Köşe Yazıları Hatice Özbay 6 Mayıs 2025
Doğum masasında bağlandım, yıllar sonra bir futbol sahasında tekrar kelepçelendim. Şimdi konuşma sırası bende.
Sahaya çıkan pankartta şu yazıyordu: “Doğal olan normal doğum.”
Altında kocaman bir imza: Sağlık Bakanlığı – Sivas İl Sağlık Müdürlüğü.
Pankartı taşıyanlar: Erkekler.
Sahada, benim bedenime dair cümleler kuruluyordu. Ama ben yine orada yoktum. Görünmez miyim, yok sayılan mıyım?
Sivasspor – Fenerbahçe maçında futbolcular sahaya “Doğal olan normal doğum” yazılı bir pankartla çıktılar ya, işte oradan başlayacağım ve kadının görünmez kılınmasını anlatacağım bu yazıda. Çünkü taşıyanların tamamı erkek ve izleyenlerin de neredeyse tamamı erkekti. Sosyal medyaya düşmeseydi ve televizyonlarda yayınlanmasaydı kadınlar ne kadar duyardı bilinmez. Bu pankart, birçok kadın gibi benim de içimde bir yerleri acıttı. Hatta kanattı.
Kadın Bedeni Hakkında Karar Verme Cüreti
Kadın bedeni hakkında karar verme hakkını kim kendinde görüyor? Bir kadının nasıl doğuracağına kim, neye göre karar verebiliyor? Doğumu “normal” ya da “anormal” diye ayırma cüreti nereden geliyor? Ve neden bu mesaj, erkeklerin ellerinde, futbol sahasından bize dikte ediliyor?
Bu sorular, yıllardır içimde taşıdığım acılara dokundu. Çünkü ben… Altı doğum yapmış, beş çocuk annesi bir kadınım. Doğumun yalnızca tıbbi bir süreç olmadığını, her defasında yeniden başlayan, bambaşka bir yolculuk olduğunu bilenlerdenim. Hiçbir doğum bir diğerine benzemez. Hiçbir çocuk, bir öncekinin tekrarı değildir. Ve hiçbir kadın, bedenine dair kararları, bir kampanyanın sloganlarına göre vermez, veremez, vermemelidir de.
Doğum; korkudur, güçtür, risktir, sevgidir, bekleyiştir, meraktır, heyecandır, en çok da mucizedir. Ancak tıbbi bir karardır ve kişisel bir tercihtir. Ve mahrem bir deneyimdir! İşte bu yüzden de futbol sahasında açılan o pankart yalnızca bir cümle değil; kadınların yaşamına, bedenine ve kararlarına yapılmış fütursuz bir müdahaledir.
Çoğu zaman karar verici biz kadınlar olmayız; çünkü dinleyen az, yargılayan çoktur. Ancak bu “doğum” kararı ya kadının ya da doktorunundur. Oysa şimdi doğumun ne olması gerektiğine dair söz hakkını kendilerinde görenler, bizim adımıza futbol sahasında pankart taşıyor. Ne cüret! Kimden aldınız bu yetkiyi? Hadsizler…
Biz kadınlar hamilelik sürecinde bazen farkında bile olmadan bir veya birçok eşikten geçeriz.
Kendimizi birden fazla labirentin içinde gezinirken buluruz, hamilelik sürecinde ve o doğum eşiğinde. Sorarız kendimize: Bu doğum nasıl olacak? Ben nasıl doğmuşum? Hele ilk doğumsa daha çok sayıda bilinmez bir aradadır. Sonraki hamileliklerdeyse; diğerine benzeyecek mi, vajinal mi olacak, sezaryen mi, ne hissedeceğim, canım çok acıyacak mı? Asıl sorular ise özünde başka yerdedir:
Çocuğum sağlıklı doğacak mı? Ben bu masadan sağ kalkabilecek miyim?
Doğurmanın Eşiğindeydim
İlk doğumuma hazırlandığımı sanıyordum. Ama hazır değilmişim. 80’li yılların Türkiye’sinde büyümek, kadın olmak, doğurmak ve anne olmak… Zordu.
Vajina kelimesinin bile evde fısıldanmadığı, annelerin kızlarına regli anlatırken başlarını eğdiği yıllar… İlk kez regl olan kızlarının yanağına atılan tokatla yanaklarının al al olacağına inan bir nesildendi annelerimiz. Kendi bedenimize sanki dışarıdan eklenmişiz gibi yabancıydık. Ben de öyle yetiştirildim: Temiz ol, sessiz ol, uslu ol… Farklı olansa, Oku, eloğlunun eline bakma. Sonra gelen öğretiler çevremdekilerle benzer; Her şeye karışma, çok gülme, çok soru da sorma…
Ve bir gün evlen, anne ol.
Peki ama nasıl? Kadınlar bedenine dair ilk bilgileri çoğu zaman arkadaş sohbetlerinden fısıltıyla, ya da sokakta rastgele duyduğu cümle kırıntılarından öğrenirdi. Utançla, suskunlukla büyür, kadınlığın ne demek olduğunu kendi başımıza çözmeye çalışırdık.
Yalnız, belirsiz, korkutucu.
O sırada gazetecilik okuyordum; gençtim ve bir yandan dünyayı değiştirme hayalleri kuruyordum. İKD’liydim; Clara Zetkin’le, Rosa Luxemburg’la her geçen gün daha çok yakınlık kuruyor, Marks’ın kavramlarını anlamaya, Lenin’i çözmeye çalışıyordum. Okul kitaplarının yanında, satır satır çizilmiş sol yayınları çantamdan ayırmıyor, her fırsatta arkadaşlarımla tartışıyordum.
Geceleri yazılamaya çıkıyor, afişler yapıştırıyorduk. Bir yoldaşımla evlenmiştim. Hızlı kararlar verdiğim ve yaşadığım günlerdi. Gündüzleri Ankara’da Yeni Ulus gazetesinde çalışıyordum. Aynı zamanda içimde başka bir dünya büyüyordu: hamileydim.
İçimde tuhaf bir sevinç vardı. Evet, hamileydim… Ama neyle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum. Yakalandığım günlerde işkenceden geçmiştim. Vajinamda haftalarca süren kanamalarım olmuştu. Korkmuştum. Anne olamam sanmıştım.
Tüm yoğunluklara rağmen, içten içe çok seviniyordum bu hamileliğe. Evet, hamileydim işte… ama sürecin kendisine dair hiçbir fikrim yoktu.
Soracak kimsem de yoktu. Utanıyordum çünkü. Annem… O da doğumlarını sessizce, kimseye anlatamadan yaşamış bir kuşaktandı. Ona “Anne, doğum ne zaman başlar?” diye sorduğumda sadece, “Günü gelince sancın gelir belli aralıklarla. Anlarsın kızım,” demişti.
Anlattıklarını anlamıyordum. Ne zaman anlayacaktım? Ne sancısı? Ne aralığı? Ne sıklıkla? Ne yapacaktım o sırada? Bu soruların hiçbirinin cevabı yoktu bende. Bedenimle aramda bir yabancılık duvarı örülmüştü yıllar önce, ben şimdi o duvarın önünde sancılarımı bekliyordum. Yetmedi bana. Daha fazlasını sordum: “Kan olur mu? Su gelir mi? Sadece sancı mı olur?”
Annemin cevabı yine kısa ve suskun: “Sevişmeyi nasıl öğrendiysen onu da öğrenirsin. Doğal şeyler bunlar. Anlarsın.” Ama ben anlamıyordum. Üstelik korkuyordum.
Kadınlığın “doğal” sayılan her aşamasının bu kadar yalnız, bu kadar suskun yaşanmasına içten içe isyan da ediyordum. Yalnız kalmak istemedim. O zamanlar bir süre aynı evi paylaşmış olduğumuz İKD’li ev arkadaşım Alev vardı fikrini alabileceğim, bir de dernekten arkadaşım Birgül. İkisi de Hacettepe’de okuyordu ve henüz ikisi de doğum yapmamıştı ancak bana destek olmaya çalışıyorlardı. Bir doktorla konuşmamı önerdiler. Hacettepe’de okuyan bir tanıdıklarından randevu ayarladılar. Gittim, konuştum. Süreci birlikte takip etmeye karar verdik. Birazcık rahatlamıştım, artık doktorum vardı.
Daha Bir Ay Var, Neden Şimdi?
Hamileliğimin sekizinci ayında sınavlarım vardı, okul uzayacaktı, farkındaydım. Sınavlar başlamadan önce kontrole gittim, her şey güzeldi, bebeğim de ben de sağlıklıydık. Cumartesi günü büyük bir keyifle Cebeci Hamamı’na gittim. Sıcak buharın içinde silikleşen yüzlere, gevşeyen bedenlere karıştım. Bir ara kese yapan kadın karnıma bakıp “Yakındır” dedi. Sesinde öyle bir bilgelik vardı ki, ürperdim. Doğuma bir ay kaldığını söyledim. O gün eve dönerken, hâlâ hamamın sıcaklığını vücudumda hissediyordum. Derin derin nefes alıyordum. İçimdeki kadın doğumdan, annelikten, bedensel değişimden, hayatın ne sunacağından habersizdi.
Her şeyin hızla geçtiği bir dönemde, zamanın ne kadar yavaş olduğunu fark etmiyordum.
Geceleri uyandığımda, karnımın içindeki hareketler bana her şeyin başka bir hızda döndüğünü anlatıyordu aslında.
O akşam arkadaşlarla toplandık. Güldük, konuştuk, eğlendik. Canım patates kızartması çekti, bolca yedim. Doymamacasına. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir tuhaflık başladı. Durmadan tuvalete gitme ve işeme isteği… Sebebini anlayamıyordum.
Tuvalete bu kadar sık gitmemin nedenini Nuray anladı. “Hatice, sen işemiyorsun… Bebeğin suyu geliyor olabilir, hastaneye gitmeliyiz” dedi. Hızla toparlandık. İki kadın, iki erkek… Dört kişiydik, “en sakin olan benim” diyordum gülerek. Oysa hiç de sakin değildim.
Doğuma daha bir ay vardı. Daha cuma günü doktorum söylemişti, hem benim hem de bebeğimin sağlığı yerindeydi. Tek tesellim buydu. Hastaneye vardığımızda beni hemen doğumhaneye aldılar.
O bildik jinekolojik doğum masasına yatırıldım. Bacaklarımı iki yana yerleştirip bağladılar. Başımda on beş kadar doktor vardı, meğer hepsi doktormuş, ama uzmanlık öğrencisiymiş. Sürekli konuşuyor, beni hazırlıyorlardı. Ben ise hâlâ anlamaya çalışıyordum:
“Daha dün kontrole geldim. Her şey yolundaydı. Doğuma daha bir ay var. Neden şimdi?”
Suyumun tamamen gelmiş olduğundan ve kısmi “açıklık”tan bahsediyorlardı. Kalkmak istedim.
“Kocam dışarıda, ona haber vermem gerek… Hem yarın sınavım var, bu doğum olmaz, olamaz!” diye söylenirken, birden el ve ayak bileklerimden sıkıca bağlandım. Hiçbir şey kontrolümde değildi artık. “Sezaryen istemiyorum!” diye bağırıyordum. “Tamam, yapmayacağız. Sana yardımcı olacağız. Ama sancın yok, bebek susuz kaldı,” diyorlardı.
Sözde beni rahatlatmaya çalışıyorlardı ama sanki ellerinden gelse ağzımı da kapatacaklardı. “Suni sancı”dan bahsediyorlardı, ne olduğunu bilmiyordum.
Heyecandan zaten doğal sancılarım kesilmişti. Diğer yandan çocuk doktoruna haber verilmiş, bebek için kuvöz hazırlatılıyormuş. Tüm bunlar, suni sancı iğnesi yapılana kadar duyabildiklerim. Gözüm doğumhanenin duvarındaki saate takıldı: 01.15.
Sol dirseğime kateter takılıp suni sancı verilmeden hemen önceydi. O iğneden sonra neyin sancı olduğunu, neyin kıvranmak olduğunu anladım. Çok az kadında görülen bir durum başıma gelmişti: Verilen doz fazla gelmiş, sancının şiddetinden bayılacak hale gelmişim, vücudum yer yer morarmaya başlamıştı.
Bir noktada, doğumu kolaylaştırmak için vajina ile anüs arasındaki bölgeye, yani perineye epizyotomi uyguladılar. Bu, makasla yapılan cerrahi bir kesiydi. Kesildiğimi hissetmedim bile; zaten acının zirvesindeydim. Ne olduğunu anlamadan olmuştu. Hiçbir şey söylenmemişti.
İç ve dış kesiklerimi, bileklerimdeki izleri, o morlukları anlatmama gerek yok sanırım…
Kızımın ağlama sesini hayal meyal duyduğumda saat 03.15’miş. Her şey hem çok yavaş, hem çok hızlı, hem zamansız, hem çok acılıydı. Tuhaf bir durumdu bu… Bedenim, zihnim ve zaman birbirine dolanmış gibiydi.
Canım yanıyordu, kimse duymuyordu. Belki de duyuyorlardı ama beni duymamayı tercih ediyorlardı. Sadece ağrı vardı. Çok fazla acı.
Odama götürüldüğümde baygındım. Neden bayıldığımı sonradan öğrendim. İlacın dozu fazla gelmişti. Verilen suni sancının etkisiyle vücudum dayanamayacak hale gelmiş, sıklaşan sancılar ve kesintisiz acı yüzünden bilincim kapanmış, doğumla birlikte vücut gevşemiş, kendini bırakmıştı.
Uyandığımda yanımda kızım yoktu. Babası “Kızımız oldu ama kuvözde” dedi. Sesi sanki çok uzaktan geliyordu.
Doktorum kontrole geldiğinde art arda sordum: “Ben neden erken doğum yaptım? Neden bayıldım? Her tarafım çok ağrıyor… Bana ne iğnesi yaptınız da ben bu kadar sancı çektim?”
Öğrendim: Bir gün önce gittiğim hamamın sıcağı, buharın da etkisiyle damarlarımı açmış. Üstüne sınav stresi eklenince… Erken doğumun açıklaması buydu onların dilinde. Bir de tabii, verdikleri suni sancı. O nedenle doğum süreci hızlanmış. Buna mecburlarmış, çünkü bebek susuz kalmış.
Ama asıl hikâye, hastaneden ayrılırken ortaya çıktı. Meğer o gün benimle ilgilenen iki uzmanlık öğrencisi, birbirlerinden habersiz bana iki farklı noktadan suni sancı vermiş. Yani iki ayrı doz, tek bir bedene yüklenmiş.
İlk doğumlarına giren iki jinekolog adayının hatasıyla, ilk kez anne olan ben ölümle burun buruna geldim. Ölebilirdim. Ve bunu asla öğrenemeyebilirdim.
O gün kendime bir söz verdim: Bir daha doğum yaparsam, asla böyle büyük ve kalabalık, öğrenci dolu bir hastanede doğurmayacağım.
Ben Doğurdum, Siz Slogan Attınız
O gece doğumhanede gelmeyen sancı sonrasında geldi işte. Ama bir başkasının bana “doğal olan budur” demesiyle değil. Kendi içimden gelen, bedenimin bana verdiği sinyallerle geldi. Sezaryen mi olacaktım? Vajinal doğum mu yapacaktım? O anda sadece o anın, o anıya dönüşecek deneyimin içindeydim. O an, korkularım ve kararlılığımdı. O an, yalnızca bana aitti. Ama işte, o bana ait olan anlar yıllar sonra bir futbol sahasında erkeklerin ellerinde taşınan pankartla yeniden bana dayatıldı. “Doğal olan normal doğum.”
Ne demek bu? Ne ara doğurma şekli erkeğin elinde taşıdığı bir slogana dönüştü?
Yıllardır bedenime, kararlarıma, deneyimlerime dair kimseye hesap vermemek için kendimi eğitiyorum. Konuşuyorum, yazıyorum, anlatıyorum, okuyorum. Kadınlarla bir araya geliyorum. Doğum hikâyeleri dinliyorum. Yıllarca Hürriyet gazetesine bağlı Anneyiz Biz ve Hamileyiz Biz dergilerinde kadınların doğum ve hamilelik anılarını dinledim, yazdım. Yetmedi, üstüne Annelik Ömür Boyu adlı kitabımda bu anılardan bir kısmını topladım.
Ve her defasında yeniden öğreniyorum:
Her kadının bedeni biriciktir.
Her doğum bir yolculuktur.
Ve her kadın, kendi bedeninin rehberidir.
O pankart işte, bütün bu biricikliği yok saydı.
Bizi başkalarının kararlarına mahkûm etmeye kalktı.
Sivas İl Sağlık Müdürlüğü’nün “iyi niyetli” olduğunu düşünenler olabilir. Bilinen sözdür, İyi niyet iyi akıbet, derler.
O pankart, bilinçli yerleştirilmiş bir ataerkil tuzaktı.
Bizi dışlayan, görünmez kılan, kararı erkeklerin eline tutuşturan bir düzenin yeniden inşasıydı. Hadsizliğe bak!
Kadınlar doğurur.
Kadınlar taşır.
Kadınlar karar verir.
Kadınlar kanar, iyileşir, yürür.
Ve kadınlar susmaz.
Ben susmuyorum.
Çünkü biliyorum: Doğurmak yalnızca bir eylem değil, aynı zamanda bir hak.
Ve hiçbir hak, futbol sahasında erkeklerin elinde taşınan bir sloganla tarif edilemez.
Doğumun doğallığını da, doğallığın normalliğini de, neyin uygun olup olmadığını da kadınlar belirler.
Kadınlar konuşur.
Kadınlar yaşar.
Kadınlar yazar.
Ve şimdi biz; kendi hikâyemizi, doğumumuzu, bedenimizi, kelimelerimizi geri alıyoruz.
August Bebel, 19. yüzyılda yazdığı Kadın ve Sosyalizm’de kadın bedeninin sadece üretim için değil, yaşam için var olduğunu anlatmıştı. Kadının yalnızca doğurganlığıyla tanımlanmasını eleştiriyor, kadını hem toplumsal hem de bireysel bir özne olarak tanımlıyordu. Bugün hâlâ aynı yerde debelenmemiz ne acı. Erkek aklın elinde doğum, bir yeniden üretim aracı, kadının bedeniyse bir yeniden görev alanı olarak karşımıza çıkarılıyor. Sivas’ta taşınan o pankart, işte bu yüz yıl öncesinden kalma tahakkümün bugünkü sureti. Kadının “doğal”ı tarifleniyor, tercihi şekillendiriliyor, hatta bedeni bir kez daha erkeklerin dilinde dolaşıma sokuluyor. Sanki bir kadın ne zaman, nasıl, hangi biçimde doğuracağını bilmiyormuş gibi. Sanki doğumu en başından itibaren yalnız yaşayan biz değilmişiz gibi.
Kadınlar hep bu yüzden bağırır. Bazen bedenini saran ağrılarla, bazen bir hastane koridorunda, bazen susarak.
Ben acıyla bağırdım.
O anları anlatmak değil sadece unutmamak istiyorum.
O doğum masasında yalnız değildim; yanımda tarih, mücadele ve bütün kadınlar vardı.
August Bebel aynı kitapta, kadın özgürlüğünün bireysel bir mesele olmadığını, toplumu değiştirmeden kadının hakikatini değiştiremeyeceğimizi söyler.
Ben o gece, doğum masasında bunu iliklerime kadar hissettim.
Kadınlar karar veremezmiş gibi davranıldı. Bedenim bana ait değilmiş gibi. Ben o gece sadece bir bebek doğurmadım. Bebekle beraber bir de öfke doğurdum.
O öfke büyüdü. Ve bana bir daha asla demeyi öğretti. Bir daha bedenimi teslim etmeyeceğim. Bir daha sessiz kalmayacağım. Bir daha, ne olursa olsun, bilgilenmeden, sormadan, sorgulamadan hiçbir şeye “tamam” demeyeceğim.
O gün doğum yaptım.
Ama asıl o gün doğdum ben.
“Bedenim benimdi ama karar onların. Acım benimdi ama sorumluluk onların bile değildi.” (A. Bebel)
Peki ya bedenim üzerindeki bu tahakküm yalnızca benim değil, bizim ortak hikâyemizse?
Görsel: Ressam Janya Babahan – Ruhun haykırışı
Önemsiz\leştirilen kelimeler, kıstırılmaya çalışılan çığlık ruhun haykırışı olur.
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Evrim Kaya
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖