Köşe Yazıları Hatice Özbay 23 Kasım 2025
25 Kasım Neden Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü?
Kadınların hayatı boyunca süren sömürü, şiddet ve yok sayılma, tarih boyunca farklı biçimlerde karşımıza çıktı. Ancak her çağda kadınlar, tahakküme karşı örgütlendi, direndi ve bedel ödedi.
25 Kasım’ın tarihi, bu direnişlerin en karanlıklarından birinde parlayan (üç kadının) Mirabal Kardeşlerin cesaretiyle yazıldı.
Bir diktatörlüğe karşı üç kadın: Patria, Minerva ve Maria Teresa Mirabal
Dominik Cumhuriyeti, 1930’dan 1961’e kadar RafaelLeonidasTrujilloMolina adlı kanlı bir diktatör tarafından yönetiliyordu. Trujillo rejimi, Latin Amerika tarihinin en acımasız faşist yönetimlerinden biriydi: işkence, zorla alıkoyma, sansür ve kadınlara yönelik sistematik cinsel şiddet gündelik hayatın bir parçasıydı.
Bu baskı ortamında Mirabal Kardeşler, eğitimli, özgürlükçü ve cesur üç kadın olarak sessizliğe boyun eğmedi.
Kardeşlerden Minerva Mirabal hukuk okudu, diktatörlüğe karşı örgütlenmenin öncülerinden oldu ve kız kardeşleriyle birlikte “14 Haziran Hareketi” adlı gizli bir direniş örgütü kurdu. Trujillo rejimi, kadınları yalnızca itaatkâr birer anne ve eş olarak görmek isterken, Miraballar bu dayatmaya karşı çıktılar ve kadın iradesinin politik gücünü temsil ettiler. Trujillo, Minerva’yı kendine boyun eğdirmek istedi; onun politik cesaretini “kadın kibri” saydı. Minerva’yı taciz etti, reddedilince ailesini ve eşini hedef aldı.
Minerva’ya yönelik tacizler, kardeşlerin defalarca tutuklanması ve işkenceye uğramaları onları yıldırmadı. 25 Kasım 1960’ta, cezaevinde bulunan eşlerini ziyaretten dönerlerken Trujillo’nun gizli polisleri tarafından durduruldular. Tecavüze uğradılar, dövüldüler ve bir uçurumdan atılarak, “trafik kazası” süsü verilerek öldürüldüler. Mirabal Kardeşler, mücadelelerinde kullandıkları takma adlarıyla anıldılar: (LasMariposas) Kelebekler. Ölümleri, sadece bir aile trajedisi değil; diktatörlüğe ve kadınları susturmaya çalışan ataerkil düzene karşı cesur bir direnişin simgesi oldu.
Onların ölümü, Dominik halkının sessizliğini bozdu. Kadınlar, “kelebeklerin” cesaretini simge edinerek sokağa çıktı; Trujillo rejimi birkaç ay içinde devrildi.
Kelebekler, yalnızca bir ülkenin değil, tüm Latin Amerika kadın hareketinin simgesi oldu.
25 Kasım’ın Birleşmiş Milletler Kararı ve Türkiye’de Tarihçesi
1981’de Latin Amerikalı kadın örgütleri, Kolombiya’da yaptıkları bir toplantıda 25 Kasım’ı Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü ilan etti. 1999’da Birleşmiş Milletler de bu kararı resmileştirdi.
Ama kadınlar için bugün, BM’nin ilanından çok önce, sokaklarda kazanılmış bir gündü.
Türkiye’de ise bugün, 1980’lerin sonu ve 1990’ların başından itibaren kadın hareketi tarafından kitlesel biçimde sahiplenilmeye başlandı. 1987’deki “Dayağa Karşı Yürüyüş”, 1995 Pekin Dünya Kadın Konferansı sonrası yürüyüşler ve paneller, bu tarihin kadın mücadelesine yerleşmesini sağladı. 2010 sonrası ise kadın cinayetleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve İstanbul Sözleşmesi tartışmalarıyla 25 Kasım, Türkiye’de kadın hareketinin en güçlü sokak buluşmalarından biri haline geldi.
Kadınlar Bugün Neden Alanlarda?
Çünkü Mirabal Kardeşleri öldüren zihniyet, biçim değiştirerek yaşıyor. Trujillo’nun faşizmi ile bugünün patriyarkal kapitalizmi aynı dili konuşuyor:
Kadının direncinden korkuyor, bedenini denetlemek istiyor, emeğini değersizleştiriyor. Her gün öldürülen, tacize uğrayan, evde, işte, sokakta susturulmak istenen kadınlar, aynı şiddet zincirinin halkaları.
Miraballar’ın “faşizme karşı kadın özgürlüğü” mücadelesi, bugün “patriyarkal kapitalizme karşı eşitlik ve yaşam hakkı” mücadelesidir.
Kelebeklerin kanat sesini duyanlara:25 Kasım, bir yas günü değil, direniş günüdür. Çünkü kadınlar, Mirabal Kardeşlerin cesaretiyle biliyor: Bir kadın ayağa kalkarsa, bir diktatörlük sarsılır. Ve bir kadın “hayır” derse, bir sistem çatırdar.
Türkiye’de Şiddetin Dili ve Meşrulaştırılma Biçimleri
25 Kasım yalnızca fiziksel şiddete karşı bir hatırlatma değildir; aynı zamanda kadına yönelmiş dilin, bakışın, küçümsemenin, yok saymanın ifşa günüdür.
Türkiye’de kadın bedeni ve varoluşu, hala “ahlak”, “namus”, “edep” gibi denetleyici kavramlarla çevrilidir. Siyaset, medya ve dini söylem bu denetimi yeniden üretir.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, 2013 yılında AKP Tokat Milletvekili Zeyid Aslan’ın, TBMM bahçesinde parlamento muhabiri kadın gazetecilere söylediği şu sözlerdi:
“Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam ‘bunların gerçeği bu’ diye… Ahlaksız olurum değil mi?”
Bu söz, yalnızca bir hakaret değil; kadına yönelik cinsiyetçi şiddetin dildeki biçimidir. Kadını çalışan, düşünen, sorgulayan, soru soran bir özne değil; “beden” üzerinden tanımlayan bakışın dışavurumudur.
“Düşünce bacak arasına sıkışınca, oradan siyaset üretmeye çalışan bir zihniyetin” tipik tezahürüdür.
Aynı yıl, Türk tasavvuf düşünürü ve avukat Ömer Tuğrul İnançer, televizyon ekranında şu ifadeleri kullandı: “Hamileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle bir karınla sokakta gezilmez, ayıptır.”
Bu söz de modern Türkiye’de kadın bedeninin kamusal alandan kovulmak istenmesinin en açık örneklerinden biridir. Kadın bedeni hala bir “ayıp” olarak görülüyor; görünür olduğu anda “toplumu bozmakla” suçlanıyor.
Oysa 25 Kasım; tam da bu “ayıp” söyleminin karşısında, kadınların sokakta, işte, mecliste, basında, kamusal yaşamda özgürce var olma hakkının savunulduğu gündür.
Mirabal Kardeşler, diktatörlüğe karşı çıkarken nasıl susturulmak istendilerse, bugün Türkiye’de de kadının sesi “ayıp”, “edepsizlik”, “aşırılık” gibi etiketlerle bastırılmak isteniyor. Ama tarih, her defasında gösterdi: Kadınlar susturulamadı.
Ne Trujillo susturabildi ne meclis bahçesindeki erkek egemen dil, ne de “ayıp” diyen tasavvufçular…
Mirabal Kardeşlerin Cesaretiyle
Mirabal Kardeşler, diktatörlüğe karşı çıkarken yalnızca siyasi rejime değil, aynı zamanda kadınların sessizliğini dayatan ataerkiye başkaldırdılar. Bugün kadınlar da aynı cesaretle ve aynı bilinçle, kapitalizmin dinselleştirilmiş, erkek egemen yüzüne karşı direniyor.
Çünkü:
Kadın cinayetleri bir “aile trajedisi” değildir.
Kadın cinayetleri politik bir sonuçtur ve bu düzenin ürünüdür.
Kadınların yaşamı üzerinde karar veren, onları itaatkâr anne, fedakâr eş, ucuz işgücü olarak konumlandıran sistem, her bir cinayetin gerçek failidir.
Kadın Cinayetleri Politiktir, Çünkü Kadınların Yaşamı Politiktir
Bir kadın boşanmak istediği için öldürülüyorsa,
Bir kadın grevde olduğu için gözaltına alınıyorsa,
Bir kadın “güzel görünmediği” için işten atılıyorsa,
Bir kadın gece sokakta yalnız yürüdüğü için yargılanıyorsa,
Bir kadın kısa veya açık giydiği için tacize ya da tecavüze uğruyorsa,
Bir kadın makyaj yaptığı, kahkaha attığı, dövme yaptırdığı için “günahkâr” sayılıyorsa,
Bir kadın kendi bedenine, emeğine, kimliğine dair karar verdiğinde “ailenin düzenini bozmakla” suçlanıyorsa,
Bu cinayetlerin, bu şiddetin adı “bireysel öfke” olamaz.
Bu; kadınları kamusal alandan silmeye, kadınların bedeniyle, sesiyle, emeğiyle var olmasını engellemeye çalışan sistematik bir tahakkümdür. Diyanet’in hutbelerinde sıklıkla “hayâ” “iffet”, “mahremiyet”, “aile düzeni” diyerek kadınlara çizilen sınır; kimi zaman bir failin elinde bıçağa, kimi zaman yargıda “iyi hâl indirimine”, kimi zaman da medyada meşrulaştırılmış bir söyleme dönüşüyor. Kadın bedeni denetleniyor, kadın emeği değersizleştiriliyor ve kadın sesi susturulmak isteniyor.
Bu, mevcut sistemin, medyanın, yargının ve dini kurumların ortaklaşa kurduğu erkek iktidar sisteminin politik şiddetidir.
O yüzden “kadın cinayetleri politiktir” dendiğinde, yalnızca failleri değil, o failleri cesaretlendiren yasaları, cezaları hafifleten yargıçları, “aile yapısını koruma” bahanesiyle şiddeti meşrulaştıran iktidar politikaları da ifşa ediliyor.
Kadınların yaşamı, emeği, bedeni üzerinde kurulan her baskı biçimi politiktir -çünkü sistematik, örgütlü ve çıkar temellidir.
25 Kasım’da Alanlarda Olmak: Sessizliğe Karşı Sınıfın Kadın Sesi Olmak
25 Kasım yalnız bir anma günü değil, sınıfın kadın sesinin yankısıdır. Kapitalizm, kadın emeği üzerinden hem artı-değer üretir hem de kadınların görünmez emeğini “doğal görev” gibi sunarak bedavalaştırır.
Evde yemek yapan, çocuğa ve yaşlıya bakan, duygusal emeği taşıyan kadınlar; işyerinde sigortasız, güvencesiz, esnek saatlerle çalıştırılan kadınlar hemen hepsi aynı zincirin halkalarıdır.
Ve bu zincir, sadece ekonomik değil, ideolojiktir de:
Diyanet’in “kadının yeri evidir” hutbesi, patronun “sen doğum iznine çıkarsan işini kim yapacak?” sözünden farklı değildir.
İşte bu yüzdendir ki; 25 Kasım’da alanlarda olmak, sadece şiddete karşı değil, kadın emeğinin sömürüsüne, eşitsizliğe ve dinsel kuşatmaya karşı sınıf bilinciyle ayağa kalkmak ve dayatmalara karşı durmaktır.
Kadın emeği görünmezse, sınıf mücadelesi yarım kalır.
Çünkü bir toplum, kadınların sömürülmediği, öldürülmediği, susturulmadığı bir düzen kurmadıkça özgürleşemez.
Bugün kadın hareketi bir kez daha hatırlatıyor:
Toplumsal cinsiyet eşitliğini korumanın yolu, İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönmekten ve 6284 sayılı yasanın eksiksiz uygulanmasından geçmektedir.
Kadınların yaşam hakkı, pazarlık konusu değil; insanlığın eşitlik sınavıdır.
Editör: Telli Kayalar
Düzelti: Telli Kayalar
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sâba Esin, Seda Bedestenci Yegâne
Seslendirme: Hale Çağlayan
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖