Köşe Yazıları Sinem Yıldız 13 Mart 2024
“Gün senin
Çünkü sen
Onu kentin haramilerinden
Dövüşerek aldın
Çalışarak aldın
Gün senin
Şimdi sen
Irmağa dökülen derecik
Girdin yoğun geceye
Güneşte kurumuş yatağın
Yorgun taşlarınla
Kendine kendine bakıyorsun
Geceyi dinliyorsun
…” 1
1970’li yıllarda dünyanın pek çok yerinde karanlığı ve sokakları delen bir talep yükseldi kadınlardan; Almanya’da, Amerika’da, Kanada’da, Roma’da, İngiltere’de kadınlar, erkek şiddetine karşı sokaklara döküldü ve “reclaim the nights”2 dedi. Benim “geceleri temellük et”3 olarak çevirdiğim bu slogan, kadına yönelik şiddete karşı atılan en güçlü sloganlardan biri olarak tarihe geçti.
Bu özel alanla kamusal alan ayrımını da sorunsallaştırmak demekti. Özel alana ait olduğunu düşünülen ev içi şiddeti de ev dışında kalan mekanlarda kadına yönelik şiddeti de sokaklarda, yani kamusal alanlarda tartışmak anlamına geliyordu. Geceyi temellük etme isteğinin mekânsal karşılığı olduğu gibi esasen yaşama dair her türlü talebimizin mekânsal izdüşümü bulunmaktadır. Yıllar önce, şiddetsiz sokaklar için olan talebimiz, bugün kentin bütün güzel kıvrımlarına ve köşelerine sahip olma talebine dönüşmüştür. Kentle olan ilişkisi yıllarca yalnızca “güvenlik sorunu” olarak ele alınan kadınlar, hayatın tümüne taliptir. Gecelere talip olmanın ise tabii ki tarihsel bir anlamı da vardır, aynı “reclaim the nights” eylemlerinde olduğunu gibi. Ünlü “Yıldızlı Geceler” tablosunu, gecenin tüm renklerine hakim olması mümkün olmayan bir kadın resmedebilir miydi? Ya da geceleri tüm incelikleriyle anlatabilen edebi dizeleri, kadınlar tüm ayrıntılarıyla yazabilir miydi? Kaçımız bugün, kafamız attığında bir “gece yürüyüşüne” çıkabiliyoruz? Kaçımızın bir sofrada bir araya gelmiş dostları güldürebilecek bir esnaf ya da taksici anısı var? Yaklaşık 100 yıl önce, Virginia Woolf “Kendine Ait Bir Oda”da tüm bu soruların benzerlerine yanıtlar aramıştı aslında. 100 yıl sonra da hala benzer soruları sormaya devam ediyoruz; toplumun yarısı olan biz, neden günlerin yarısına talip olamıyor, hatta “güneşli” diğer yarısına da yarım yamalak sahip olabiliyoruz.
Talebin Mekansallaşması; Kadınların Kent Hakkı
“Kent hakkı” kavramı esasen 1968 yılında, Henri Lefebvre’in “Şehir Hakkı”4 olarak çevrilen kitabında incelediği radikal bir kavramdır. Lefebvre’e göre hayatı değiştirmek, mekânı ve mekânda şekillenen toplumsal ilişkileri değiştirmekten geçer. Kent hakkının amacı ise, mekânda var olan güç ilişkilerini açığa çıkarmak, iktidar ve sermayenin “çöktüğü” alanları, toplumdan ve mekânlardan dışlananlar lehine temellük etmenin imkânlarını aramaktır. Lefebvre’e göre, birbirinin tamamlayıcısı olan ve kent hakkını oluşturan iki kavram vardır; kentteki mekânları kontrol etme ve süreçlere katılımı tarif eden “oeuvre”, değiştirme ve üretimi tarif eden “temellük hakkı”. Katılım hakkı (oeuvre), kentte yaşayanların devletin ve sermayenin mekân üretimini etkileyen müdahalelerine ve kentsel mekânlarda toplumsal ilişkilerini belirlemek için mekânların üretim süreçlerine katılımı tanımlar. Mülkiyet ile aynı kökten gelen temellük hakkı, mülkiyet hakkından farklı olarak kullanılmaktadır. “Temellük hakkını” ve temellük etme eylemini yurttaşların yaşadığı ve kendi tasarrufunda olması gereken ancak sermaye tarafından el konmuş mekanların ve zamanın geri alınması anlamında kullanmak doğru olacaktır. Temellük hakkı “kentsel mekânın içinde yaşama, oynama, çalışma, onda temsil edilme, onu tanımlama ve işgal etme”5 hakkını barındırır. Katılım ve temellük hakkı, yurttaşların aktif katılımıyla kentin bütün imkanlarına erişimin yurttaşlara bırakılmasını talep etmektir. Bu talep kentte ikamet etmeyi de barındırır. Bu sebeple mülkiyetten farklı olarak kentte yaşayan, çalışan, eğitim gören herkes için barınma hakkını da talep eder. Mülkiyet ilişkisi dışlayıcıdır, “kente el koyma hakkı” olarak kent hakkı ise mülkiyet hakkının tam karşısındadır ve kapsayıcıdır.
David Harvey’e göre de kent hakkı, yalnızca var olan mekânlara erişim hakkıyla sınırlı değildir. Aynı zamanda bu mekânları değiştirme hakkını da kapsar.6 Ancak bu yaklaşımların cinsiyet körü olduğunu, toplumda var olan güç ilişkilerinde eril düzenin etkisini önemli bir paradigma olarak ele almadığını eklemek gerekir. Elbette bu yaklaşımlar “mekânlardan dışlanan” gruplara kadınları da eklerler ancak kadınların özellikle mikro alanlarda farklılaşan taleplerini ve sorunlarını görmezler. Oeuvre kavramı olarak tanımlanan “katılım hakkı” daha çok kamusal alanla ilişkilidir ancak kadınlar kamusal alanlardan dışlanmaktadır. Kamusal alan çoğunlukla toplum tarafından makbul kabul edilen bireylere aittir. Yani ya erkeklerin çoğunlukta olduğu mekânlar karşımıza çıkar ya da “makbul” görünmek zorunda bırakılan kadınlar. Görüldüğü üzere, kent hakkı kavramı kullanılmış ancak uzun bir süre özel alandaki ilişkilere tam anlamıyla bakılmamış; kamusal alana bakıldığında ise kadınların katılımı verili bir gerçeklik olarak kabul edilmiştir.
Özel alan ile kamusal alan arasındaki ikiliğin kırılması gerektiğini, kadınların kamusal alanda varlığını mümkün kılmak için özel alana aitmiş gibi gözüken ve kadınlarla özdeşleştirilen “evi içi görünmez emek” alanına da bakmak gerekir. Bununla beraber kadınların kamusal alana katılımı önünde en büyük engellerden biri olan şiddete uğrama korkusunu ortadan kaldıracak araçlar da geliştirilmelidir. Güvenli kent mekânlarının tasarlanması bunun araçlarından biri olabilir. Yine kent mekânı tasarlanırken iş/ev arası mesafelerin planlanması, kamusal altyapı imkânlarının geliştirilerek güvenli ulaşım biçimlerinin mümkün kılınması, tanımlı kent haritaların yaygınlaştırılarak yıllarca “ev içinin nasıl göründüğünü ve düzenlendiğini” öğrenmek zorunda kalan kadınların kent algısının oluşturulması sağlanabilir. Aynı zamanda kadınlar, mekânı talep ederken, zamanı da talep ederler; etmek zorundadır. Ev işleriyle geçen saatler, neden sokaklarda dolandığımız saatlerle geçmesin ki? Çalışamayan kadının çalışamamasının bir sebebi var. Çalışan kadının ise tüm gün düşündüğü “eve gidip çamaşırları yıkayayım” mı olmalı?
Talebin Sloganlaşması: Dövizlere Yansıyan Kent Hakkı
Kadınların kentle tek ilişkisinin “korku” hissi çevresinde geliştiğini söylemek, kentin özgürleştirici potansiyellerini ve imkanlarını görmemek olacaktır. Kente dair taleplerimizin belki de en görünür olduğu anlar 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşlerinde, 25 Kasımlarda ya da sair kadın eylemlerinde, sokaklar ve gecelerde salındığımız bu günlerde, dövizlere yansıyan sloganlardadır. Her gün hem özel hem kamusal alanlarda gündelik yaşamı deneyimleyen kadınların dile gelmiş, kalemden dökülmüş cümleleri çok açıkça kent hakkının ne ifade etmesi gerektiğini gösterir.
Kadınların kente dair talepleri “güvenlik” ile sınırlı değildir diye ısrarla belirtmek gerekir; ama kente ait olma, kamusal alanda var olma, hizmetlere erişme gibi pek çok diğer talebin de neredeyse önkoşulu haline gelmiştir “güvenlik”. Kamusal alanda erkek şiddeti, yalnızca fiziki şiddet olarak kalmayıp sözlü tacizden “erkek bakışı altında kalmaya” kadar geniş pratiklerde kendini gösterir. Bununla beraber kadınlar yetersiz aydınlatma, seyrek toplu ulaşım, ıssız sokaklar gibi sebeplerden şiddete ve tacize uğrama korkusu yaşamaktadır. Kadınlar, erkeklerin denetimi ve egemenliği altındaki kentsel mekanlarda güvenliklerinden endişe etmektedir.7
Bu sebeplerle kadınlar, evlerinin yakınlarında bulunan parklara gitmekte, mahalledeki dükkanlardan alışveriş etmektedirler. Bu da kadınların kent hakkına kısıtlı erişimine sebep olur. Pek çok kadın eyleminde dövizlere şiddetsiz bir dünya için mücadele eden kadınların talepleri yansımaktadır.
Kadınların “batsın bu dünya, biz yeniden planlarız” deme iradesinin en güçlü şekilde sokaklarda nasıl yükseldiğini aşağıdaki pankartlarda görebiliriz. İşin komik tarafı şu; bugün, kentte nerede kreş nerede park olacağına karar verme, kente dair söz söyleme üzerine eğitim veren üniversite bölümlerinden olan Şehir ve Bölge Planlama eğitimini alan öğrencilerin çoğunluğu kadınlardan oluşurken, ne oluyor da kadınlar hem karar verici aşamalarda bulunamıyor hem de bu kadar kadının bu eğitimi almasına rağmen hala kente dair bakışımız bu kadar “erkek” kalıyor.
Kentsel kamusal alanlarda var olmak, bunun da ötesinde dereler, ormanlar, yaylalar gibi müştereklerimize sahip çıkmak da yine kadınların dile getirdiği taleplerden. “Meydan da bizim, gece de; barış da biziz, devrim de” diyen kadınlar, kente dair taleplerini devrimci bir tutum ile birleştirmiştir.
Barınma hakkı, kent hakkının en başat öğelerindendir. Kente dair söz söylemenin kentte ikamet etmekten geçtiği düşünüldüğünde, özellikle kadınların barınma hakkına erişimde yaşadığı sorunlar daha da belirginleşir. Son yıllarda yaşadığımız konut ve barınma krizinden en çok etkilenenler de elbette kadınlar olmuştur. Toplumun dayattığı “makbul kadın” standartlarına uymayan bekar kadınlar, çocuklu ve yalnız kadınlar, bununla beraber engelli ve yaşlı kadınlar, genç üniversiteli kadınlar da barınma krizinden en çok etkilenenlerden.
Barınma hakkına zor bela erişse de kadınlar yaşadıkları yerlerde “rahat” olmadıklarını sık sık dile getirirler. Sara Ahmed, eril bir düzende rahat etmenin çevreye uyum sağlamakla mümkün olduğunu söyler.7 Bu da kadınların farklılıklarını özgürce yaşayamadığını ve “makbul” olan neyse ona göre şekil almak zorunda olduğu bir kent meydana getirir. Kent hakkının temel direklerinden olan “değiştirme iradesi” ise bu durumda yok olur elbette. “Evin direğinin erkek olduğunu” söyleyen eril düzenle dalga geçmeyi barınma hakkına dahil olan sağlıklı ve güvenli konutlarda yaşama talebiyle bir araya getiren kadınların “evin direği kolondur” sloganından daha güçlü bir ifade düşünmek mümkün mü?
Kadınların kente dair talepleri, kamusal alanlara dair olan taleplerden elbette çok daha fazlası. Kente dahil olma imkanlarının ev içi görünmez emek gibi “görünmez” engelleri olduğunu bilen kadınlar “tabuları yıkarım, bulaşıklara karışmam” diyerek dolaylı görünen kent ve zaman hakkı talebini dile getirmiştir. “Dağları delme Ferhat, evi süpür” sloganı da, bize sunulan “aşk” anlatısını sorgular, özel alana hapsolan ve kadınlara özgülenen ev içi emeği sorunsallaştırır. Kadınların sokaklardan yükselen talepleri, aslında kent hakkına dair talepleridir. Aynı kentin sunduğu oyun imkanı gibi bunu bazen en akıllıca ve komik ifadelerle dile getirirler bazen de bıçaktan daha keskin, demirden daha güçlü kelimelerle.
O zaman en güzel kentleri bizlerin yaratacağını, ama gerekirse her şeyi yakıp yıkacak irademiz olduğunu da hatırlatan –üstelik yazarı olmaktan ömrümün sonuna kadar gurur duyacağım- bir sloganla bitirmek isterim. Gece karanlıktan korkarsan, bu kenti ateşe veririz!“…
Bağrımızda yıkılası dünyaya
Yetecek ateşi beslediğimizi
Kim bilir kim bilebilir.” 8
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖