Köşe Yazıları Şöhret Baltaş 16 Ağustos 2025
Suç Bireysel mi?
Her ölüm erkendir, bir yakınını kaybeden herkes bilir bunu. Ama henüz ömrünün başında bir çocuğun ölümünden daha büyük bir acı yoktur. “Evlat acısı” denildiğinde kimse gerisini sormaz bu yüzden, sessizce acının önünde eğilir.
Mattia Ahmet Minguzzi’nin ardında bıraktığı acı da böyleydi; gören duyan herkes bu pırıl pırıl çocuğun yok yere hayatını kaybetmesini yansıtan görüntülere isyan etti.
Kısa süre içinde Ahmet’i öldüren failler hakkında bir tartışma başladı. Failler 18 yaşından küçük olduğu için alacakları cezanın az olduğu, bu faillere yetişkinlere uygulanan cezanın uygulanması gerektiği gündeme geldi.
Anne Yasemin Minguzzi’nin söylediklerini ve yaptıklarını tartışmak kimsenin haddi değil. Ancak acıyla ve öfkeyle dolu bir annenin bu çaresizliğinden farklı sonuçlar devşirmeye çalışanlara bir iki şey söylemek farz oldu. Çünkü bu kişilerin bir kısmı avukat, yani hukuk sisteminin toplumsal bir sözleşme olduğundan; yüzyıllar içinde hukukun “cezalandırma” fikrinden “onarma” fikrine evrildiğinden haberdar olan insanlar bunlar. Dolayısıyla söyledikleri sözlerin nereye varacağını çok iyi biliyorlar ve bildikleri halde ısrarla dile getirmeye devam ediyorlar.
Birey, Toplum ve Unutturulan Kavramlar
1970’li yıllarda dünyada hâlâ egemen olan “sosyal devlet” kavramı, tam da birey ile toplum arasındaki ilişkinin nasıl okunduğunu gösterir. Bu kavrama göre devlet, bir yandan toplumsal düzeni sağlamakla, öte yandan da kendisini var eden toplumun temel haklarını yerine getirmekle sorumludur. İnsanın en temel hakları olan yaşama, barınma, beslenme, eğitim vb hakları devlet, yurttaşlarına sağlamakla yükümlüdür. Bu bağlamda hukuk da bireyin, yani yurttaşın ilgili haklarının korunmasına, uygulanmasına hizmet eder. Devleti yöneten egemen sınıflar, bir nevi “kazan-kazan” prensibini uygulayarak emekçi kitlelerin rıza göstererek sisteme uyum göstermesini sağlar.
1980’lerde ortaya çıkan neoliberal kapitalizm ise devlet’in “sosyal” olan kısmını tamamen reddeder, yurttaş haklarına karşı yükümlülüğünden sıyrılır ve devleti bir baskı ve zor aparatından ibaret kılar. Devletin toplum hayatındaki görevlerini minimuma indiren bir anlayışa sahip olan neoliberal politikalar, bu bağlamda kamu kurumlarının hepsini yok eder, kamu harcamalarını kaldırır, özelleştirmeyi savunur. Sahip olduğu kazanımların çoğunu kaybeden topluma bunu nasıl kabul ettirir? İdeolojik saldırıyı zirveye çıkararak. Sosyal devlet döneminde akla hayale gelmeyen argümanlar toplumun önüne sürülür, devletin kamusal sorumluluğundan çekilmesi “özgürlüklerin artması” olarak pompalanır. Kamu kuruluşları “sürekli zarar eden, işe yaramaz” kurumlar olarak lanse edilir, “kamu”nun tembellik ve yozlaşma, “özel”in “rekabetin sağladığı kâr ve çalışkanlık” olduğu sabah akşam tekrarlanır, hatta boy boy tahrif edilmiş raporlar yayınlanır, kamu kurumlarının ne kadar işe yaramaz kurumlar olduğunu göstermek için. Böylece kamuoyu, tüm kamu kurumlarının özel şirketlere devredilmesine hazır hale getirilir.
Bunların hepsi, uluslararası kapitalizmin merkezlerinde, ardından 24 Ocak ekonomik kararları ve 12 Eylül cuntası ile Türkiye’de sahneye konuldu.
ABD’de neoliberal politikanın öncüsü Başkan Ronald Reagan, “İşsizlik sigortasının beleşçiler için bedava tatil” olduğunu söylerken çalışanları işsizlere karşı kışkırtıyor, “sizin vergilerinizle maaş alıyorlar” diyordu. İngiltere Başbakanı Margareth Thatcher ise “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır” derken toplumsal çerçeveyi ve buna bağlı yurttaşlık haklarını bir kalemde siliyor, başarının veya başarısızlığın tamamen bireysel bir mesele olduğunu akıllara kazıyordu.
Ülkemizde de 24 Ocak ekonomik kararlarının mimarı olan ve 12 Eylül’ün tırpanlayıp düzlediği yolda yürüyen Turgut Özal’la başlayan neoliberal dönemde, elektrik, su, haberleşme, komünikasyon, madencilik gibi tüm kamusal hizmetler özelleştirildi. Başbakan Özal, TRT’nin siyah beyaz ekranında elinden düşmeyen kalemi izleyicinin gözüne sokarak “her şeyi devletten bekleyen vatandaş” istemediklerini söylüyor, rüşvet konusu açıldığında “benim memurum işini bilir” diyerek “bireysel köşe dönme”yi meşrulaştırıyordu.
Lafı uzattım, ama birey ile toplum arasındaki bu sıkı bağın bu kadar gevşetilmesinin; zenginlik ve başarının, yoksulluğun ve suçun tamamen “bireysel” bir sorun haline gelmesinin ardında yatan kısa tarihçeyi anlatmazsam, söyleyeceklerimin bir anlamı kalmayacak.
Bu kısa özet bize gösteriyor ki, koca bir toplum daha yarım asır önce sözcüklere bambaşka anlamlar yüklüyor, en önemli değerleri arasında “dürüstlük, kul hakkı yememek, adaletli olmak, emek vermek” gibi vasıfları sayıyor, “fabrikatör baba” Yeşilçam filmlerinin kötü adamı olarak sonunda Yaşar Usta’ya yeniliyordu. Son 50 yılda toplumun toplum olma vasfına öyle bir saldırıldı, her koyunun kendi bacağından asılması için öyle gayret gösterildi ki, artık ortak toplumsal değerlerin başında “iş bitiricilik, kurnazlık, gözü açıklık” geliyor ve dolayısıyla zenginlik bireysel yeteneklerin sonucunda elde edilen bir başarı, yoksulluk ise “iş bilmezliğin, enayiliğin” kaçınılmaz sonucu olarak görülüyor.
Suça Sürüklenmek mi, O da Ne?
İşte tam da birey ile toplumun arasındaki bağın bu kadar görünmez kılındığı bu düzende, Suça Sürüklenen Çocuk terimi tepki uyandırıyor. Deniliyor ki, “Yoksulluktan dolayı yiyecek çalan çocuk suça sürüklenmiştir, kabul, ama cinayet? Psikopatlık bu!”
Bu cümleye itiraz edenler doğrudan vicdansızlıkla, “suçluyu övmek”le suçlanıyor. Aslında vicdanı temsil ettiğine inanan kesim, devasa toplumsal sorunları halının altına süpürüp tekil bir “rahatlama” önerisi sunarak kamu vicdanından ne kadar uzaklaştığının farkında değil.
Diyelim ki bir psikopatolojiden söz ediyoruz, ama ister kabul edin ister etmeyin bu kişi 18 yaşın altında, yani yasalara göre yetişkin değil. İkincisi, dünyanın başka bir yerinde doğup büyümüş ve buraya gelip bu cinayeti işlemiş de değil. O halde bu suçu yaratan kara düzene bakmamız gerekmiyor mu?
Sevgili eşinin cenazesinde “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamalıyız” diyebilme bilgeliğini gösteren Rakel Dink’i hatırlayalım. Eğer varsa bir vicdan, eşi için kalbi yanarken intikam değil, toplumsal bir adalet isteyen Rakel’indir herkesten önce. Nitekim Hrant Dink cinayeti davasının aydınlanması için uğraş verenler, her zaman azmettiricilerin peşinde oldu, 17 yaşındaki tetikçinin değil.
Çünkü toplumsal yaşamı düzenleyen yasalar bireysel vicdanlara, öfke ve intikam duygusuna göre değil, toplumsal çoğunluğu kapsayan hukukun ilkelerine göre yapılır. Hukuk, bireysel değil toplumsal adalet için vardır ve zaten ikincisinin başarısı ilkini de güvence altına alır.
Son 10 sene içinde çocukların dahil olduğu adli suçlar ikiye katlanmış durumda. Bunu cezaların azlığına mı bağlamalıyız, yoksa suçu hızla yaygınlaştıran bataklığa bakmak yerine -devletin istediği şeyi yapıp- zenginlik ve fakirlik gibi suçu da bireyselleştirmeli miyiz?
Fail çocukların yaşadığı mahalleye giden bir gazetecinin aktardığına göre, mahallede çocukların tümü çalışıyor. Yazın tüm gün, kışın okuldan sonra. Okula gitmeyen çocuk sayısı ise çok yüksek. Okullaşma oranı özellikle lisede hızla düşüyor. Çocuklar konfeksiyonda, sanayide çalışıyorlar. Karanlıkta işten eve dönerken kendilerini korumak için neredeyse hepsi bıçak taşıyor. Uyuşturucu kullanma ve satıcılık yaşı 11-12 yaşına kadar inmiş durumda. Bu olaydaki failin anne babası ve çevresi de uyuşturucu kullanıyor. Aşağı mahallede oturan çocuklar “Yukarı mahalle sıkıntılı, biz uyuşturucu sokmuyoruz mahalleye” diyorlar ama bir yandan da çocukların babaları gibi sefil olmamak için uyuşturucu işine bulaştıklarının farkındalar. “Asgari ücrete razı olmak ya da çeteye girmek, başka çare yok” diyorlar. Geleceğe dair hiç umutları yok.” 1
Yukarıdaki paragrafta devletin sorumluluğunda olan, yalnız ve ancak yetkili kurumlarca çözülebilecek meselelere bir bakalım: Çocuk işçiliği, çocukların örgün eğitimden kopması, korku dolu sokaklar, uyuşturucu kullanımın yaygınlaşması, asgari ücret standardının gelecek vadetmemesi, yoksulluk, işsizlik, çaresizlik, geleceksizlik…
Bunların tek birini dahi bireylerin çözmesi mümkün değil. Onların bulduğu “çözümler” bıçak taşımak, uyuşturucu ve çeteleri mahalleye sokmamak için racon bilen abilere güvenmek, merdiven altı atölyelerde karın tokluğuna çalışmak yerine kolay para kovalamak…
Özetle orman kanunlarına terk edilmiş bölgeler bunlar. Devlet politikalarının yoksul mahallelerde siyaset yerine çeteciliğin gelişmesini tercih ettiği yıllardır ayan beyan ortada. Uyuşturucu devasa bir sorun ama memlekette uyuşturucu baronlarının ve kaçakçıların getirdiği kara paraya göz yumulduğu yıllardır yazılıp çiziliyor. Böyle bir kara düzende suçun bireyselliği ne kadar iddia edilebilir?
Sorun tam da burada. Söz konusu terimdeki “Sürüklenen” kelimesi tam da bunu anlatıyor ve sosyal medyada bilen bilmeyen herkesin iddia ettiği gibi failin cezalandırılmamasını değil, cezalandırılmanın yanı sıra suçu ortaya çıkaran koşullarla mücadele edilmesi gerektiğini vurguluyor.
İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi Başkanı Kardelen Ateşçi’nin “Suça sürüklenmiş çocuklar mağdurdur. Bu laf hoşunuza gitmese de gerçek budur” şeklindeki sözleri de tam olarak bunu ifade ediyor. Bir mağdur fail olabilir, tersine bir failin arkasından da bir mağdur çıkabilir. Bu bütüncül, diyalektik bir bakış açısıdır ve tüm dünyada çocuklara yönelik cezalandırmanın “onarıcı” olması gerektiği kabul edilen bir gerçektir. Kalıcı çözümler isteniyorsa, gerekli olan da budur.
Al Evinde Besle!
Bu yaklaşımı anlamayan, anlamaya da çalışmayanlar karşı tarafa hakareti, tehdidi, hedef göstermeyi hak olarak görüyorlar. Tıpkı hayvan katliamı yasasında veya Suriyeli göçmenler konusunda olduğu gibi “çok seviyorsan al evinde besle” demekte beis görmüyorlar. Bu “al evinde besle” şemsiyesinin altına soktukları kesimlere baktığımızda (sokak hayvanları, göçmenler, suçlu çocuklar) neoliberalizmin “soylulaştırma” politikasını görüyoruz. Kentin merkezlerini sokak hayvanlarından, eski yapılardan, AVM gibi ticari bir işlevi olmayan(!) tarihi mekânlardan, yoksullardan, dilencilerden, (zengin olanlar dışındaki) göçmenlerden “temizlenmesi olarak özetlenebilecek bu politikanın toplumun dağarcığına kattığı soysuz bir ezber: Al evinde besle… Yeter ki benim gözüm görmesin…
Böylece kentin “nezih” semtleri orta ve yüksek sınıfın olsun; tapulu gecekondular yıkılsın rezidanslar yükselsin; ortalıkta dilenci, selpakçı, araba camı silici çocuklar dolanmasın; dar gelirli halkın nefes aldığı korular ve parklar imara açılsın; tarihi hanlar AVM’ye dönsün, camilerin alt katında mutlaka dükkanlar olsun; şöyle tertemiz, fakirsiz, köpeksiz bir şehir yapalım, millet halkı görmek zorunda kalmasın!
İşte böyle. Her koyunun kendi bacağından asıldığını ve güvenlikten sağlığa, eğitimden geçim derdine kadar her şeyin “bireysel” sorun olduğunu, hiçbir şeyi devletten beklemememiz gerektiğini aklımıza kazımak için durup dinlenmeden çalışan bir sistem bu.
Bu sistemi işletebilmek için vicdanlara, duygulara seslenmekten de kaçınmıyorlar. Hayvan katliamı yasasında yaptıkları gibi “köpek çocuğu parçaladı” türünden uydurma haberler servis ediyorlar; hukuken 18 yaş altı için ihtiyaç duydukları düzenlemeleri yapabilmek için (ki buna kız çocuklarının evlendirilmesi, çocuk işçiliğinin kanuni zemine oturtulması, çocukların “terör” gerekçesiyle içeri atılması dahil) canice öldürülen bir çocuğun üzerinden yasayı gündeme sokuyorlar. Bir taşla iki kuş; hem istedikleri yasayı geçirecekler, hem de suçu bireyselleştirerek devletin suç üreten mahallelerdeki sorumluluklarını gözlerden saklayacaklar.
Yani kimse cezasızlık talep etmiyor; zaten mevcut yasaya göre 18 yaş altı kişilere fiili olarak verilemeyen tek ceza var, müebbet. TCK’nın 31. maddesine göre fiili işlediği sırada 15-18 yaş arasında olan kişi, suçun niteliğine göre 12-24 yıl arası ceza alıyor. Yani yasanın doğru uygulanması durumunda vicdanları rahatsız edecek bir engel yok. Mahkeme kararında kesinleşen cezanın çeşitli gerekçelerle indirilmesi, mevcut yasanın değil, tamamen yürütmenin sorunu. Bu nedenle karşı olunması gereken bir şey varsa, bu yasa değil, yürütmenin akıl almaz uygulamaları. Her gün örneklerini gördüğümüz gibi, kadın katillerine verilen kravat taktığı için uygulanan iyi hal indirimlerine, taciz-tecavüz davalarında “yeterli kanıt bulunamadığı” gerekçesiyle sokağa salınanlara, siyasi makamlarla ilişkisine bakılarak tutuklu veya tutuksuz yargılanmasına karar verilenlere karşı çıkalım.
Mesele de bu zaten. Birey’in her alanda yalnızlaştırılmasını, sahip olduklarını/olamadıklarını, başarıyı/başarısızlığı, zenginliği/yoksulluğu, ödül ve suçu toplumsal bağlamından kopartmak için bütün gücünü kullanan sistemin, en korktuğu söz “toplum”. Toplumsal bağlamı hatırlatan herkese düşmanlar. O yüzden bıkmadan usanmadan, toplumsal bağlamı hatırlatmak zorundayız.
İnsan yaşadığı yere benzer. Güzel insanlar yetiştiren güzel bir ülkeyi hepimiz hak ediyoruz.
Editör: Ebru Pektaş
Düzelti: Ebru Pektaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yagâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Seda Bedestenci Yagâne
Yazar Hakkında Bilgi
İzmirli. 1986’da Ege Üni. Basın Yayın Yüksekokulu’ndan mezun oldu, İstanbul’a yerleşti. Yayıncılık alanında çalıştı. Gündem gazetesi, Kadınlara Mahsus Gazete Pazartesi, Kahverenkli, Mesele, Feminist Politika dergilerinde yazdı. 2007’de Koşarken Yavaşlar Gibi, 2014’te Annemle Konuşmalar kitapları yayınlandı. Okumaya, yazmaya, düşünmeye devam ediyor...
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖