Köşe Yazıları Tuğba Sivri 6 Kasım 2024
Son bir haftadır sosyal medyada herkesin konuştuğu şeyler: Yeşil kazak, İntermezzo ve The Substance (Türkçesiyle Cevher). Önce tabii çok sevenler, sonra “herkesin sevdiği şey kötüdür”cüler, sonra “herkes seviyor diye niye kötü oluyormuş” savunmasını yapanlar ve nihayetinde kara toprak. Kara toprak derken; konu biter, başka bir “çok sevilen/çok sevildiği için kötü olan/ çok sevildiği için kötü olmak zorunda olmayan” şeye geçilir. Bu döngü, kültür ürünleri üzerine konuşmayı, hele de gerçek bir eleştiri yapmayı çok zor kılıyor. Yine de The Substance’ı yeni izlemiş ve üzerine konuşmaya değer bulmuşken bir şeyler yazma dürtümü kontrol edemiyor ve bu yazıya başlıyorum.
62 yaşındaki Demi Moore ve 30 yaşındaki Margaret Qualley’nin başrolü paylaştığı, Coralie Fargeat’in Cannes film festivalinde En İyi Senaryo Ödülü almasını sağlayan film, benim gibi beden üzerine korku/gerilim filmlerini sevenler için çok şey vaat ediyor. Baştan söylemeli: Filmi yeni izledim ve üzerimdeki etkisi şu an için çok olumlu ama tabii bundan 10 yıl sonra da böyle hisseder miyim, bilemiyorum.
“Kendinin Daha İyi Bir Versiyonu Olmak”
Film, Hollywood yıldızlarının isimlerinin yazıldığı o meşhur kaldırımda bir “Elisabeth Sparkle” isminin görüntüsüyle başlayıp tam da aynı yerde bitiyor. Bu başlangıçtan ve filmin konusuna da her yerde maruz kaldığımız için bir Hollywood eleştirisi izleyeceğimizi anlıyoruz hemen. Eleştiri şu: Hollywood’da ya da “gösteri dünyasında” kadınların değerli olabilmesinin tek yolu genç ve güzel olmalarıdır. Bu anlatı için başrole 62 yaşındaki Demi Moore’un seçilmesi çok yerinde bir tercih olmuş. Estetik ameliyatlarla “tanınmaz hale geldi” haberlerine konu olmaya başlayan Moore, “O yaşta o vücut, helal olsun!” dedirtiyor daha filmin en başından. Evet, helal olsun; içimden böyle dedim izlerken, yalan yok. O yaşı bırakın, çok daha gençken bile öyle “kusursuz” bir vücudumuz yok çoğumuzun. Şüphesiz büyük mesai, para ve yatırım gerektiriyor böyle bir vücuda sahip olmak. Moore da filmde canlandırdığı karakter Elisabeth gibi, nasıl göründüğünün sektör için ne kadar önemli olduğunun farkında ve bu görünüme “yatırım yapmış” gibi görünüyor. Buradaki ironi, kapitalist görsel kültür var oldukça içinden çıkamayacağımız bir dilemma bana kalırsa.
Filme dönelim: Ne kadar genç kalmaya çabalasa, vücudu “standartlara” birçok genç kadından daha çok uysa da yaşlandığı için televizyon ekranına yakıştırılmamaya başlayan Elisabeth Sparkle, “kendinin daha iyi bir versiyonu” olma şansını yakalayınca hemen bu maddeyi vücuduna enjekte ediyor ve kendinden yeni bir beden doğuruyor. Bu yeni bedenin adı Sue ama aslında Elisabeth her iki bedende de yaşayan aynı kişi. Bunu unutmaması gerek; yoksa ilk bedeninden, yani kendi bedeninden aldığı sıvı zamanla bitecek ve bu beden çok daha hızla yaşlanmaya başlayacak. Ama tabii genç bedende olmanın, kendi televizyon programında eski bedeninin yerine geçip yeniden parlamanın cazibesine kapılıyor ve yine kendi bedenini yavaş yavaş yok ederek yeni bedeninde kalmaya çalışıyor. Eski bedenine karşı duyduğu tiksinti, aynı zamanda eski bedenine döndüğünde genç bedendeki halinden “O” diye üçüncü şahısta bahsetmesi, bu kişilik bölünmesinin boyutlarını gösteriyor. Estetik ameliyatlarının da insanı kendi benliğine karşı böyle yabancılaştırdığını düşünmek gerek burada.
Erkek Bakıştan Kaçış Yok
Genç bedende izlediğimiz Sue (Margaret Qualley), gerçekten hayranlık uyandırıcı bir güzellikte. Nitekim malegaze olarak da ifade edilen o eril bakışla çekilmiş sahneler, kadın bedenini parça parça algılayışımızı yansıtıyor. Kadın demek bacak, meme, kalça, dudak demektir. Tamam, buraları biliyoruz zaten. Öyle öğrenmişiz ki hatta, filmin başında Demi Moore’un “hâlâ taş gibi” dediğimiz vücudu, Qualley’ninki yanında gerçekten yaşlı bir beden gibi görünmeye başlıyor. Burada çok kişisel bir yorumda bulunuyorum: Bunca kadın bedeni görseline maruz kalarak yaşayan bir kadın olarak, evet, ben böyle hissettim. Üstelik izlemeye başlarken feminist bir eleştiri yapma niyetindeydim. Tabii ki farkına varıyor insan, “evet bu malegaze” diyor ama neticede kendi bedenimizi de böyle algılamıyor muyuz? Bundan muaf olabilir miyiz gerçekten? Emin değilim.
Filmdeki bazı klişeler –anlatı için gerekli olsa da- fazla “klişeydi”. İştahla yemek yiyen patron erkeğin ağzının içine giren kamera, tavuk hazırlama sahnelerinde kadın bedeniyle hayvan bedenini paralel göstermek, yaşlı beyaz ve çirkin erkeklerin (hatırlayalım, Barbie’de de benzer bir yönetici ekip vardı) “Güzel kızlar hep gülümsemeli” deyip sırıtırkenki çirkinlikleri… Eh, doyduk bunlara bence. Yeni bir yolu olabilir, bunları anlatmanın sanki?
Kadın Bedenini Parçalamak: Kalça, Göğüs, Dil
Beni filmde asıl etkileyen ve kendimi sorgulamama neden olan yere geleyim. Film başında genç Sue’nun bedeni öyle iştahla önümüze serildi ki “Erkek bakışına hitap edip erkek bakışını eleştirmenin modası geçmedi mi?” diye düşündüm. Ama ilerleyen sahnelerde, önce televizyon programı çekimi esnasında Sue’nun kalçasından çıkan tavuk budu; sonlara yaklaşırken genç kadının dişlerinin düşmesi, çirkinleşmesi ve “Kendinin daha iyi bir versiyonu olmak istemez misin?” sözünün kafasında çınlaması bana bir oh çektirdi. Rahatladım resmen. Bu kısmen, kapitalist modern tıbbın ha bire yeni bir estetik operasyon çeşidini dayattığı kadınların, ne kadar genç ve güzel olursa olsunlar asla “kendinin daha iyi bir versiyonu” olma baskısından kurtulamayacaklarının bir ifadesiydi bana kalırsa. Bu baskıyı yalnızca 50’lerindeki Elisabeth Sparkle değil, genç Sue da yaşıyordu. Gerçek de bu çünkü. Asla bitmeyen bir transformasyon sürecine dönüşüyor bu estetik kaygısı. İnsan olmak, kadınlar için ikincil bir mevzu bile değil artık.
Filmin tür olarak beni cezbettiğini belirtmiştim. Kadınların korkularının merkeze alındığı korku anlatıları çoğalmaya başladı son yıllarda ve bu kısmen iyi bir gelişme. İyi, çünkü korku sineması kadın-fobi üzerine kurulu diyebiliriz. Kısmen, çünkü türün bu başlangıçtan getirdiği fobi ister istemez kendini hissettiriyor bu anlatılarda bile. The Substance da türün klasiklerine göndermeler yapmış. Özellikle film sonunda Elisabet ve Sue’nun birleşiminden oluşan Canavar’ın, yılbaşı gösterisinde sahneye çıkışı ve ortalığı kan gölüne çevirmesi, türün en önemli yapıtlarından Carrie’ye başarılı bir göndermeydi. Bu yılbaşı sahnesi önemli: Sahnede gördüğümüz kolu, dişleri, kulağı başka yerlerde ve olması gerekenden daha çok, garip yaratığın beyninde, Sue’nun seçmelere ilk katıldığında duyduğu şu sözler yankılanıyor: “İşte şimdi her şey yerli yerinde”. Bu sözler, seçmede bir önceki adayın memelerini beğenip burnunu beğenmemeleri üzerine söylenmişti. Kadın bedenini parçalardan ibaret algılayan, öyle sunan ve kadını –tıpkı hayvanlara olduğu gibi- but, göğüs, dil gibi organlara indirgeyen o erkek anlayışın karşısında, her an vücudundan başka bir organ doğuran bu Canavar duruyor şimdi. Tüm o erkeklerin önünde bir “meme” doğuruyor üstelik. E bunu istememiş miydiniz? Alın işte, meme!
Feminist Öz-sorgu İyidir
Hollywood ve gösteri dünyasına yönelik bu eleştirel yapıtlar çoğalacak. Me Too hareketinin de etkisiyle artık kendini eleştirmenin de bir reyting yöntemi olduğunu keşfeden Hollywood bile bu yapımları istiyor çünkü (bkz. Netflix’teki Hollywood dizisi). Bu tür içinde The Substance’ın önemli bir köşe kaptığını düşünüyorum.
Öncelikle, kadınları bu denli kapana kıstıran renkli şov dünyasını anlatmak için korku-gerilim türünün çok doğru bir tercih olduğunu vurgulamalıyım. Filmde beni rahatlattığını belirttiğim yer, hani şu genç kadının vücudunun deforme olmaya başlaması, türün kendine has özellikleri kullanılarak çok rahatsız edici, tiksindirici bir görsellikle sunuluyor. Elisabeth’inki de öyle. Yaşlanmanın olağan gidişatına müdahale edildiğinde karşılaşılan ürkütücü gerçeklik, tiksindirici bedenler olarak karşımıza çıkıyor. Bunun güçlü bir ifade yöntemi olduğunu söylemek gerek. Bir yandan da bu rahatsız edicilik belli sorgulamaları da beraberinde getiriyor: Tam olarak neyden rahatsız oluyoruz? Yaşlanma korkusu mu bu? Ya da genç kadının “canavarlaşmasında” beni rahatlatan şey neydi? Feminist bir karşı çıkış mı? Tüm bunlardan anlıyorum ki The Substance, iyi bir filmin yapması gerektiği gibi, izleyiciyi kendine dair bir sorgulamaya iten, başarılı bir yapım.
Editör: Ebru Pektaş
Redaksiyon: Ayşe Baranak
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖