Köşe Yazıları Hatice Özbay 29 Aralık 2025
Bir sergide duruyorum. Duvarlarda yalnızca fotoğraflar, metinler, belgeler yok; yıllardır üstü örtülmüş, yok sayılmış, kayda geçirilmemiş bir emek tarihi var: Kadın emeğinin tarihi.
24 Aralık akşamı, saat 19.00–21.00 arasında, Avrupa Pasajı’nda, Kadın İşçi Dayanışma Derneği tarafından hazırlanan ve Kadın İşçi Dergisi’nin yayın çizgisinden beslenen “Kadın Emeği Almanağı” için bir sergi ve tanıtım toplantısı düzenlendi. Beyoğlu’nun tam ortasında, gündelik kalabalığın içinden geçerek girilen bu mekânda, uzun süredir görmezden gelinen bir emek tarihi kadınlar tarafından görünür kılındı.
Kadın Emeği Almanağı etrafında kurulan bu sergi ve toplantı, bana bir kez daha şunu hatırlattı: Kadınlar hep çalıştı; ama tarih onları çalışmıyormuş gibi sadece fotoğraflarda gördü…

Necla Akgökçe ve Feryal Saygılıgil’in yazarlığı ve öncülüğünde hazırlanan bu almanak, yalnızca bir yayın değil. Kadın emeğinin görünmezliğine karşı yürütülmüş uzun soluklu, ısrarlı ve zahmetli bir politik hafıza çalışması. Sayfa sayfa, belge belge; sendika arşivlerine girerek, edebiyatın sezgisel gücünden ve sözlü tarihin kırılgan ama direngen sesinden beslenerek kurulmuş bir karşı tarih çalışması.
Anlatılan her sayfa, her belge, her tanıklık; kadınların çalıştığı ama tarih dışına itildiği alanlara açılan bir kapı gibiydi. Bu toplantıya katılırken bir “kitap tanıtımı” dinleyeceğimi sanmıyordum. Haklıydım. Dinlediğim şey, bir dönemin değil; birçok dönemin, kadınlar açısından neden eksik yazıldığının anlatısıydı. Ve bu eksikliğin nasıl, hangi yöntemlerle ve hangi ısrarla giderilmeye çalışıldığı…
“Kadınlar çalıştı, tarih yazmadı” diyerek başladı sözlerine Necla Akgökçe. Bu kitabın, tam da yazılmayan o tarihi yazma ihtiyacından doğduğunu vurguladı. “Bir hayaldi; olmalıydı. İnat edildi, emek verildi. Kadın emeğinin yok sayılan, üstü örtülen izlerini tarihe bırakmak için bu Kadın Emeği Almanağı hazırladık”. Bu sözler, almanak fikrinin rastlantısal değil, açık bir politik kararlılığın ürünü olduğunu ortaya koyuyordu.
Sözü Feryal Saygılıgil devraldı. Bu çalışmanın tekil bir derleme olmadığını; bilinçli bir hafıza müdahalesi olarak kurgulandığını anlattı. Sayfa sayfa, belge belge; sendika arşivlerine girerek, edebiyattan ve sözlü tarihten beslenerek kurulan bu çalışma, kadın emeğinin neden ve nasıl görünmez kılındığını anlamaya ve anlatmaya çalışıyordu.
Kadın emeği tarihine baktığımızda karşımıza çıkan ilk gerçek de tam olarak buydu: Kadınlar çalışıyordu ama “işçi” sayılmıyordu. Evde yapılan üretim; ip eğirme, koza çözme, boya hazırlama, dokuma öncesi işler, dikiş, hatta nakış ekonomik hayatın parçasıydı; ancak kayıt dışıydı. Bu emek ne ücretli kabul edildi ne de tarih yazımında kendine yer buldu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bu hat süreklilik gösterdi ama görünür olmadı.

Bir başka kırılma hattı ise etnik ve dinsel ayrımlarla belirdi. Ermeni, Rum ve Yahudi kadınlar üretimde görece daha görünürken, Müslüman kadınlar ancak fabrikaya çıktıklarında fark edildi. O da çoğu zaman eksik, geç ve parçalı bir fark edişti. Cibali Tütün Fabrikası gibi mekânlar bu açıdan simgesel eşikler oluşturdu; fakat ev içi üretim yine “iş” olarak tanımlanmadı.
Necla Akgökçe, “Tarih yazmadı; ama edebiyat sezdi. Suat Derviş kadın işçiyi yazdı; adını koydu, sınıfsal yerini gösterdi. Orhan Kemal işçi mahallelerini, fabrikayı, yoksulluğu anlattı. Füruzan’ın öykülerinde çalışan kadınlar, eşitsizlikle, güvencesizlikle ve yoksullukla iç içe geçti.
Bu metinler, resmi tarihin sustuğu yerde bir gedik açtı; ancak o gedik tek başına yeterli olmadı. Çünkü sezilen, anlatılan ama kayda geçmeyen bir emek vardı.” derken gözündeki hüzün oturduğumuz yerden görünüyordu.
Sendikal tarihe bakıldığında da benzer bir tablo çıkıyor karşımıza. Kadınlar sendikalarda vardı; grevlerde, yürüyüşlerde, direnişlerde öndeydiler. Ama karar mekanizmalarında yoktular. Fotoğraflarda arkada, metinlerde dipnottaydılar. Erkek egemen sendikal yapı, kadın emeğini çoğu zaman “yardımcı”, “ikincil” ya da “geçici” olarak gördü.
İşte Kadın Emeği Almanağı, tam bu noktada bir itiraz olarak ortaya çıkıyor. Bu çalışma, kadın emeğini yalnızca “eksik bırakılmış bir detay” olarak değil, başlı başına bir tarih olarak ele alıyor. Kronoloji kuruyor ama onunla yetinmiyor; edebiyata bakıyor, sendika arşivlerine giriyor, sözlü tarih görüşmeleriyle belleği çoğaltıyor.
Ve bütün bu çabanın ortasında şu soruyu ısrarla soruyor: Kadın emeği neden bu kadar sistematik biçimde görünmez kılındı?
Kadın Emeği Almanağı’nın yaptığı şey tam da bu görünmeyen alanlara bakmak.
Kadın emeğinin tarihi çoğu zaman kitaplarda değil, hafızalarda durur. Bir çekmecede saklanan kalıplarda, bir dikiş makinesinin sesinde, yarım kalmış bir cümlede…
Benim payıma düşen tanıklık, tam da böyle bir yerden geliyor.
Bu bölümde tanık ben değilim.
Bu, annemin bana yıllar sonra anlattığı bir hikâye.
Annem çocuk yaşta evlendirilmişti. Mersin’den İstanbul’a geldiğinde yıl 1954’tü. Babam genç bir subaydı. O günlerde maaşı düzgün yaşamalarına yetmiyordu; zaten o yıllarda bir maaşla yaşamak, özellikle yeni evli bir çift için hele İstanbul’da, pek mümkün değildi.
Annem bana şunu söylemişti: “Evde boş oturmak istemedim. Aile bütçesine katkı koymak istedim. O yıllarda İstanbul’da kadınlar sütyenle yeni yeni tanışıyordu. Batı’dan gelen bir giysi, yeni bir alışkanlık… Anadolu’ya satışı da henüz başlamıştı. Talep vardı ama üretim pahalıydı. O nedenle çoğunlukla evlerde kadınlar dikerdi. Hazır üretim yoktu; sütyenler ya elde dikiliyor ya da küçük atölyelerde ve ev tipi makinalarla üretiliyordu.”
Annem komşularından bunu fark etmiş.
Babama anlatmış. Önce bir dikiş makinesi sipariş etmişler: Alman malı, Knock marka. Eve giren o makineyle birlikte, ev de yavaş yavaş bir üretim alanına dönüşmüş. Eminönü çevresinde sütyen diktiren esnafları bulmuşlar. Annem beden beden, sütajlı, dantelli sütyenler dikmeye başlamış. Bazılarının içine “tahta pamuk” dedikleri pamuklardan yerleştirirmiş; daha dik dursun diye.
Bunu bana anlatırken sesinde bir gurur vardı. Ama aynı zamanda, farkında olmadan söylediği bir cümle içimi sızlatmıştı: “Hesabını sormak, ben üretiyorum demek aklıma bile gelmedi.”
Çünkü bu bir “iş” değildi onun için. Sigortası yoktu. Kaydı yoktu. Mesaisi yoktu. Ama üretimi vardı, kazancı vardı. Haftalık para alırdı. “İyi kazanıyordum” demişti. “Geceleri baban da yardım ederdi.”
Babam kalıpları koyar, keser; annem dikermiş. Birlikte üretmişler yıllarca ama emeğin adı yine annemin üzerinde kalmazdı. Yıllar sonra bana eski kalıplarını ve sütajlarını gösterdi. Evde, bir şifonyerin çekmecesinde duruyorlardı. Bir hayatın izi gibi. O kalıplar, kadın emeğinin nasıl sessizce aktarıldığının kanıtıydı. Üretim vardı, hak yoktu. Kazanç vardı, güvence yoktu.
Bugün dönüp baktığımda biliyorum ki; annemin hikâyesi istisna değil. Bu; binlerce, hatta yüz binlerce kadının hikâyesi. Ev içi üretimle hayata tutunan, ama emeği “çalışma” sayılmayan kadınların ortak hikâyesi.
Kadın Emeği Almanağı’nın yaptığı şey tam da bu: Bu sessiz üretimi, bu görünmez emeği, ilk kez adıyla, bağlamıyla, tarihiyle kayda geçirmek.
Fotoğrafta Var, Tarihte Yok: Anlatılan Bir Tarih
Almanağı hazırlayanlar, bu çalışmanın çıkış noktasını anlatırken ortak bir yerde buluşuyordu: Kadınları fotoğraflarda görüyoruz ama tarihte yoklar. Toplantıda tekrar tekrar vurgulanan şey buydu. Kadın emeği görüntüde var, metinde yok. Kalabalıkların içinde seçilebilen kadınlar; emek tarihinin anlatısında silikleşiyor, kayboluyordu.
Osmanlı dönemine dair anlatılanlar da bu yokluğun nedenlerini açık ediyordu. Müslüman kadınlar uzun süre evlerinde çalıştıkları için atölyelerde, fabrikalarda görünmüyordu. Ev içi üretim, dokuma, dantel, nakış, iplik, bakım, yemek, temizlik; “iş” olarak tanımlanmadığı için tarihçiler de bu emeği işçilik kategorisinde ele almamıştı. Toplantıda açıkça şunun altı çizildi: Yalnızca devlet ve sermaye değil; tarih yazımı da kadın emeğini evin içine hapsetmişti.
Osmanlı’nın son dönemlerinde üretimde daha görünür olanlar ise Ermeni, Rum ve Yahudi kadınlardı. Onların atölyelerde ve kimi üretim alanlarında yer alabildiği, Müslüman kadınların ise ancak izinler çıktıktan sonra üretime dâhil olabildiği anlatıldı. Bu nedenle Müslüman kadın emeğinin kamusal alanda ilk kez görünür olduğu yerlerden biri olarak Cibali Tütün Fabrikası özellikle anıldı.
Ancak bu görünürlük de sınırlıydı. Örneğin Osmanlı’nın son döneminde Cuartet de Dantel’de yaklaşık 7 bin kadının çalıştığı bilgisi paylaşıldı. Buna rağmen bu kadınların emek tarihinin ana anlatısında neredeyse hiç yer almaması, yok sayılmanın ne kadar sistematik olduğunu gösteriyordu. Sayılar vardı, ama hikâyeler yoktu.
Bu nedenle almanakta Osmanlı bölümünün özellikle titizlikle hazırlandığı vurgulandı. Anlatılanlara göre; kronolojik bir çerçeve kurulmuş, ancak resmi belgelerin sustuğu yerlerde gündelik yaşamdan, ev içi üretim izlerinden ve özellikle edebiyattan yararlanılmıştı.
Toplantıda sık sık şu cümleye benzer vurgular yapıldı: “Tarih yazmadığında, edebiyatın içine sızdık.”
Berci Kristin Çöp Masalları gibi metinlerin, kadın emeğinin kent yoksulluğu içindeki görünmezliğini bugüne taşıdığı hatırlatıldı.
Suat Derviş’in, kadın işçinin adının bile olmadığına dikkat çeken anlatıları örnek verildi; bir romanında iskarpin dükkânında çalışan çocuk yaşta bir kadın işçinin nasıl görünmez kılındığı anlatıldı.
Refik Halit Karay’ın ipek işçilerini yazarken kadın emeğinin güvencesizliğini ortaya koyduğu hatırlatıldı.
Bu anlatılar, edebiyatın almanakta bir süs değil; bir kaynak olarak kullanıldığını gösteriyordu. Resmi tarihin kayda geçirmediği emek biçimleri, edebiyatın satır aralarında bulunmuştu.
Toplantıda ayrıca şunun da altı çizildi: Almanakta Osmanlı dönemi görece ayrıntılı ele alınmıştı; ancak 1970’ler sonrasına aynı derinlikte girilememişti. Bu, bir eksiklikten çok; başka bir ihtiyacı işaret ediyordu. Kadın emeğinin yakın tarihinin hâlâ parçalı, dağınık ve yeterince yazılmamış olduğu gerçeğini.
Benim orada dinlediğim, not aldığım ve taşıdığım şey tam olarak buydu: Kadınlar çalışmıştı. Üretmişti. Hayatı döndürmüştü. Ama tarih onları yazmamıştı.

Kadın Emeği Almanağı, bu anılmamışlığa ve yazılmamışlığa karşı atılmış ısrarlı bir adım olarak anlatıldı.
15–16 Haziran: Almanak’ta Kadınların Sesi
Kadın Emeği Almanağı, 15–16 Haziran’ı yalnızca büyük bir işçi direnişi olarak değil; kadınların var olduğu ama tarihten silindiği bir eşik olarak ele alıyor. Bu bölümde belirleyici olan, belgelerden çok kadınların kendi anlatıları. Sözlü tarih çalışmalarıyla ortaya çıkan tanıklıklar, direnişin erkek merkezli anlatısını yerinden oynatıyor.
Bu tanıklıklardan biri Belkıs Kaya. Gripin İlaç Fabrikası’nda baş temsilci olan Kaya, direniş anını tek bir cümleyle anlatıyor: “Tak diye indirdim şalteri.” Bu cümle, kadınların yalnızca kalabalığın parçası olmadığını; üretimi durduran, inisiyatif alan, karar veren özneler olduğunu açıkça gösteriyor.
Almanak’ta yer alan bir başka tanıklık Kıymet Çoban’a ait. O günlerde henüz 16 yaşında bir çocuk işçi olan Çoban, direnişe katılışını çocukça bir heyecanla anlatıyor. Ne olup bittiğini tam olarak bilmeden, ama geri durmaması gerektiğini hissederek yürüyüşe katılan bir genç kızın sesi bu. Bu anlatı, 15–16 Haziran’ın aynı zamanda çocuk işçiliği ve kadın emeği gerçeğini nasıl iç içe barındırdığını da gösteriyor.
Emel Civan’ın tanıklığı ise zamanla kurulan bir bilinçle konuşuyor. Civan, 15–16 Haziran sırasında henüz bilinçli bir sendikal özne olmadığını, direnişe daha çok bir heyecanla katıldığını söylüyor. Sendika yönetiminde yer alması ise yıllar sonra, 1986’da gerçekleşiyor. Bu anlatı, kadınların mücadeleyle sonradan özneleştiğini, bilincin süreç içinde oluştuğunu gösteriyor.
Almanağın bu tanıklıkları yan yana getirmesinin önemi burada ortaya çıkıyor. Kadınlar direnişte vardı; ama bu varlık tek tip değildi. Kimi bilinçliydi, kimi sezgisel; kimi temsilciydi, kimi çocuk işçiydi. Ortak olan şey ise şuydu: Hepsi oradaydı, ama tarih onları yazmadı.
Bu tanıklıklar, 15–16 Haziran’ın neden eksik yazıldığını da açığa çıkarıyor. Erkek egemen sendikal yapılar ve patriyarkal tarih yazımı, kadınları ya arka plana itti ya da tamamen görünmez kıldı. Almanak, bu yüzden 15–16 Haziran’ı kapatılmış bir tarih olarak değil; yeniden yazılması gereken bir bellek alanı olarak ele alıyor.
Bu bölüm, direnişin “kahramanlık” anlatısını değil; kadınların çok katmanlı, çelişkili, insani deneyimini kayda geçiriyor. Ve tam da bu nedenle, 15–16 Haziran’ı başka bir yerden yeniden düşünmeye çağırıyor.

Bu yazı, Osmanlı’dan günümüze “Kadın Emeği Almanağı”nın neden okunması gerektiğini hatırlatmak için yazıldı. Sergide ve toplantıda aktarılanlar, kadın emeğinin nasıl sistematik biçimde görünmez kılındığını bir kez daha gösteriyor. Ama bu hikâyenin asıl yükünü, sayfa sayfa örülmüş bu çalışma taşıyor.
Kadın Emeği Almanağı, Kadın İşçi Dayanışma Derneği tarafından yayımlandı. Almanağa ücretsiz olarak Kadın İşçi Dergisi’nin internet sitesi üzerinden ulaşmak mümkün:
https://kadiniscidergisi.org
Kadınlar çalıştı.
Tarih yazmadı.
Kadın Emeği Almanağı, bu suskunluğu kırmak için yeni bir başlangıç.
Bu arada emeği görünmeyen emekçi annem Nevin Özbay’a ve diğer kadınlara saygı ve minnetle.
Editör: Telli Kayalar
Düzelti: Telli Kayalar
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Seda Bedestenci Yegâne
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖