Köşe Yazıları Hatice Özbay 14 Mayıs 2025
Delirmeden Kent Savunusu
Fırsat verirsek topyekûn delirtecekler. Susarsak, direnmezsek. Görmezden gelirsek, aralarındaki korelasyonu fark etmezsek. Çünkü mesele münferit değil. Bu bir sistem sorunu. Şiddet her yerde, her biçimde; hukukta, dilde, ekranda, evde, sokakta, ormanda.
Anayasa Mahkemesi’nin sokak hayvanlarının “uyutulması” kararını verdiği gün, yaşam hakkı adına büyük bir geriye gidiş yaşandı. Sahiplendirilemeyen hayvanların öldürülmesine onay verilmesi, devletin yaşam hakkını nasıl yok saydığını gösterdi.
Burada özellikle kullanılan dile dikkat edilmeli: “Uyutmak.” Bu kelime, şiddeti ve ölümü normalleştirmeye, meşrulaştırmaya yarıyor. Acısız gösterilen ölüm, dilin manipülasyonu sayesinde kabul edilebilir hale getiriliyor.
Ölüm. Bize bir halkla ilişkiler kampanyası gibi sunulan ölüm, “tatlı” kelimelerle vicdanları uyuşturarak yutturuluyor. “Uyutmak” deniyor, çünkü bu şekilde anestezi altına alınmamız kolaylaşıyor. Vicdanları uyuşturarak, dili eğip bükerek, bizi yavaş yavaş alıştırarak, karşıtları besleyerek. Mesele sadece kediler, köpekler değil; herkes ve her şey tehdit altında: doğa, kadınlar, işçiler, kentler, belediyeler, hafıza, sokaklar, sendikalar, yaşlıların huzuru, çocukların oyun alanları… Eğitim, emek, alın teri, grev hakkı…
Yıkım parça parça değil; birlikte ve eşzamanlı ilerliyor.
Bunlar birbirinden kopuk şiddet biçimleri değil, tek merkezden beslenen aynı politik iradenin farklı yüzleridir.
Herkesin sahip olduğu her şey, bir ihale kalemine, bir imha planının satırına dönüştü. Sandıktan çıkan irade sarayın masasında imha ediliyor. Halkın kolektif karar alma hakkına vurulmuş birer darbe olan kayyumlar yalnızca bürokrat değil; halkın hafızasını, yerel yönetim umudunu yok eden cellatlar.
Bir şehrin müziğini, dilini, suyunu susturmak ile sokağın köpeğini “uyutmak” aynı tahakküm zincirinin halkalarıdır.
Hepsi bir bütünün parçası. Hayvanın katline “uyutmak”, kadının katline “cinnet anı” ve doğanın katline “kalkınma” demek… Hepsi aynı zihniyetin ürünü.
Bu bir şiddet rejimi ve bu bir yok etme stratejisi.
Bertolt Brecht şöyle der: “Gerçeği bilmeyen cahildir, ama bilip de yalanlayan suçludur.”
Artık hiç kimse “bilmiyorum” diyemez. Hayvanlar öldürülürken, kadınlar katledilirken, şehirler yağmalanırken sessizlik bir tercihtir. Sessizlik de bir suç ortaklığıdır.
Ben suç ortağı olmak istemiyorum. Bu yüzden anlatacağım ısrarla, inatla. Bu şiddetin tesadüfi olmadığını, aynı merkezden beslendiğini her fırsatta ifşa edeceğim.
Brecht, seyirciyi koltuğundan kaldırmak isterdi. “Düşünsün, öfkelensin, değiştirsin” diye. Ben de yazarken bunu istiyorum: Okuyan koltuğunda kalmasın. Konfor alanından çıksın, konuşsun, sorgulasın.
Çünkü bu topyekûn şiddetle ancak konuşarak, yayarak, örgütlenerek başa çıkılabilir.
Kadınlar ölüyor bu ülkede. Her gün. Her yerde. Her yaşta. Kimisi boşanmak istediği, kimisi sadece yaşamak istediği için. Bu bir kadın kırımı. Ve devlet organları bu kırımın seyircisi. Hatta çoğu zaman ortağı.
2024’te en az 315 kadın, 2025’in ilk dört ayında en az 98 kadın öldürüldü. Bunlar sadece basına yansıyanlar. Çoğu “şüpheli ölüm” olarak kayda geçti. Ama biz biliyoruz: Bunlar şüpheli değil, sistematik.
Kadın cinayetleriyle orman kıyımı, hayvan infazlarıyla kayyumlar arasında aynı denetim arzusu var. Aynı tahammülsüzlük.
İsimleri vardı bu kadınların. Şimdi mezar taşlarında yazıyor:
Naciye Y., 75 yaşında. Eşi tarafından keserle öldürüldü.
Serap Çelik, kamu emekçisi. Koruma kararı varken öldürüldü.
Fatma Altuntaş, üç çocuk annesi. Boşanmak istemişti sadece.
Arzu Yılmaz, gençti, hayalleri vardı. Erkek şiddetiyle yarım kaldı.
Bahar Aksu, İstanbul’un orta yerinde, güpegündüz kalabalığın ortasında ateşli silahla öldürüldü.
Bahar o gün Kazım Orbay Caddesi’nde katledildi. Boşandığı erkek tarafından. Yani tanıdık bir hikâye. Yani sistematik bir cinayet.
O gün kadınlar susmadı. Cinayetin işlendiği sokağa yürüdüler. Çünkü Bahar’ın çığlığı hepimizin boğazında düğümlü.
Kadın cinayetleri münferit değil. Bu bir erkek şiddeti düzeni. Ve bu düzeni sürdürenleri biliyoruz: “Boşanmış kadın yalnızdır”, çünkü öyle istenir. Desteksiz, sahipsiz, güçsüz kalsın diye. Oysa o yalnızlık, çoklukla savaşıp hayatta kalmanın adıdır. Patriyarkal anlayış, kadını ancak bir erkekle -kocayla, babayla, oğulla- birlikte güçlü görebilir. Boşanmış kadınlar ise bu denklemde “koruyucusuz” sayılır. Bu, onların hem ekonomik hem de sosyal olarak güçsüz olduğu önyargısını doğurur. Bu nedenle iş bulmakta zorlanırlar, sosyal çevrede dışlanabilirler ya da sürekli olarak “yardım edilmeye muhtaç” görülürler. Bilmezler ki; kadının o yalnızlığı bazen en büyük direnişe dönüşür. Kimsesizliğin içinden kendi gücünü çıkarır kadın.
Kadını yalnızlaştır, sonra da “kolay kadın” diye yaftala. Ezberin adı da bu.
“Kadınlar evde olmalı” diyenler de, ceza indirimleriyle erkekleri cesaretlendirenler de, patriyarkanın bekçileridir ve bu şiddet düzeninin suç ortaklarıdır.
Bu topraklarda kadınlar, bir mahkeme kararına rağmen, bir karakola dilekçe verdikten sonra boğazlanıyor. Ve hâlâ “haksız tahrik” gerekçeleri dolaşıyor. Şiddet tekrarlanıyor: Önce görmezden geliniyor, sonra geçiştiriliyor, ardından kadınlar öldürülüyor.
Kadın cinayetleri bu ülkenin kara aynasıdır. Ve bu aynada sadece öldürülen kadınların, taciz ve tecavüze uğrayan çocukların değil, devlet organlarının, toplumun, adalet sisteminin çürümüşlüğü de görünür oluyor. O aynaya bakmayanlar, işte asıl onlar karanlığı kendi elleriyle büyütüyorlar.
Şiddet Parçalı Görünür ama Merkezîdir
Devlet aygıtı, Kapitalizm ve Ataerki birlikte çalışır.
Şiddet, farklı biçimlerde ve alanlarda görünse de, aslında merkezi bir yapıya dayanır. Hukukun, toplumsal normların ve devlet aygıtının içine yerleşmiş olan şiddet bilinci, olayları birbirinden kopuk, bağımsızmış gibi algılamamıza neden olur. Oysa bu parçalı görünüm, tek bir hedefe yönelmiş sistematik bir şiddetin maskesidir. Devlet, kapitalist düzen ve ataerkil yapı bu ağın farklı dişlileridir; uyum içinde çalışarak şiddeti meşrulaştırır, yayar ve derinleştirir.
Walter Benjamin’in dediği gibi, “Şiddetin eleştirisi, hukukun eleştirisidir.” Bu uyarı, bizi yalnızca fiziksel şiddeti değil, onu mümkün kılan hukuki ve toplumsal yapıları da sorgulamaya çağırır. Şiddet yalnızca yumrukta, silahta, cinayette değil; adaletin içeriğinde, yasaların uygulanmasında, güvenliğin tanımında ve ekonominin işleyişindedir. Sistematik şiddet, toplumun damarlarına işlemiştir; adaleti, yaşamı, doğayı ve insan onurunu tehdit eder hale gelmiştir. Şiddet; hukukun, ekonomi politikalarının ve toplumsal ilişkilerin merkezine yerleşmiştir.
Kapitalizmin Yaşam Düşmanlığı
Kapitalist sistem için yaşam, çoğu zaman gereksiz bir “maliyet kalemi”dir. Üretim ve çıkarlar önceliklidir; eğer bir yaşam formu -ister kadın, ister hayvan, ister doğa olsun -sermayenin önünde bir engelse, ortadan kaldırılması mubahtır. Kapitalizm, yaşamı yalnızca bir “meta”ya dönüştürmekle kalmaz, aynı zamanda değersizleştirir.
Kadına yönelik şiddet, çocuk istismarı, bir sokak köpeğinin öldürülmesi; muhalif bir sanatçının, bir üniversite rektörünün, bir belediye başkanının susturulması veya bir ağacın kesilmesi arasında görünürde farklar olabilir. Ancak bu olayların tamamı, kapitalist düzenin “yaşamı” değil, sadece “çıkarı” önceleyen anlayışının parçalarıdır.
Rosa Luxemburg’un “Ya barbarlık ya sosyalizm” çağrısı, bugün daha da yakıcı bir gerçeklik kazanmıştır. Kapitalizm artık yalnızca adaletsizliği değil, yaşamın kendisini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Yaşama dair ne varsa –orman, kadın, çocuk, hayvan, kültür– sermaye için ya tüketilecek bir kaynak ya da yok edilecek bir “engel”dir.
Bu gerçekliği bazen istatistiklerde, bazen şehir planlamasında görürüz. Ama bazen de kendi mahallemizde, tanıdığımız bir canlının yokluğunda çarpar yüzümüze.
Birkaç günlük seyahatten dönüşümde mahallemizin köpeği Skubi’yi göremedim. O, sadece bir sokak köpeği değildi. Gece geç vakit eve dönerken bize eşlik eder, yabancıyı tanır, çocukları korurdu. Duyduğumda içim parça parça oldu: Gece sokağa giren bir hırsıza havlamış, karşılık olarak bacağına ağır bir cisimle vurulmuş. Komşum Saliş ve muhtarımız hemen veterinere götürmüş ama kurtaramamışlar. O günden sonra sokak daha sessiz, daha savunmasız.
Bir gün apartmandan çıkarken düştüğümde, ilk yanıma koşan ve yardım çağırmak istercesine havlayan Skubi olmuştu. Hastaneden döndüğümde her sabah beni kapıda bekledi, işyerine kadar eşlik etti. O sadece bir köpek değil, mahallenin vicdanıydı. Biz sadece bir canlıyı değil, bir güven duygusunu, bir birlik halini, mahallemizle kurduğumuz bağı kaybettik.
Skubi’nin yokluğu bir işaret fişeğiydi bana: Şiddet, yalnızca insanı değil, tüm yaşamı hedef alıyor. Bir kadının öldürülmesiyle bir köpeğin “uyutulması”, ormanın talan edilmesiyle sahilin doldurulması aynı politikanın sonucudur. Devlet, kapitalizm ve ataerki, yaşamı bütünüyle kontrol altına almak için aynı şiddet ağında buluşur.
Bu şiddet ne rastlantısaldır ne de münferit. Hepsi aynı merkezden beslenir, aynı düzenin parçalarıdır. Ve biz, her gün bu şiddeti yaşıyor, tanıklık ediyoruz. Sessiz kalmak, bu sistemin işlemesine izin vermek demektir.
Skubi’nin kaybı, sadece bir can dostun kaybı değildi. O, sokakta kalan son güven duygusuydu.
Ne Alakası Var Deme
Beyoğlu’nda yaşıyorum. Bir zamanlar burada müzik sokaklara taşar, bağımsız sinemalarda sıradışı filmler izlenir, tiyatrolar dolup taşar, kitapçılarla gazete bayileri gece geç saatlere dek açık olurdu. İnsanlar burada sadece tüketmezdi; konuşur, tartışır, birlikte üretirdi. Veli Bar’da şiir akşamları, Akşam Sefası’nda buluşmalar yaşanırdı. LeMan Kültür Kafe’de yazarlar ve çizerlerle okurlar bir araya gelirdi.
Bugün o Beyoğlu yok. Tiyatrolar kapandı, sinemalar sustu, kitapçılar yerini zincir dondurmacılara bıraktı. Semtin demografisi değişti, kiralar fırladı, yaşayan değil dolaşan bir kitle kaldı. Cihangir Parkı’nın altına otopark, Fındıklı Parkı’nın üstüne beton döken anlayış, şimdi bütün kentlere, kıyılara çöktü.
Çünkü bu sistem için yaşam maliyet, hafıza engel, dayanışma tehdittir.
Gezi Parkı, sadece birkaç ağacı değil; bu kentin tam merkezinde Taksim’in göbeğinde birlikte direnme, kamusal alanda var olma, karşılaşma, buluşma ve söz söyleme hakkını simgeliyordu. O parkta sadece buluşulmazdı; oturulur, düşünülür, konuşulur, nefes alınırdı. Rant yüzünden hedef alındı, betonlaştırılmak istendi. Parkı savunmak, bir kenti savunmaktı. Şimdi orası da bir korkuluk gibi boş tutuluyor. Beton kuşatması altında nefessiz bırakılan Fındıklı Parkı gibi, Gezi de artık “yaşamı tehdit eden bir maliyet kalemi” olarak görülüyor. Çünkü bu sistem, ağaçtan, parktan, köpekten, insandan korkuyor. Yaşamın her izinden ürküyor.
İşte bu yüzden Skubi’nin kaybı sadece bir sokak köpeğinin ölümü değil. O, bizimle yaşayan bir bellekti. Mahallede tanınan, sevilen, kollayan-kollanan bir candı. Onun yok oluşu, bu kentte yaşam hakkımızın nasıl sistemli biçimde gasp edildiğini bir kez daha yüzümüze vurdu.
Kent sadece binalardan ibaret değildir; ruhu vardır. O ruh, sokaktaki esnafla, köşedeki parkla, gece seni yalnız bırakmayan mahalle köpeğiyle, aynı bankta oturduğun komşunla yaşar.
“Ne alakası var?” deme. Kadın cinayetlerinden, sokak köpeklerinin öldürülmesinden, parkların betonlaştırılmasından söz ederken… Yaşadığım / yaşadığımız yerden de söz ediyorum, çünkü gerekli. Çünkü bütün bu olanlar birbiriyle bağlantılı.
Bir yandan Arap sermayesinin ve Arap nüfusunun kontrolsüzce arttığı bir yapı değişimi gözlüyoruz. Bu sadece “yabancılık” hissi değil. Bu, kültürel sürekliliğin bozulması, belleğin silinmesi, kent hakkının tümüyle ortadan kalkması anlamına geliyor. Gelen entegre olamıyor, kalan da artık burada yaşayamıyor. Beyoğlu artık bir “geçiş” alanına dönüştü.
Tıpkı Gezi Parkı gibi, tıpkı bugünlerde betonlaştırılan Fındıklı Parkı gibi Skubi bizim hafızamızdı. Hepsi birer “engel”di gözünde bu sistemin. Çünkü yaşam, bu sistem için bir maliyet kalemidir. Ve kâr etmediği hiçbir hayat biçimi, var olamaz.
Topyekûn Direniş ve Yaşam Savunusu
Bu düzen, yaşamı parçalara ayırarak yönetmeye çalışıyor: Kadın cinayetlerini münferit, hayvan katliamlarını istisna, parkların betonlaşmasını “imar planı” gibi sunuyor. Oysa biz biliyoruz: Kadın mücadelesi, ekoloji mücadelesi, yerel irade savunusu, hayvan hakları… hepsi aynı zeminde buluşuyor. Parçalı direnişler birleşmek zorunda. Çünkü yaşadığımız bu kentte her şey birbirine bağlı; her mücadele ötekinin nefesidir.
Yaşam hakkı için mücadele bir lüks değil, varoluşun ta kendisi. Bizi ayakta tutan, sadece anılarımız ya da mekânlar değil; dayanışmamız, ortak öfkemiz ve birlikte kurduğumuz alternatif yaşam hayalleridir. Bu yüzden enternasyonal dayanışmaya, tabandan örgütlenmeye, şiddetin tüm biçimlerine karşı eşzamanlı direnişe ihtiyacımız var.
19 Mart sürecinde sokakları terk etmeyen öğrenciler, hepimize hatırlattı: Direniş bir bayrak gibi devredilir. Onların cesareti, karanlıkta yanan bir meşale oldu. Bugün onların yanında durmak, yalnızca öğrencileri değil, hepimizi savunmaktır.
Ve evet, bu kentin ve bu ülkenin kent savunucularına her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Görmeye, duymaya, hissetmeye; ama en çok da fark etmeye ihtiyacımız var.
Çünkü, Lenin’in dediği gibi, “Devrim, halkın sabrının tükendiği noktada başlar.”
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sâba Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Deniz Aygün
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖