halde eve döndüğümde ailem daha da üstüme gelirdi. Her yerden baskı ve yalnız bırakma vardı. Arkadaşlarım şiddet failini “hayatımın merkezine” koyduğuma ikna olmuş; endişeli, gergin, ağlayan hallerimden sıkılmış ve beni yalnız bırakmışlardı.

Şiddet failinin Engürü-Buluş-Kent kahvelerindeki kadın-erkek, erkek egemen çevresi ise, benim ağlamaktan şişmiş gözlerimi, umutsuzca konuşma çabalarımı, “aşkından ölen kadın” “ne büyük adam, kadınları nasıl da peşinden sürüklüyor” kafasıyla izledi. Ben şiddet sarmalı için regresyona sokulmuş, şiddet failinin attığı sol soslu “insanlık onuru” nutuklarının gerçekten taşıdığı değerler olduğunu sanarak, onunla konuşabileceğime, beni anlayabileceğine inanırdım.

Diğer yandan sorguların olmadığı zamanlarda da yan yana olduğumuz her an kişisel alanıma ve yaptıklarıma müdahale ederdi. Ben yaptığım her şeyi o sorduğu anda ona açıklamalıydım. Travma çözülmesinde sorguların yanında bir de çok acı, kişisel alan müdahalelerini hatırladım. Ayrıca herkesin önünde kişisel alanıma devamlı azarlayarak müdahale ederdi; “çayı oraya koyma”, “onu öyle yapma” vs.  

Şiddet failinin erkek egemen çevresi için ODTÜ iktisat mezunu kahkahalar atan bir kadının iki lafı bir araya getiremez, ürkek, endişeli hale gelmesinin dikkat çeker bir yanı olmamıştı. Bunu hep “aşk” olarak görmek istediler.

Bu kahve çevrelerinden azarlanıp aşağılandığıma bizzat şahit olan “devrimci” T. T. toksik erkekliğin kitabını çok iyi bildiği için bana “deniyor bu kadını diye düşündüm” demişti. Toksik erkeklik kitabında şöyle yazıyormuş: Erkek, bir kadının “aşkından emin olmak için” ona kötü davranırmış, kadın tüm bu kötü davranışlara rağmen erkeğe giderse erkeğin aşkına “layık” olurmuş. Toksik erkeklik kitabı, 3. Bölüm, 2. Paragraf. Ayrıca “devrimci” T. T. de kendisine “hayır” diyen bir kadının Ulus’tan Kavaklıdere’deki evine kadar “orospunun evine gider” tabelaları dikmekle tehdit etmiş. Engürü-Buluş kahvelerine gelen genç kadınları “küçük orospular” diye niteleyen de “devrimci” T. T. idi. Kısacası bozacının şahidi şıracı.

Sorguların ağırlaştığı günlerde, günlerce sadece azarladığı ve konuşmadığı günler olurdu. Hücreye atılmış gibi olurdum. Psikolojik şiddet kişinin kişilik bütünlüğüne zarar veriyor ve benliği parçalıyor. Kafamda devamlı onun hakaretleri ve azarlamaları olurdu. Gecelerce uyumazdım. Sorgular daima benim kendimi anlatmama, yaptıklarımı açıklamama zorlardı beni. Bu şiddet içselleştikçe kafamda hep şiddet failiyle konuşur hale gelmiştim. Söyleyeceğim cümleleri hatırlayabileyim diye gece yarıları kalkıp cümleleri yazardım. Fakat yazdığım her cümle anında şiddet failinin kafamın içinde höyküren sesiyle çürütülür, yine bana hakarete dönerdi.

Travmayı çözen krizin başlangıcında, şiddet failinin sorgusunda üzerime çok geldiği bir gecenin sabahında çenemin birbirine vura vura ağladığımı ve tüm vücudumun titrediğini hatırladım. Bedenim hatırladı aslında. Çenem aynı şekilde titredi, bizzat o sabahki çene titremesiydi yaşadığım şey. 26 sene boyunca bedenimde taşımışım o titremeyi.

“Kadınlar benden sonra iflah olmaz” diye övünürdü. Kadınlarda “derin bir iz” bıraktığı doğru ama bu iz kendisinin inanmak istediği gibi muhteşem varlığının unutulmaz anısı değil, bu iz şiddet uygulayarak yarattığı ağır travma.

IV.

“Kadınlara şiddet, seslerimize ve hikayelerimize yönelik şiddettir çoğu defa.”  Rebecca Solnit

Şiddet uyguladığı ilk ve tek kadın ben değildim. Her toksik erkek gibi, eğlenilecek ve evlenilecek kadın arasında yaptığı bir ayrım vardı. Cinsel olarak takıldığı ama sevgilisi olarak görmediği kadınlara “soru sormazdı”, gerek yoktu. “Sevgili” ya da “eş” olarak gördüğü kadınlara, yani mülk edindiği kadınlara bu soruları soruyordu. Benden önce en büyük sorguyu ilk karısı, kızının annesine yapmıştı.

Evlendiklerinde yaklaşık 20 yaşında olan kadın, kimle nasıl birlikte oldun sorgusuna çekildi, fiziksel şiddet de gördü. Şiddet faili eski karısından, kızının annesinden “yalancı orospu” diye bahsederdi, elbette ben de onun gözünde “yalancı orospu”ydum.

Bana bizzat şiddet failinin anlattığı sahneyi burada aktarayım. Yaklaşık 20-24 (yaklaşık 1988-1992 yılları) yaşları arasında şiddet failiyle evli kalan kadın henüz bebek olan kızı kucağındayken şiddet faili yine sorguya başlıyor ve kadının verdiği cevaplardan memnun kalmadığı için ona bir tane “patlatıyor”. Çocuk annenin kucağında ağlamaya başlıyor. Bana anlattığı tam bu sahneydi, sadece bir tokat anlattı ama ben birkaç sene süren evlilikte şiddet failinin psikolojik şiddetin yanı sıra daha fazla fiziksel şiddet uyguladığını düşünüyorum.

“Bana bir de bu adam karısını dövmüş derler, bilseler” demişti şiddet faili. Elbette kendini o kadar yukarda görürdü ki kadın dövse bile kadın dövdüğünün söylenmesini istemezdi. Yıllar sonra kızının bademcik ameliyatı sırasında tanıdığım ilk karısını süreç boyunca hep kızının ve benim gözümün önünde azarladı, aşağıladı. Kadın da ezilerek susuyordu karşısında, muhtemelen ilişki sırasında ezilen benliğini şiddet faili karşısında tamir edememişti o dönemde.

Ben o dönemde yakın olan arkadaşım F.ye şiddet failinin beni nasıl sorguya çektiğini anlatmıştım. Kızının annesi, ilk karısı da eminim süreçte ya da süreçten sonra arkadaşlarıyla paylaşmıştır “sorularıyla üstüme üstüme gelmek” dediği sorgulanma sürecini. Kısacası şiddet faili uyguladığı psikolojik şiddetin işkence gören kadınlardan daha fazla kişi tarafından bilindiğini bilsin.

Özel olan politiktir ve kadınlar politik mahkumlardır. Ben de çok özel bir işkence tezgahı ve sorgulama anlatıyorum sizlere.

V.

“Gerçeği söylemek için iktidara gerek yoktur. İktidar sadece ikiyüzlü söylemler için gereklidir.”  Alice Miller

Ben şiddet failini hırdavatçıda bulmadım. Ünlü bir yayıncıyla birlikte MHP üzerine kitap yazmıştı. Kendini “radikal anarşist”, “özgürlük aşığı” olarak tanımlıyordu. Faşizme karşı mücadele ediyordu güya. “Aylık Sosyalist Kültür Dergisi”, “Hakemli Sosyal Bilim Dergisi” çevresinden olduğu için “konuşabileceğim”, “bir şeyler tartışabileceğim” bir solcu olduğunu sanıyordum. Güvenli entelektüel bir çevreye girdiğimi düşünüyordum. İşkenceye karşı “kampanya” filan yapan bir solcu olduğunu duymuştum. Özgürlük, işkence karşıtlığı, insanlık onuru laflarını dilinden düşürmeyen şiddet failinden muhafazakâr ailemden görmediğim kadar ağır cinsiyetçi irade kıran işkence düzeyinde şiddet ve baskı gördüm. Şiddet sarmalıyla özgüvenim kırıldı, insanlar önünde azarlandım. Sabahlara kadar konuşmak ve sorulara cevap vermek zorunda olduğum çapraz sorgulara maruz kaldım. 

1996 yılında “Manisalı Gençler” davası vardı. Polisin ağır işkence ettiği gençler benden birkaç yaş küçüktü. Dava sırasında mahkeme salonunda işkenceci polislerle karşılaştıklarında bayılan bir genç vardı. Zorla konuşturulmak, irade kıran bir şiddet çok ciddi bir işkence, insanın iç alanını parçalıyor talan ediyor. Sınırları yıkılan benlik, sınırını yıkan işkenceciyi gördüğünde kendini korumayacağını yine o kişinin eline düşeceğini sanıyor. Korkudan bayılıyor. Şiddet faili, Manisalı gençler davasını arkadaşları arasında “solcu” olarak izlerken, kapalı kapılar ardında beni nefessiz bırakana kadar çapraz sorguya çekiyordu; kimle birlikte oldun, ne oldu, nerene dokundu, şunu yaşadın mı, bunu yaşadın mı…

Onunla konuşma çabam ise her seferinde Ankara kahvelerinde ağır “köpek çekmeler”le sonuçlanıyordu. Çevresindeki “solcu” kadın erkek arkadaşları ise onun azarlamalarını büyük bir huşu içinde izliyorlar ve arkadaşlıklarını aynı şekilde sürdürüyorlardı. Bu kişiler aynı zamanda sürecin de işbirlikçi tanıklarıdır.

İşkenceye karşı ama kendisi işkenceci bir şiddet faili, milliyetçilik “çalışıp” faşistlere karşıyken, homofobik, kadın ezen bir mikro-faşist, kendisi bir şiddet failiyken şimdi feministlerle kol kola girmekten çekinmeyen ikiyüzlü. Barış Akademisyenlerinin yanında görünüp özgür medyacılık oynarken büyük haber kanalında çalıştığı dönemde patronun sağ kolu olan bir haber müdürü. Bunları o dönemde aynı haber kanalında çalışmış bir başka gazetecinin yazdığı kitaptan öğrendim.  

VI.

“Benim sessizliğim beni korumadı. Sizin sessizliğiniz sizi korumayacak” Audre Lorde

Şiddet faili, sanırım 1996 yılının sonuna doğru “artık sana soru sormayacağım” dedi. Sevindiğimi hatırlıyorum. Neden buna karar verdi bilmiyorum, sanırım ben artık iyice istediği kıvamda, ürkek, sesi çıkmayan, “ukalalık etmeyen” birine dönüşmüştüm. Ters bir bakışıyla elim ayağıma dolanıyordu.

1996 yılının sonunda annemin bağırsak kanseri olduğunu öğrendik. Filmlerde olur ya, tam öyle, yaklaşık bir sene ömrü kaldığını da öğrendik. 24 Kasım 1997 tarihinde annem öldü. Annem ile ilişkimiz çok zordu, cinsiyetçi aile baskısının çoğunu ondan gördüm. Fakat bana çok kızsa da o kadar üstüme gelen annem, asıl olarak dağılmış, düşünceli, kendi kendine konuşan, endişeli, ağlamış hallerime üzülerek öldü. İşte bunun bir telafisi yok.

Kendimi biraz olsun toplayıp şiddet failini Temmuz 1998’de terk ettim. Tüm süreç boyunca ben de bağırıp çağırsaydım tepki gösterseydim, şiddet faili bu yaptıklarıyla yine bana şiddet uygulamış olacaktı ama ben 1998 Temmuz’unda onu terk edene kadar gıkımı dahi çıkaramadım.

Ben tüm süreç boyunca “insanlık onuru/devrimci” nutuklarını gerçek sandığım için şiddet failinin bana duygusal olarak destek olacağını umut ettim, hep duygusal yardım istedim. Bu elbette uyguladığı ağır psikolojik şiddet sonucu yaşadığım gerilemeydi aynı zamanda. Uyguladığı psikolojik işkence sonucu dağılan benliğimin acısını da çektiğimi bilmiyordum, yaşadığım duygusal zorluğun sadece annemle ilgili olduğunu sanıyordum. Şiddet faili asla yardım etmedi. Yardım çığlıklarımda hep bir “yanlış” vardı, ona göre ya sesim çok yükselmişti, ya çok şikayet etmiştim, ya kendimi görmüyordum ya da zaten Allah belamı versindi. Hep ben yanlış yapıyordum, o yüzden de o beni sokağın ortasında azarlayıp ağlatarak bırakıyordu.

VII.

“Eğer ben kendimi anlatmazsam, başkalarının yazdığı kurgulara meze olurum.” Audre Lorde

“…utancın hatırasına karşılık vermenin tek yolu olarak kullanılan … asi bir dil.” Annie Ernaux

1998 Temmuz ayında onu terk ettikten sonra, okuduğum kitapları konuşabileceğim genç bir erkekle tanıştım. Benim başkasıyla olduğumu öğrenen şiddet faili, ağlayarak yalvararak geldi. Bana “çok aşıkmış”, başkasıyla birlikte olmam onun “içindeki çocuğu incitmiş”.

Toksik erkekliğin “aşk” söylemini kullanmasına karşı bizim doğru terimleri kullanmamız gerek çünkü şiddeti “erkek aşkının” bir parçası haline getiren ve görünmezleştiren söylem kadınların düşmanı. Bana uyguladığı psikolojik şiddeti de “arzu”, “aşk” filan gibi laflarla kendince meşrulaştırıyordu şiddet faili. Oysa sürecin gerçek adı, erkeğin kadını mülk edinmesi. İşte bu “başka erkek” araya girince, uyanan şey de “aşk” ya da “içinde incinen çocuk” değil. Sabahlara kadar genç bir kadını nefessiz bırakana kadar sorguya çekerken, herkesin önünde onu azarlayıp köpek çekerken, genç kadının yardım çığlıklarını kulak arkası ederken “içindeki çocuk” incinmedi şiddet failinin.

Toksik erkek için araya başka erkek girince uyanan şey elbette erkek rekabeti. Kadın bedenini “benden önce kim bastı, kim elledi” diye tapu kadastro usulü tarla yapan toksik erkeklik için, bazen başka erkeğin eli “yatırım tavsiyesi” gibi oluyor, “vay be değerliymiş” diyor toksik erkeklik ve yeniden “sahip olmaya” çalışıyor kadına. Ama buna “büyük aşk” filan diyor.

Yakın arkadaşı ünlü yayıncıya bir İstanbul tren seferinde, “annesinin hastalığında yardımcı olamadım” demiş. Hatasını anlamış, ne kadar masum değil mi? Sabahlara kadar sorguya çektim, aşağıladım, iki kelimeyi bir araya getiremez hale getirdim dememiş elbette.

“İlişkiye bir şans daha vermek”. Zehirli bir söylem bu. Eril şiddeti görünmezleştiren ilişki söylemi içinde ben “ilişki sorunu” yaşadığımı düşünüyordum. Şiddet failini gizleyen “zor ilişki” söylemi kadının şiddet failini teşhis etmesini engelliyor. Ben de teşhis edemedim ve “ilişkiye bir şans daha verdim”. Oysa zaten fazlasıyla travmatize edilmiştim, yaşadığım ağır yas ve depresyondan çıkabilmek için şiddet failinden uzak durmam gerekirdi. Yıllarım heba oldu içine düştüğüm negatiften.

Geri döndüm, elbette önce ne yaptınız, nerene elledi, ne hissettin sorgusu. Yaklaşık bir ay sürdü tüm sorgulaması. Fakat artık sessiz kalmadım, Eylül 2000 tarihine kadar süren “ilişkinin” ikinci döneminde yaptığı sınır ihlallerine, kontrolcü tavırlarına, üstten üstten ergen gibi konuşmasına ses çıkardım, hak ettiği tüm sıfatları saydım. Suratına tükürdüm defalarca, hiç değilse bana işkence yapan erkeğin suratına tükürdüm derdim ama öylesine negatif içinde olmak beni tüketti, bana yaramadı. Şiddet failini en başta teşhis edebilseydim, erkek egemen bir çevrenin içinde sessizleştirilmeseydim yıllarımı kurtarırdım. Hayatımı kurmak için bana gereken hayat enerjisini şiddet failiyle “ilişkiye bir şans daha vermek” için harcadım. Yazık oldu. O ise sırtı erkek egemenliğine dayandığı için patronun adamı sansürcü haber müdürü olarak büyük paralara işe başladı.

Ben muhafazakar bir aileden geliyorum. Ailenin koşullu sevgisi benim başarıma ve ayakta durmama bağlıydı, ben çöktükçe, hayat enerjimi şiddet failiyle olan ilişkide kaybedip ağır depresyona girdikçe aile de üzerime geldi, bana düşman oldu. Ölen annenin ardından aslında 12 yaşında duygusal bağımı kestiğim aile için bir şeyler yapmak istedim sanırım. Anneyi üzmekle suçlanmış, annemin hastalığından sorumlu tutulan da ben olmuştum çünkü bu toplum ve toplumu biçimlendiren aile hem genç kadından hem de farklı olandan nefret eder.

Aile için bir şey yapmak için dissosyatif kişilik sendromu teşhisi konmuş abime yardım etmeye kalktım, sonuçta zaten ağır depresyonda olan ben tükendim, psikotik atak geçirerek hastaneye yattım, 2003 Mart. Aile baskısından yani babanın zincirlerinden böyle kurtuldum, beş parasız kapıya konuldum hastaneden sonra, aile onların başına kalacağımdan korktu. İkinci tüketen denklem, yine olmayan kötü bir ilişki ve kız kardeş denklemiyle geldi, yine psikotik atak, 2007. Aile ve toksik erkek ikilisi hep benim tükenmemle sonuçlandı. Şiddet faili, arkamdan “enkaz” diyerek alay etmiş (“benden sonra kadınlar iflah olmaz”). Yakın kadın arkadaşı Ş. onunla kavga ettiğimde söylemişti bana, “sen eski sevgilinin enkazısın, oh olsun, o da zaten sana öyle diyor” diye- yani şimdi romanlar yazan bu kadın sırtını erkek egemenliğine dayayıp kadınlara sopa sallıyordu.

Seçimler denilecek, evet, elbette yaşadıklarımın hepsini “ben” seçtim. Zavallı bir kurban değilim. Çapraz sorguyla, psikolojik şiddetle özdeğeri yıkılmış “ben” seçimler yaptı, ailenin korumadığı düşman olduğu “ben” seçimler yaptı, hayat enerjisi tükenmiş, yasta ve ağır depresyondaki “ben” seçimler yaptı. Ben tüm bu “seçimler”in bedelini ödedim. Şimdi de ayağa kalkıp konuşmayı, sesimi yükseltmeyi seçiyorum.

“Dünya yerinden oynar / kadınlar özgür olsa…”

Not: Bu yazı ilk olarak 23 Aralık 2024’te www.kadinisci.org/ sitesinde yayınlanmıştır.

Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin
Seslendirme: Seda Bedestenci Yegane

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation