Köşe Yazıları M. Hazal Çakmak 23 Mayıs 2024
Sonu hiç gelmeyecekmiş gibi hissettiren koskoca bir iç sıkıntısına yer var mı mesela? Ya da bu dünyaya ait değilmiş gibi hissetmeye? Her gün uyanıp dünyadaki herkesten başka bir yöne doğru kürek çekiyormuş gibi hissetmeye yer var mı?
İnsan yaşadıklarının toplamıdır diye bir inanış var. Tamamen yanlış değil belki, ama kritik derecede eksik bir tespit bu. İnsan daha ziyade yaşadıklarından çıkardığı yorumların toplamı olabilir. Çünkü başımıza ne geldiğindense onu nasıl yorumladığımız, zihnimizdeki kitaplığın hangi rafına koyduğumuz, kendine benzeyen diğer anıların yanına kaldırmadan önce üstüne hangi etiketi yapıştırdığımız, hangi fikri o anıda kristalize edip cebimize koyduğumuz belirliyor totalde ne biriktirdiğimizi. Yaşadıklarımızı nasıl yorumlayacağımızı ise en genel ifadeyle içinde yaşadığımız toplumdan öğreniyoruz.
Örneğin bundan elli yıl önce, öğrendiklerimizi şekillendiren parametreleri takip etmek belki çok daha kolaydı. Aile, konu komşu, okul, iş hayatı, romantik yaşamda karşılaştığımız olaylar, belki televizyon, gazete ya da okuduğumuz bir kitap gibi gündelik yaşamın içinde, bize sirayet eden, bizi şekillendiren unsurların izi çok daha kolay sürülüyordu. Oysa şimdi, sosyal medya dediğimiz dipsiz bucaksız gayya kuyusu, doğruyu yanlışı ayırt etmeye ya da buna müdahale etmeye imkân bırakmıyor. Elbette tek suçlu sosyal medya değil kendi başına, hatta sosyal medya salt suçlu da değil muhakkak. Kitap okuma tekniklerinden spor rutinlerine, tarihsel akademik tartışmalardan ASMR videolarına kadar oldukça geniş bir bilgi/ilgi spektrumu sunan bu mecralardan ne alacağınız size kalmış.
Size mi kalmış hakikaten?
Sanayi Devrimi’nden bu yana içinde yaşadığımız köylerden kentlere, kentlerden metropollere, metropollerden küresel bilgi ağına sürekli genişleyen bir sistemin içinde bulduk kendimizi. Küçük ölçekli hayatlarımızı, sınırlı insanla temas ettiğimiz, çok daha dar bir bilgi akışı içinde yaşamımızı sürdürdüğümüz ve daha fazlasına, eğer buna iştah duyarsak erişebildiğimiz; erişmek için çaba sarf etmemizi gerektiren bir dünyayı, tüm tarihsellik göz önüne alındığında oldukça kısa olan yüz yıl gibi bir periyotta geride bıraktık aslında. Bugün istediğimiz her şeyden anında haberdar olabileceğimiz, beğenmediğimizde alternatifini arayabileceğimiz, kim olmak istiyorsak onu olmak için tüm basamakları hızla çıkabileceğimiz bir dünya serilmiş durumda ayaklarımızın altına. Sosyal medya da bunun alametifarikası. Geçen yüzyıl boyunca tartışılan, “Kim olmak istiyorsam olabilir miyim gerçekten?” sorusu etrafında şekillenen ve daha ziyade somut koşullara dikkat çekmek isteyen politik, ekonomik, sosyolojik tartışmaları geride bıraktık.
Bugünün sorusu: “Kim olmak istiyorum?”
İlk sorunun geride kalış sebebi, sorunların çözüldüğü, isteyen herkesin istediği kişi olabildiği bir dünya kurduğumuz için değil elbette. Son elli yıldır salt yerel düzeyde değil, küresel ölçekte de hızla siyasetsizleştirildiğimizden, antipolitikleştirildiğimizden, bireyselleştirildiğimizden. Koskoca bir dünya sistemini, kitlelerin yaşamını, dünyanın ne kadar süre daha yaşanabilir bir yer olacağını es geçip, bu kocaman soruların üstünden atlayıp başka soruların peşinden gidiyoruz bugün. Kendimize, içimize, özgücümüze dönüyoruz. Olaylara “doğru tarafından” bakmayı, “olumlamayı”, özsevgiyi, iyiyi çağırmayı, kötüyü “iptal” etmeyi biliyoruz artık. Etrafta olanlardan soyutlanıp, “anda kalıp”, kim olmak istediğimize odaklanıyoruz. Arayıp taramaya gerek yok; elimize telefonu aldığımız anda, içine ne zaman dahil olduğumuzu bile hatırlamadığımız mail gruplarından SMS’lere, hesabımız olan sosyal medya mecralarından müzik dinleme uygulamalarına kadar bir paket sunuluyor. Seç beğen al. Seçtiklerin, beğendiklerin, aldıklarınla; “kabul” ve “iptal” ettiklerinle istediğin “ben”i yaratmak senin elinde artık. Modern bir Frankenstein hikâyesinin baş kahramanları olarak bizler, son sürat manipüle edilmiş, birbirine uymayan, toplama tercihlerimizle, birbirimize çarpmadan yetişmeye çalıştığımız yerlere koşabiliyoruz böylece.
Yukarıda bahsettiğim devasa sistemin içine dahil olmak elbette hayatı algılayışımızı da yaşayışımızı da kökten değiştirdi. İçinden çıkamadığımız öyle çok konu birikti, önceki nesillerin hiç deneyimlemediği biçimde hayat öyle girift bir hale geldi ki bir yanıyla sosyal medyayı suçlamak kolaylaştırıyor devam etmeyi. Üstelik gerçekten azımsanamayacak, hatta neredeyse ölçülebilir miktarda aşındırıcı bir etkisi oldu gündelik yaşam pratiklerimizde. Ancak hikâyenin düğümlendiği nokta sosyal medya değil kanımca, sosyal medyayı bugünkü biçimine doğru şekillendiren bir Zeitgeist’tan, bu çağa rengini veren bir ruhtan söz etmeyi gerektiriyor bu makro dönüşüm. Herkes başka gözlükler takıp başka şekillerde yorumluyor gördüklerini muhakkak. Ancak ciddi bir toplamın mutabık kaldığı tek makro açıklama sanırım neoliberalizm.
Sosyal medya çağından önce sosyalleşmeyi öğrenmiş, ancak ona da entegre olmayı başarabilmiş nesiller (takribi 90’ların ilk yarısı ve öncesinde doğanlar) bir miktar mesafelenerek, daha eleştirel bakabiliyorlar süreci yorumlarken. Ancak mesele yorumlama, analiz etme ile sınırlı değil ne yazık ki. Bizi dönüştüren, şekillendiren, hatta bazen kendimizle ciddi bir mücadele içine sokan bu sürecin üzerimizdeki etkilerini kontrol etmek hiç kolay değil. Piyasada bir karşılığı olmayan unsurlarla donatılmış bir insani değerler sisteminde ısrar etmek, doğruda durmaya çalışmak, neyi sevip sevmediğini örneğin, tüm dışsal müdahalelerden bağımsız kurgulamaya çalışmak gerçek bir mesai ve duygusal emek gerektiriyor ve ne yazık ki çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlanıyor.
Diğer yandan aslında bunu bir uyumlanma meselesi olarak görmek ve ayak uydurmak o kadar da zor değil. Bu nedenle siyasetçiler, bu sistemin içine doğan ve bir parçası olmakta hiç zorlanmayan 2000 sonrası doğanları anlamak için olağanüstü çaba harcıyor. “Z Kuşağı” olarak da isimlendirilen genç insanlar bunu hakkıyla yapıyor çünkü. Bu çağın ruhunu sırtlıyor, her gün biraz daha karmaşıklaşan hayatımıza dair kadim soruların üstünden atlıyor ve usta bir sörfçü gibi salınıyor dalgaların arasında, dibe hiç bakmadan. O yüzden yeni neslin tercihlerini ölçen anketler arasında, çok kısa bir süre geçmesine rağmen ciddi tutarsızlıklar gözlemleniyor. Ya da bu tercihleri manipüle etme gücüne sahip sosyal medya odakları, geleneksel yöntemlerden farklı incelemelere ihtiyaç duyuyor, dikkatle bakılmadan görülemiyor kritik belirleyenler.
Toparlamak gerekirse, bugün hayatın her alanı, toplumbilim kitaplarına konu olmuş kanon analiz çerçevelerini altüst etti. Neoliberalizm gibi devasa bir başlıkla isimlendirdiğimiz bu sistemde akış daha farklı. Muzun sanat eseri, makale sayısının akademik yeterlilik, dinin siyasi liyakat, görülen ülkelerin entelektüel kapasite olarak kabul edildiği bu düzlemin değer sistemi de o değer sistemi etrafında şekillenen “piyasası” da önceki dönemlerden farklı. Bu piyasada alınır-satılır kılınabilenler dışındaki her şey ilgi alanımız dışında kalıyor. “New sexy” kılamadığınız, piyasada değişip karşılığında bir şey elde edemediğiniz, size getirisi olmayan her şey, buna Antik Yunan’dan beri insana ve topluma dair sorulan sorular da dahil, uzay boşluğunda yok oluyor.
O halde baştaki soruya dönecek olursak, neden bu dünyaya ait değilmiş gibi hissediyoruz? Daha da önemlisi, böyle hissetmeye iznimiz var mı? Tüm dünya, yaşadıklarımızın sorumluluğunu almak için bizi iteklerken; yaptığımız tercihlere, kişisel iyi oluşumuza, nasıl göründüğümüze, nasıl bir yaşam sürdüğümüze odaklanmak için sürekli bizi aşırı teşvik ederken, dünyayı “be positive” sloganıyla donatırken, bu çağda hangi duygulara yer var?
Sonu hiç gelmeyecekmiş gibi hissettiren koskoca bir iç sıkıntısına yer var mı mesela? Ya da bu dünyaya ait değilmiş gibi hissetmeye? Her gün uyanıp dünyadaki herkesten başka bir yöne doğru kürek çekiyormuş gibi hissetmeye yer var mı?
Elbette var.
Ama önce, sadece kendimizi gördüğümüz aynaları ortadan, başımızı telefondan, bedenlerimizi rahat koltuklarımızdan kaldırıp dışarı çıkmaya ihtiyacımız var. İtildiğimiz bireyselleşme kuyusundan çıkmaya, bizi her gün yıkan ve kendimizi yeniden toplayıp devam etmeye mecbur kılan süreçlerin etrafımızdaki diğer insanlara da bize ettiklerinin aynılarını ettiğini görmeye, bunun bizim kişisel tercihlerimizden ziyade hayatlarımızın her zerresine sirayet etmiş zehirli bir gaza benzediğini ve sürekli yayıldığını fark etmeye ihtiyacımız var. İnanılmaz örgütlü bir sistemin yemek yeme alışkanlıklarımızdan cinsel yaşamımıza kadar hayatımızın her alanını sinsice şekillendirdiğini; eşzamanlı olarak da bize, tek tek bizlere, bireysel olarak, kendimize odaklanarak, anda kalarak, kişisel bütünlüğümüzü ve akıl sağlığımızı korumak için telkinde bulunduğunu görmeye ihtiyacımız var. Bunun dışında kalmanın mümkün olmadığını ya sistem tarafından öğütülüp bir kenara atılmaya razı olmak ya da karşısına geçip bizim gibi hisseden, düşünen insanlarla bir arada durarak bununla mücadele etmek dışında bir seçenek olmadığını idrak etmeye ihtiyacımız var.
Örgütlü kötülükle bireysel olarak mücadele edilemeyeceğini bilmeye ihtiyacımız var.
Yazar Hakkında Bilgi
Okur, düşünür, tartışır, bazen yazar. İçinde hissettiği yangının adını feminizm koyduğu ilk yer olan Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden 2015 yılında mezun oldu. 2017 yılında hocaları KHK silsilesiyle akademiden uzaklaştırılınca arkadaşlarıyla birlikte “alternatif bir akademi tahayyülü” yaratmak üzere Universus Sosyal Araştırmalar Merkezi’ni kurdu, çeşitli pozisyonlarda görevler aldı ve burada araştırmalar yürüttü. 2019 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümünde yüksek lisansını tamamladı. 2021 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktorasına devam ediyor. Özne, kültür, toplumsal kırılma, değişim gibi ucu bucağı olmayan konulara kafa yoruyor, bunları makro siyaset içinde konuşmayı dert ediyor. En sevdiği özelliği, kendisini rahatsız eden her konuda fikir beyan etme isteği.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖