Background

Görünmeyen Emek, Sesini Yükselt

Bu yazıya bir soruyla başlamak istiyorum: “Görünmeyen emek” nedir? 

Bunu kadınlara sorduğunuzda, akademik referanslara filan gerek duymadan istisnasız hepsi aşağı yukarı şöyle isabetli bir cevap verir: “Benim durmadan sarf ettiğim ama karşılığını almadığım ve kimsenin de fark etmediği, ciddiye almadığı emek.”

Benim de aklıma gelen ilk cümle şu: “Bütün gün ne yapıyorsun ki?” sorusu karşısında hissedilen tükenmişlik duygusu.

Bütün tanımlar, aslında bu soruya verilen ya da verilemeyen cevapta gizli. Görünmeyen emek, kadınların ev içinde, ailesi için harcadığı emek. Temizlikten yemek pişirmeye, çocuk ve yaşlı/hasta bakımından çamaşıra, ruh sağlığından ekonomiye uzanan uzmanlaşmadan kurs-toplantı-okul takibine kadar sınırsız bir alan… Peki neden “görünmez” bu emek? Neden yukarıda örneklediğim türden sorulara ve bu soruda gizlenen “değersizleştirme” tutumuna yol açıyo? Hatta neden, zamanla bizzat kadının da, kendi yaptığı işi ve giderek kendisini değersiz görmesiyle sonuçlanan bir süreç yaşanıyor?

Her şeyden önce karşılığında herhangi bir ücret alınmadığı için, bu emek görünmez. Ücret karşılığı olmadığı için, piyasada herhangi bir değeri yok. Oysa piyasada “üretim” sayılan bütün işlerin, “meta” olan bütün ürünlerin az veya çok parayla ifade edilen bir “değeri” var. Ama halkın değil piyasanın, dolayısıyla piyasada egemen olan aktörlerin ihtiyaçlarına göre yürüyen bu sistem, en üstün değerin para ve paranın satın aldıkları olduğunu her dakika kafamıza kazıyor. “Tüketebildiğin kadar değerlisin” bugün içinde yaşadığımız dünyanın ana fikri. Az kazanan ve dolayısıyla az tüketebilenlerin bile hor görüldüğü bu dünyada, parasal karşılığı olmayan emeğin ciddiye alınması mümkün olabilir mi?

Sevgi, bakım emeğini gizler

Ev içi emeğin görünmez olmasının ikinci nedeni, bu emeğin harcandığı yerin bir “işyeri” değil, bizzat aile evi olması. Kadın bu emeği herhangi biri olarak değil, bir lokantada yemek yapan aşçı, nevresimleri değiştiren bir hizmetli, çamaşırları yıkayıp temizlik yapan bir görevli olarak değil (böyle yapsa zaten bir ücreti olur)“eş/anne/evlat” olarak, yani sevgi ve bağlılık ilişkileriyle sarıp sarmalanmış bir halde gerçekleştiriyor. Dolayısıyla bu emek, sevginin, aile olmanın, evlat/eş/anne olmanın bir parçası olarak kabul ediliyor. Bu emek için herhangi bir karşılığın konuşulması, birçok kadını şaşırtıyor, hatta kızdırıyor bazen. Çünkü bütün bunları karşılık beklemeden, sevgi için yapmak da kadınlığa dahil. “Yuvayı yapan dişi kuş” masalından “yemeğe sevgimi kattım” palavrasına kadar, her türden yöntemle kadının bu karşılıksız emeği kutsanıyor; saçını süpürge eden anneler kahraman ilan ediliyor, her daim kocasının arkasında duran kadın örnek gösteriliyor. Ama ne ilginçtir ki, kadınlar en çok o “sıcak yuva” içinden gelen tehditlere maruz kalıyorlar; kadınları darp eden, yaralayan, öldürenlerden çok azı bir yabancı.  Keza, duygularımızı bir yabancı değil o yuvadakiler incitiyor, günün sonunda yaşadığımız hayal kırıklığının sebebi de yabancılar değil, emek verdiklerimiz oluyor.

Bu yüzden aşk ve sevgi, çoğu kez bir eşitsizliği, haksızlığı, istismarı perdeleyen bir işlev görüyor, bize benimsetilen kadınlık rolünü “severek yaptığımız” yalanını kabul ettiriyor. Oysa sevgi, eşitliğin olmadığı hiçbir yerde var olamaz; orada olan bağımlılıktır, alışkanlıktır, köleliktir ama eşitler arası olmayan hiçbir duygunun adı sevgi değildir.

Kadınlık durumu

Görünmeyen emeğin ciddiye alınmamasının bir nedeni de, ev işlerinin yapılma tarzında gizli. Ev işleri, iç içe girmiş bir şekilde yapılıyor. Yani mesainin bir başı ve sonu yok; düzenli bir çalışma değil. Bebeği sallarken çorbayı karıştırıyor, süpürgeye ara verip çamaşırları asıyorsunuz ve yatmadan önce salonu toplayıp bulaşık makinesini boşaltıyorsunuz. Günlük hayatla bu kadar iç içe geçmiş olması, her gün harcanan ve yeniden yeniden harcanan bu emeğin varlığını görünmez kılıyor. Oysa saymaya kalktığınızda, ciddi bir yekûn çıkıyor ortaya: Yemek pişirmekten çamaşır ve ütüye, temizlikten çocuk ve yaşlı bakımına kadar tüm bir yaşamı kaplıyor; üstelik bu “görünmez” emeğin hallettiği işlerin hepsinin piyasada bir karşılığı var. Lokantalar, çamaşırhaneler, temizlik şirketleri, kreşler ve anaokulları, yaşlı bakımevleri hep kadınların bedavaya verdiği hizmetin “ücretli” hale bürünmüş karşılıkları.

Peki, neden dışarıda parayla satın aldığımız bu işler, kadının “doğal” görevi gibi kabul ediliyor?

İşte bu noktada, temel bir kavrama geçiyoruz: Toplumsal cinsiyet. Ya da Juliet Mitchell’in, erkek egemenliğini üretim, yeniden-üretim, cinsellik ve toplumsallaştırma gibi dört farklı düzlemde ele aldığı kitabının adı: Kadınlık Durumu.

Bu kitap, Türkiye’den altı feminist kadının (Gülseli, Gülnur, Şirin, Feraye, Şule, Yaprak) kolektif olarak çevirmeye karar verdiği ilk kitap olması nedeniyle ayrı bir öneme de sahip. 

Kadınlık durumu ifadesi de , o günden bugüne toplumsal cinsiyetin kadınlara ne yaptığını anlatan bir özet. 

Çünkü doğuştan sahip olduğumuz cinsiyet kavramının, kadın ve erkek arasında sadece fiziksel/biyolojik farklara işaret ettiğini, kadınlık durumunun ise doğal ya da biyolojik değil, tamamen toplumsal olduğunu bize anlatıyor. Artık (“fıtrat” sözcüğünün arkasına saklanan siyasal islam ve kökeninde ırkçılık ve kadın düşmanlığı olan faşizm gibi ideolojiler dışında) hemen herkesin varlığını kabul ettiği erkek egemenliği ve eşitsizlik gerçeği, biyolojik cinsiyetimizden değil toplumsal cinsiyet örüntüsünden kaynaklanıyor. Her insan yavrusu, öğrenmeye açık bir bebek olarak doğuyor; toplum ise bu bebeğe, neyi biliyorsa onu öğretiyor. Kadın ve erkeğe toplumsal olarak yüklenen, öğretilen, öğrenilen kadınlık ve erkeklik rolleri, toplumsal cinsiyetimizi oluşturuyor. Bu da bizden beklenenleri; kendimizi yapmakla yükümlü hissettiğimiz, yapmazsak suçluluk duyduğumuz her şeyi, yani bütün hayatımızı belirliyor. “İyi eş” olmak, “iyi anne” olmak, “iyi evlat” olmak kadınlar için sonsuz bir sorumluluk alanı demek; yapmak için kendini adadığın, yapmakta kusur edersen suçluluk hissinden kurtulamadığın bir döngü…

Görünmez emek üzerine tartışmalar

Yazıya iki kavramla, görünmez emek ve toplumsal cinsiyet kavramlarıyla başlamamın nedeni var; çünkü kadınların ezilmesinin temelinde yatan da, buna karşı mücadele edebilmelerini sağlayan da bu temel kavramlar. Marksizm için artı değer neyse, cinsiyet eşitsizliği için görünmez emek o desem, çok iddialı olmaz umarım.

Bugün halen süren görünmeyen emek tartışmalarının uzun bir tarihi var. Kadının uğradığı cinsiyetçiliğin bilincine varılmasının ardından, bunun nasıl değiştirileceği de konuşulmaya başlandı. Birçok farklı görüş ve mücadele yöntemleri ortaya çıksa da, hepsinin ortaklaştığı bir nokta, cinsiyetçliğin kültürel bir mesele değil, maddi temelleri olan bir gerçeklik olmasıydı. Cinsiyetçiliğin temelinde yatan maddi gerçekliği dönüştürmeden, sadece kültürel/siyasal alanda bir değişim elde etmenin imkânsızlığını vurgulayan maddeci feminizmden, kadınların ekonomik olarak güçlendirilmesi fikri doğdu. 

Çünkü emeğimizi görünür hale getirdiğimizde, kendi emeğimize ve dolayısıyla kendimize güvenimiz ve saygımız artıyor, bağımsız davranabilme iradesine bir adım daha yaklaşmış oluyoruz. Haklarımızı aramaya, bize verilmeyen değeri talep etmeye başlıyoruz. Kendi değerini fark eden kadın mücadele etmeye başladığında, toplumsal cinsiyet rollerini zorlamaya, esnetmeye başlıyor. 

Görünmeyen emek meselesinde çok farklı çözüm önerileri var: Ev işinin ücretlendirilmesini önerenler var, ama bu görüş kadınların ev içine hapsolan hayatını güçlendireceği ve ev içi işbölümünü meşrulaştıracağı yönünde eleştiriliyor. 

Örneğin Selma James ve Maria Dalla Costa, 1972’de ev içi emek ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi vurgulayan bir kampanya yaptılar. “Ev İçi Emek İçin Ücret” kampanyası, ücretli olsaydı ev işlerinin kapitalizme çok yüksek bir maliyeti olacağını gösteriyordu. Bu ilişkiyi sergilemesi açısından çok önemliydi ama ev emeğinin ücretlendirilmesi, daha önce de belirttiğim gibi, kadını eve hapsetme ve ücretli ev işinin toplumsal cinsiyet rolünü meşrulaştırıp pekiştireceği yönünde eleştirildi.

Bu konuda, kadınların mutlaka evden çıkıp ücretli bir işte çalışması gerektiğini savunanlar var, birçok yanıyla doğru ama hayat böyle ilerlemiyor, asla çalışmasına izin verilmeyen çok sayıda kadın var; üstelik evde çalışmanın, esnek istihdamın çok yaygınlaştığı neoliberal piyasa şartlarında bu önerinin gerçek olması daha da zorlaştı. 

Bu tartışmaların ve mücadelelerin sonunda, somut taleplerin üretilmesi önemli. Bazı ülkelerde annelik izninin yanı sıra babalık izni, erken emeklilik ve nafaka hakları gibi kazanımlar bu süreçlerin sonucunda elde edildi. Ayrıca bu tartışmalar ücretsiz emeğin, kadın çalıştığında da onun ücretli emek olarak varoluşunu nasıl etkilediğini ortaya çıkardı. Kadınların çoğu, ücretsiz bakım emeğiyle birlikte yürütebilecekleri yarı zamanlı işlere, esnek istihdam biçimlerine mahkum ediliyorlar. İşgücü piyasasında dezavantajlı grubu oluşturarak esnek ve kayıt dışı çalışmaya, düşük ücrete razı oluyorlar, kariyer imkanları azalıyor, yoksullaşıyorlar ve bunun sonunda aileye bağımlılıkları artıyor. Yani görünmeyen emek ile ücretli emek birbirini olumsuz olarak etkileyen ve besleyen bir döngüye sahip.

Bu konuda son zamanlarda dile getirilen, evde görünmez emek harcayan kadınların sigorta ve dolayısıyla emeklilik kapsamına alınması da kalıcı bir çözüm değil ama güncel bir talep olarak bana anlamlı geliyor.

Denizyıldızının hikayesi

Kadın hareketinin güçlü olduğu dönem ve şartlarda, ev içinde kadınlarla erkekler arasındaki işbölümünün kısmen iyileştiği ama dünyanın pek çok yerinde kadınların ev işlerine, erkeklere göre çok daha fazla zaman harcadıkları araştırmalarla ortaya çıkan sonuçlardan biri. Erkekler genel olarak ev işlerini ve bakım yükünü paylaşmak istemiyor, kamusal bakım hizmetlerinin yetersiz kaldığı pek çok ülkede, kadınlar hem evde hem işte çalışıyorlar. Bu gerçeğin bence en önemli yanı şu: Kadınların eşitlik haklarını ister sol saiklerle isterse başka bir siyasi angajmanla gelecekteki belirsiz bir “kurtuluş günü”ne erteleyen hiçbir harekete taviz vermememiz gerekiyor. “Eşitlik, hemen bugün” demek bize “geleceği” armağan eden erkeklerin iktidar koltuklarından kalkıp emek ve çaba vermeleri anlamına geliyor ki, eşitliğin başka bir yolu yok.

Denizyıldızının hikayesini de bu bağlamda anmak isterim: Biri deniz kıyısında yürürken, denize telaşla bir şeyler atan bir kişiyi görür. Biraz daha yaklaşınca kumsala vurmuş denizyıldızlarını denize attğını fark eder. “Burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atamazsınız. Hem bunları atmanız neyi değiştirir ki?” der. Yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atan kişi, “Bak onun için çok şey değişti” karşılığını verir. 

Hikaye önemli. Neden mi?

Suya ulaşan denizyıldızı için her şey değişir. Bu değişim, onun için başka bir hayat demektir ve hayatı değişen denizyıldızlarının artması, başka bir hayat biçiminin güçlenmesi demektir.

Bize geleceği vadedenlerin en çok başvurdukları, “tek tek kurtuluşun mümkün olmadığı,  tekil eşitliklerin yanıltıcı olduğu, toplumsal kurtuluş olmadıkça hiçbir şeyin anlam taşımadığı” gibi gerekçeler oluyor ya; evet, toplumsal olarak kadınların/insanların hayatında bir devrim yaratmanın uzağındayız ne yazık ki. Ama devrim de, uzaklarda parlayan bir yıldıza bakarak değil, bizzat kendi hayatımızda yakacağımız mumlarla başlıyor

 

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation