Mart Coşku Çelik, Deniz Ay 7 Mart 2025
Daha kapsayıcı bir feminist ufka doğru ilerlerken, sadece temel gelir değil, aynı zamanda kamu hizmetlerini geri kazanmak, devleti yeniden kamusal bir perspektifle şekillendirmek ve bakımı yaşamımızın merkezine koymak için mücadele etmeliyiz.
Alessandra Mezzadri, emek ve toplumsal yeniden üretim konularında çalışan bir feminist ve kalkınma siyaset ekonomisti. Şu an Londra Üniversitesi SOAS’ta Küresel Kalkınma ve Siyaset Ekonomisi alanında doçent olarak görev yapıyor. Mezzadri, The Sweatshop Regime (CUP, 2017, 2021) kitabının yazarı, The Social Life of Industrial Disputes (ILO, 2023) kitabının başyazarı, Marx in the Field (Anthem, 2021, 2023) kitabının editörü ve Handbook of Research on the Global Political Economy of Work (Edward Elgar, 2023) kitabının da eş-editörüdür.
Mezzadri, araştırmalarında küresel emek tartışmalarına, toplumsal yeniden üretime, değer ve sömürü ilişkilerine, Marksist-feminist metodolojilere odaklanıyor. Şu sıralar ise Toplumsal Yeniden Üretimin Feminist Kartografileri ve Küresel Kalkınma: Sosyal Fabrika Olarak Dünya adlı yeni kitabı üzerine çalışıyor. Biz de Kadın Vardiyası’nın “Patriyarka ve Kapitalizm Kıskacında Kadın Emeği” adlı dosya sayısı kapsamında kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdik.
Coşku – Deniz: Feminist, çevrimiçi bir dergi olan Kadın Vardiyası için yaptığımız bu söyleşi davetimizi kabul ettiğin için çok teşekkür ederiz.
Alessandra Mezzadri: Ben de teşekkür ederim.
C-D: Biz bugün daha önceki dönem kadın emeği üzerine yaptığın çalışmalarından ötetoplumsal yeniden üretim üzerine yaptığın yakın dönem çalışmaların üzerine konuşmak istiyoruz. Özellikle 2020’den beri yayınlanan çalışmalarında, Erken Toplumsal Yeniden Üretim Yaklaşımıyla (ETYÜ) daha yakın dönemde kavramsallaştırılan Toplumsal Yeniden Üretim Teorisini (TYÜT) birbirinden nasıl ayrıldığının altını çiziyorsun. Çok yakın zamanda yayınlanan ortak makalenizde de Toplumsal Yeniden Üretim yaklaşımlarının çoğullaştırılması gerektiği önerisini getirdiniz. Kısaca, bu iki farklı kavramsal çerçevenin günümüz kapitalizminin analizi için güçlü yanlarını anlatabilir misin?
Alessandra Mezzadri: Teşekkürler bu soru için. Bence toplumsal yeniden üretimin kolektif gücünü bir kavram olarak vurgulamak, kapitalizmin analizine katkıda bulunmak açısından çok önemli. Ancak, farklı yaklaşımların kapitalizmi anlamamıza nasıl farklı şekillerde katkı sunduğunu da ayırt etmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, Tithi Bhattacharya ve diğerlerinin “yaşamın üretimi” (life-making) olarak adlandırdığı perspektiften bakıldığında da geçerli.
Dolayısıyla bu sadece anlamsal (semantik) bir mesele değil; farklı kuramsal çerçevelerin kapitalizmi çalışmamıza ne kattığını sorgulamakla ilgili. Toplumsal yeniden üretim analizinin erken dönem çalışmaları, “ev içi emek tartışması” olarak bilinen çerçeveyle başladı. Avrupa ya da ABD gibi bağlamlarda doğrudan bu tartışma yürütülmese de, erken dönem analizlerin temel meselesi, emeğin, emek ilişkilerinin ve değer üretiminin anlaşılmasında ev içi alanın önemini kavramaya çalışmaktı. Bu çerçevenin önemli katkıları arasında, Silvia Federici’nin çalışmaları, Dalla Costa ve Selma James’in yayımladığı ilk bildiriler yer alıyor. Neyse ki, bu değerli çalışmaların bir kısmı yeniden yayımlandı. Örneğin, 1981’de İtalyanca yazılan ve daha önce çevrilen Leopoldina Fortunati’nin kitabının yeni çevirisi bu yıl Verso tarafından yeniden basıldı. Hepimiz çok heyecanlıyız.
Bu tartışmalarda vurgulanan temel nokta, kapitalizmi analiz etmeye üretim alanından değil, Federici’nin ifadesiyle “mutfaktan ve yatak odasından” başlamamız gerektiğiydi. Yani, işçinin ve emek gücünün üretildiği yaşam alanlarının, kapitalizmi anlamamız açısından temel başlangıç noktası olması gerektiği savunuluyordu. Bu çerçeve, sömürüyü ve değer üretimi kavrayışımızı da derinden etkiledi. Dolayısıyla bu yaklaşımın temel katkıları, emeği nasıl anladığımız, ücretsiz emeğin kapitalizm içindeki rolü ve değer üretimi ile sömürü süreçlerini bütünlüklü bir şekilde nasıl analiz edebileceğimize odaklanıyor.
Bu analiz biçiminin önemli bir sonucu da devrimci öznenin çoğullaştırılması. Çünkü bu noktada analiz sadece ücretli emeğe odaklanmaktan çıkarak, aynı zamanda ücretten mahrum bırakılmış emek süreçlerini de içeren bir perspektife genişletildi. Bu açılım, kölelik, sözleşmeli işçilik gibi tarihsel ve küresel emek biçimlerinin analizine kapı araladı ve böylece kapitalizmin küresel bir sistem olarak yeniden tanımlanmasına katkı sundu.
Buradan toplumsal yeniden üretim teorisine (Social Reproduction Theory – SRT / Toplumsal Yeniden Üretim – TYÜ) geçecek olursak, bu teori de çok önemli katkılar sağlıyor. Ancak burada biraz farklı bir perspektiften bakıyoruz ve bu perspektif bize kapitalizm hakkında başka bir şey söylüyor. Toplumsal yeniden üretim teorisinin odak noktası hâlâ işçinin nasıl üretildiği meselesi olsa da analiz yalnızca ev içi alana ve domestikliğe sıkışıp kalmıyor; bunun ötesine geçerek kurumları da merkeze alıyor. Çünkü işçiler yalnızca evde üretilmiyor; aynı zamanda kliniklerde, hastanelerde, kiliselerde ve devlet tarafından da üretiliyor. Bu anlamda toplumsal yeniden üretim teorisi, kapitalizmin yeniden üretiminin yönetiminin Marksist-feminist bir kuramı olarak da okunabilir. Bu gerçekten çok önemli.
Ancak bu çerçeve, diğer yaklaşımdan biraz farklı bir şey yapıyor. Buradaki katkılar, yeniden üretim emeğini, hane içindeki özel alanlarla sınırlı olmayan mekânlar bağlamında nasıl düşünebileceğimizle ilgili. Toplumsal Yeniden Üretim teorisyenleri (TYÜ’cüler), emek meselesine odaklandıklarında, özellikle yeniden üretim sektörlerinde çalışan işçilere -asistan doktorlara, hemşirelere- büyük önem verdiler ve bu işçilerin mücadeleleri üzerine çok güçlü çalışmalar yaptılar. Buna karşılık, erken dönem toplumsal yeniden üretim analizini yapan yoldaşlar için temel mesele, ev işi için ücret kampanyasıydı (wages for housework campaign). Bu, ücretlendirilmeyen emek biçimlerine yönelik farklı bir yaklaşımı temsil ediyordu.
Bu iki yaklaşım hâlâ geçerliliğini koruyor. Ayrıca, özellikle Tithi Bhattacharya’nın ve daha da önemlisi Nancy Fraser’ın çalışmalarıyla, toplumsal yeniden üretim teorisyenlerinin kapitalizmi yeniden teorize etme girişiminde bulunduğunu düşünüyorum. Fraser’ın “yeniden üretim rejimleri” (reproductive regimes) olarak adlandırdığı kavramsal çerçeve, kapitalizmin teorileştirilmesine yeni bir başlangıç noktası sunuyor. Yani, birikim süreçlerinin her aşamasını belirleyen yeniden üretim normları ve kurumları üzerinden bir analiz yapmaya olanak sağlıyor. Fraser, 2017’de Tithi Bhattacharya’nın kitabına yazdığı bölümde bu rejimlerin ne olduğunu açık bir şekilde, taslak hâlinde sunuyor ve böylece “yeniden üretim rejimi analizi” olarak adlandırılabilecek bir yaklaşımın kapısını aralıyor.
Bu iki çerçeve arasında birçok temas noktası olduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla, aralarındaki farkları vurgularken, bunların birbirinden tamamen kopuk, ortak hiçbir noktası olmayan yaklaşımlar olduğunu iddia etmiyorum. Elbette, toplumsal yeniden üretim feminizmi bütünlüklü bir alan olarak ele almalıdır. Ancak, iki yaklaşımın sunduğu katkıların biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevelerin birbirini tamamlayıcı olarak görülmesi ve birlikte ele alınması çok değerli olacaktır.
C: Bununla yakından ilişkili olarak, toplumsal üretim çerçevesinin ya da feminist politik ekonominin, kadınların koşullarını, cinsiyet körü ya da ırk körü analizlerin sunduğu aynı çerçeveyi kullanarak incelemek anlamına gelmediğini söyleyebiliriz. Açıkçası, bu konudaki makaleni gerçekten çok beğendim. Senin İstanbul’daki sunumun da makalen ile bağlantılıydı. Makalende, sadece dünya çapında milyonlarca kadının değil, aynı zamanda geçmişten günümüze kapitalizm hikâyesi içinde yer alan, ücrete tabi olmayan işçilerin de bu tartışmanın bir parçası olduğunu savunuyordun. Sömürü biçimlerinin çoğul olduğunu ve yalnızca tek bir sömürü biçimine odaklanmayı bırakmamız gerektiğine bir vurgu da vardı. Çünkü dünyanın büyük bir kısmı bu tek biçimin (formal ücret ilişkisinin) dışında kalıyor. Burada da bir yanlış anlama var gibi görünüyor. Sanırım mesele yalnızca kadınların hane içindeki karşılıksız emeğine odaklanmak değil; bundan çok daha fazlasını ifade ediyor. Bunu biraz daha açıklayabilir misin?
A.M.: Evet, tabii. Son beş yıldır değer ve toplumsal yeniden üretim merceğinin değer üretimi açısından önemine dair çalışmak benim için bir mesele oldu. Bence bu çerçevenin gücü ve temel argümanı, feminist politik ekonomi perspektifini benimsemesi sayesinde, toplumsal cinsiyet ve kapitalizm üzerine yapılan birçok katkının içindeki toplumsal cinsiyet ikiliğini nihayet aşmaya olanak tanıması. Kadınlar ya da erkek olmayanlar üzerine yoğunlaşan çalışmaları elbette çok önemli buluyorum. Ancak toplumsal yeniden üretim perspektifiyle feminist politik ekonomiyi kullanarak, genel anlamda tüm politik ekonomi kategorilerini yaşamın bakış açısından yeniden ele alabileceğimizi düşünüyorum. Bu da meseleyi yalnızca kadınlar ya da erkek olmayanlar için değil, genel olarak herkes için geçerli kılıyor.
Özellikle değer meselesine gelirsek, klasik politik ekonomi anlatıları -ve bu anlatıları eleştirdiği için Marx da dâhil olmak üzere- temel müdahalelerini meta üretimi alanına yoğunlaştırmıştır. Yani, sömürüyü, değer üretimini ve değer gaspını yalnızca üretim alanında gerçekleşen süreçler olarak görmüşlerdir. Değerin gerçekleşmesi değişim alanında meydana gelse de, yine de üretim alanı, Marksist çerçeveler de dâhil olmak üzere ekonomi politik çerçeveden bakan yaklaşımların büyük bir kısmında ayrıcalıklı bir konuma sahip.
Burada toplumsal yeniden üretim yaklaşımı büyük bir önem taşıyor, çünkü analizimize mutfaktan ve yatak odasından başlamamız gerektiğini öne sürerek bu anlatıyı bozuyor. Erken dönem toplumsal yeniden üretim analizi, başlangıçta yaşamı üreten alanlara -evler ve benzeri mekânlara- odaklanmamız gerektiğini savunuyordu. Daha sonra, toplumsal yeniden üretim teorisyenleri (SRT’ciler) bu perspektifi genişleterek diğer kurumlara da yöneldiler. Benim argümanım şu ki, durum böyleyken hem sömürü sürecini hem de değer üretimi ve gaspını nasıl gördüğümüzü tamamen yeniden düşünmemiz gerekiyor. Bunu yaparken yalnızca evleri değil, aynı zamanda günümüz çalışma dünyasında kapitalizmi ücretli emeğin olmadığı biçimler ve alanlar aracılığıyla sübvanse eden tüm alanları da dahil etmeliyiz. Bu alanlar, her ne kadar görünmez kılınsa da büyük değer üretim döngülerine dahil ediliyor.
Bu mesele, özellikle günümüz kapitalizmi ve çalışma dünyası bağlamından kritik bir öneme sahip. Bildiğimiz gibi, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), dünya genelindeki toplam istihdamın %61’inin kayıt dışı olduğunu, küresel Güney’e odaklandığımızda ise bu oranın %69’a çıktığını belirtiyor. Yani gezegenin büyük bir çoğunluğu kayıt dışı çalışıyor ve kayıt dışı emek söz konusu olduğunda, üretim ve yeniden üretim süreçlerinin birbirine içkin olduğunu ve farklı mekanizmalar üzerinden iç içe geçtiğini görüyoruz.
Kendi çalışmamda özellikle küresel meta zincirleri çerçevesinde üç mekanizmaya odaklanıyorum. Birincisi, yatakhaneler ve işçilerin barınma alanlarıyla ilgili; bu mekânların, işçilerin üretim hattına çağrılarak sömürü oranlarının artırılması için nasıl kullanıldığını inceliyorum. İkincisi, kırdan kente geçiş süreçlerine odaklanıyorum; burada, kırsal hanelerin tamamının toplumsal yeniden üretim maliyetlerini dışsallaştırmak için nasıl kullanıldığını görüyoruz. Üçüncüsü ise, ev eksenli çalışmanın sürekliliği; COVID-19 sırasında küresel Kuzey’e de yayılan ve daha da çeşitlenen bu emek biçimi, sömürünün yeni boyutlarını ortaya koyuyor.
Bana göre bu durum, Kuzey’de “standart dışı” olarak adlandırılan emek biçimlerinin aslında temel hale geldiğini anlamamızı sağlıyor ve böylece değer üretiminin nasıl gerçekleştiğine dair klasik anlatıları sarsıyor. Üretken ve yeniden üretken emek arasındaki bu iç içe geçiş, bize ücretli emeğin sömürünün tezahür ettiği bir biçim olduğunu, ancak çoğu insan için sömürünün esasen farklı şekillerde ortaya çıktığını gösteriyor. Bu noktada Jairus Banaji’nin farklı sömürü biçimlerine dair çalışmalarına ya da Henry Bernstein’in ortaya koyduğu farklı emekçi sınıflara (classes of labour) bakmamız gerekiyor.
Ücretli emeğin artık önemsiz olduğu gibi bir iddiada bulunmuyorum; aksine, onun çok daha geniş ve karmaşık bir sömürü biçimleri dizisi içinde sadece bir parça haline geldiğini öne sürüyorum. Bu durum yalnızca günümüz kapitalizmine özgü değil; tarih boyunca da bu hep böyleydi. Dolayısıyla bu analiz, sadece kadın emeğinin tarihsel sömürüsüyle değil, aynı zamanda ücretlendirilmemiş zorla çalıştırma biçimleri, zorunlu emek ya da kölelik tarihiyle de bağlantılar kurmamıza olanak tanıyor.
C -D: Bu durum da bizi aslında, senin de belirttiğin gibi, ücretin sadece patriyarkal değil aynı zamanda ırkçı olduğu gerçeğine getiriyor.
A.M.: Kesinlikle. Ücret, ana akım anlatılarda olduğu gibi verimlilik ya da beceri göstergesi değil; aksine, emek piyasasındaki eşitsizliklerin temel göstergelerinden biridir. Çünkü ücret, sadece hukuki statüsüne, sözleşmeli olup olmamasına ya da seviyesine göre şekillenir. Yani ücret, emek piyasasındaki konumlanışınızın bir göstergesidir ve bu piyasalar son derece parçalı ve katmanlıdır; bireylerin toplumsal kimliği burada büyük bir rol oynar.
Bu durum, bir fabrikaya girdiğimizde, yani pratikte çok net bir şekilde görülür. Aynı işi yapan birçok kişi olabilir, ancak yöneticilerle bile konuştuğunuzda, bu kişilerin aldıkları ücretlerin birbirinden çok farklı olduğunu öğrenirsiniz. Yani ücret skalası içinde de bu farklılıklar açıkça görülüyor. Bu argüman, sadece ücretli ve ücretsiz işleri karşılaştırırken değil, aynı zamanda emeğin karmaşık bir hiyerarşi içinde yer aldığını ve bu hiyerarşinin farklı avantaj ve dezavantaj biçimlerini yansıttığını gösterirken de geçerli.
C-A: Son iki sorumuz politika çerçeveleri veya alternatiflerle ilgili. Örneğin, Federici “mutfaktan karşı-planlama” (counterplanning from the kitchen) metaforunu kullanıyor. Sen de son makalende toplumsal yeniden üretim perspektifinin sadece emeğin görünmez kılınması meselesi açısından değil, aynı zamanda devrimci özneleri yeniden merkezleme ve çoğullaştırma açısından da siyaset ve politika için kritik olduğunu savunuyorsun. Bu bağlamda, toplumsal yeniden üretim perspektifi veya toplumsal yeniden üretim alanları ne tür karşı stratejiler sunabilir?
A.M.: Bence bu hem politik örgütlenme hem de politika yapımı açısından okunabilir, ayrıca bu süreçler, politikaların revizyonu da dahil olmak üzere birçok farklı biçime evrilebilir. Bu anlamda belki de kamu politikalarını oldukça ciddiye alan Marksistlerden biriyim. Bence “devrim ya da hiçbir şey” gibi bir ikilem yok; yapılabilecek birçok şey var. Kapitalizmle mücadelede yaşamı yeniden üretmeyi merkeze almak, politik örgütlenme açısından da önemli. Yıllardır giyim ve tekstil işçileri üzerine çalışan biri olarak, örgütlenme çabalarının odağını yeniden belirlemenin kritik olduğunu düşünüyorum. Özellikle enformelleşen ve güvencesizleşen emeğin hızla arttığı bir bağlamda, işçiler aynı fabrikalarda ya da üretim birimlerinde çok daha kısa sürelerde çalışabiliyorlar. Geleneksel örgütlenme biçimleri üretim alanına odaklansa da yüksek hızdaki iş gücü sirkülasyonu nedeniyle bu stratejiler her zaman etkili olmayabiliyor.
Tam da bu yüzden, Çin ve Hindistan’daki sendikal mücadelelerde oldukça etkili olan yaklaşımlardan biri, işçilerin yaşam alanlarına odaklanmak. Örneğin, Çin’de yatakhaneler, Hindistan’da sanayi kasabaları gibi işçilerin yaşamlarını sürdürdükleri alanlar, örgütlenme açısından daha sürdürülebilir alanlar sunuyor. Çünkü buralarda işçilerin ilişkileri, ritimleri devamlılık gösteriyor ve bir grup işçi gitse bile yerine gelenler, yaşam alanlarında süregiden mücadeleler hakkında bilgi sahibi olabiliyorlar. Dalla Costa ve James’in bahsettiği topluluğun bu dönüştürücü gücü, sendikal mücadelenin de merkezine yerleşiyor. Hatta Hindistan bağlamında bazı sendikalar, göçmen işçiler henüz çalışacakları yerlere varmadan, onların geldikleri yerlerde örgütlenmeye ve savunuculuk yapmaya çalışıyor. Bunların tümü, yeniden üretim alanlarına odaklanan stratejiler olarak görülebilir. Bu tür yaklaşımlar, işçi örgütlenmesini daha güçlü hale getirebilir.
Ayrıca, yaşam alanlarına odaklandığımızda hangi mücadele alanlarına yoğunlaşmamız gerektiği de daha net hale gelir. Yani, bakım hizmetleri ve dayanışma ağları gibi temel müştereklerin geri kazanılması için mücadele etmek kritiktir. Bakım emeği ve bakım hizmetlerinin merkezinde olduğu talepler, aynı zamanda özerk gelir ve kaynakların yeniden dağıtımı için yürütülen mücadelelerle de iç içe geçebilir. Bu noktada, erken dönem toplumsal yeniden üretim analizinin politik talepleri ile toplumsal yeniden üretim teorisinin eleştirel talepleri bir arada düşünülebilir.
Devletin bakım hizmetlerini geri kazanma mücadelesi, bölgesel politik ekonomi ve siyasi stratejilere bağlı olarak farklı biçimlerde ortaya çıkabilir. Yani özelleştirmelere karşı mücadele, belirli kamu hizmetlerinin yeniden kamusallaştırılması, barınma hakkı için verilen mücadeleler gibi farklı mücadele biçimleri olabilir. Bu mücadelelerin bazı biçimleri, güç dengelerine bağlı olarak değişir, dolayısıyla tek bir stratejiyi evrensel bir çözüm olarak sunmak zor. Ancak temel olarak, mücadele odağını yalnızca ücret taleplerine indirgemek yerine, yaşamın üretimi ve yeniden üretimiyle ilgili daha geniş bir dizi talebe yöneltmek gerek. Bu, elbette ücret taleplerini de içermekle birlikte, gelir güvencesi, kaynakların yeniden dağıtımı gibi mücadeleleri de kapsar.
Bazılarına göre bu tür mücadeleler daha yumuşak veya reformist görünebilir. Ancak günümüz dünyasında, işçi sınıfının ne kadar büyük bir mülksüzleşme sürecine maruz kaldığını düşündüğümüzde, bu mücadelelerin oldukça radikal olduğu söylenebilir. Eğer refah hizmetlerini geri kazanabilirsek, müşterekleri yeniden tesis edebilirsek ve özelleştirme süreçlerini geriletebilirsek, hatta devletin belirli kesimlerini yeniden kamusal hizmet üretimi için kazanabilirsek, bu mücadelelerin önemli kazanımlar sağladığını söylemek mümkün olacaktır.
C: Evet, kesinlikle. Aslında şu anda Deniz ile birlikte, yaşamı üretme emeğine yönelik bir tür gelir talebi üzerine çalışıyoruz ve bunu savunmamız gerektiğini düşünüyoruz. Ancak bu sadece ücretli geliri kapsayan bir talep olmamalı; aynı zamanda müşterekleri geri kazanma, sosyal hizmetler gibi unsurları da içermeli. Bu noktada, içinde bulunduğumuz çoklu kriz bağlamında, ev içi emeğin ücretlendirilmesi kampanyasının ne ölçüde hâlâ geçerli olabileceği sorusu da gündeme geliyor.
A.M.: Bence bu çok önemli ve güncelliğini koruyan bir mesele. Feminist olarak savunabileceğimiz tek talep bu olmasa da, müşterekleri geri kazanmayı amaçlayan geniş bir siyasi mücadeleler bütününün bir parçası olarak ele alındığında bu gerçekten çok değerli. Çünkü toplumsal yeniden üretim, bakım hizmetleri ve sosyal desteklerin tamamen devlet tarafından üstlenilmesi gerektiği argümanı, biraz da distopik bir noktaya varıyor. Biz aynı zamanda sevmek için de zamana sahip olmak istiyoruz ama bu sevginin aynı zamanda ücretlendirilmeyen bir emek olduğunu da kabul ederek.
Burada Silvia Federici’nin meşhur sözüne tekrar dönebiliriz: “Onlar buna aşk diyor, biz ise ücretlendirilmeyen emek.”Bu sözün mesajı, sevginin var olmadığını söylemek değil. Aksine, sevgi olduğu için bu emeğin tanınması gerektiğini vurgulamak. Örneğin yaşlı bakımına odaklandığımızda, elbette devletin sağlaması gereken bakım hizmetlerini ve sosyal refah politikalarını savunuyoruz. Aynı şekilde çocuk bakımında da bu hizmetlerin güçlendirilmesini istiyoruz. Ama aynı zamanda sevdiklerimizle zaman geçirmek, onlarla ilgilenmek de topluma katkı olarak kabul edilmeli. Bu sayede ücretsiz emek biçimleriyle meşgul olanların gelir güvencesine erişmesini sağlarken, aynı zamanda bunun tek mücadele alanı olmadığını da kabul etmiş oluyoruz.
Radikal temel gelir tartışmalarına gelirsek; bunun tek başına bir çözüm olduğunu düşünmüyorum ama solun bu konuyu bütünüyle reddetmesi konusunda da tereddütlerim var. Çünkü bazı kategorilerdeki ücretsiz emekçiler için doğrudan bir destek mekanizması sağlayabilir. Bu yüzden, temel geliri daha geniş bir mücadelenin parçası olarak görmek gerek. Daha kapsayıcı bir feminist ufka doğru ilerlerken, sadece temel gelir değil, aynı zamanda kamu hizmetlerini geri kazanmak, devleti yeniden kamusal bir perspektifle şekillendirmek ve bakımı yaşamımızın merkezine koymak için mücadele etmeliyiz. Ama yine de bunu tamamen yok sayamayız, çünkü açık konuşmak gerekirse, ücret almayan biri için ücret desteği ile gelir desteği arasındaki fark pratikte çok da büyük olmayabilir.
C-D: Son olarak, 8 Mart öncesinde hem genel olarak feminist hareketlere hem de Türkiye’deki feminist harekete bir mesajınız var mı?
A.M.: Öncelikle Türkiye feminist hareketiyle dayanışma içinde olduğumu paylaşmak istiyorum. Bence dünyanın pek çok bölgesinde yapılacak o kadar çok iş var ki! Benim tek umudum ve arzum dünyanın her yerinde ayağa kalkmamız ve kendi bağlamımızda ortaya çıktığı şekilde mücadele etmemiz.
Ve umutlu olmak! Çünkü kadınlar ve genel olarak feminizmler için zor bir dönem, ama bence kriz dönemlerinden çok fazla enerji, düşüncede çok fazla yeni yön çıkabilir. Dünyanın pek çok yerinde, kadınların ve erkek olmayanların bazı tanınma biçimleri, bazı bölüşüm kazanımları elde ettiğini düşündüğümüz yerlerde bile haklarımız ciddi bir saldırıya uğruyor. Şimdi her şey yeniden başa dönüyor gibi görünse de, bizden önceki kız kardeşlerimizin verdiği mücadele ilham verici olmalı ve nerede olursak olalım, hangi biçimlerde olursa olsun mücadeleye devam etmeliyiz.
Söyleşide Bahsi Geçen Kaynaklar:
Editör: Sinem Yıldız
Düzelti: Sinem Yıldız
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç, Seda Bedestenci Yegâne
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖