Köşe Yazıları Deniz Ay 3 Temmuz 2024
Ağıtlar’ın finali, kapitalist patriarkayı karşısına alabilecek bir sınıfsallaştırmanın politik hattı üzerine. Bu mini-yazı dizisinin ilk kısmı, merkezi ve yerel iktidar katlarının oldukça benzer ifadeler kullanarak “demografik/varoluşsal tehdit, felaket” diye tanımladıkları dönüşümün aslında bir toplumsal yeniden üretim krizi olduğunu feminist politik iktisat çerçevesinden ortaya koydu. İkinci yazı, merkezi ve yerel iktidarın “doğurganlık hızı” teriminin içine sakladıkları kadın istihdamı ve heteroseksüel aile teşvikleri odaklı politika araçlarını açıkladı. Bu incelemenin ucu, ‘doğurganlık hızının’ en düşük olduğu Zonguldak-Bartın-Karabük kömür havzasına ve en yüksek olduğu illerde yoğunluklu olarak yaşadıkları bilgisi üzerinden Suriyeli sığınmacılara; hükümetin her fırsatta “küresel cinsiyetsizleştirme projesi” diye tanımlayıp hedef gösterdiği LGBTİ+ hareketine çıktı.
Bu son yazıda “ne olmalı” sorusunun cevabı için nüfusta 65 yaş ve üzeri yetişkinlerin oranının artıyor olmasının kimin sorunu olduğu üzerinden gitmek gerekiyor.
Acillerle talilerin yerini değiştirmek
İktidarın acili, kadın bedeni/geleneksel aile odaklı politikalar aracılığıyla kadınların daha çok ve daha erken yaşta çocuk doğurmalarını sağlamak. Oysa somut bir politik aciliyetten bahsedilecekse, ileri yaştaki yetişkinlerin değişen gündelik ve toplumsal ihtiyaçlarının nasıl ve ne kadar karşılanabildiği üzerine kafa yormak gerekiyor. Acillerin ilki yaşlı yoksulluğu: TÜİK’in İstatistiklerle Yaşlılar 2023 raporunda değinilen Gelir ve Yaşam Koşulları araştırmasına göre 65 yaş üzerindekilerin yoksulluk oranı 2019’da %14,2 iken 2023’te %21,7 oldu; yaşlı erkeklerde yoksulluk oranı %20,7 kadınlarda %22,4 olarak raporlanıyor.
İstatistiklerde kullanılan genel geçer yaşlı tanımının 65 yaş ve üzeri, yani kabaca emeklilik yaşı olması bir tesadüf değil. Dünya Bankası’nın 1994 yılında yayımladığı “Yaşlılık krizini engellemek: Yaşlıları Koruyan ve büyümeyi destekleyen politikalar” raporuna göre artan yaşlı nüfus kamu dağıtım esasına dayalı emeklilik sistemi işleyen gelişmekte olan ülkelerin sorunuydu. Nüfusta 65 yaş üzeri yetişkinlerin oranının emeklilik sistemi üzerinde finansal bir baskı yarattığı, çalışma yaşındaki nüfusun azalmasının ekonomik büyümeyi de yavaşlatacağı, bir de üzerine ileri yaşla artan bakım ihtiyaçlarının sağlık sistemi üzerinde büyük bir mali yük yaratacağı söylemlerinin kaynağını neoliberal reformların ideolojik inşası sürecinde buluyoruz. Türkiye’nin de içinde bulunduğu pek çok geç kapitalistleşen ülkede emeklilik sistemlerinin finansallaştırılıp bireysel bir sorumluluğa dönüştürüldüğü reformların kazananları emeklilik fon yöneticileri, yani çoğunlukla bankalar oldu.
Neoliberal dönüşümle kamusal sorumluluğunu büyük ölçüde sırtından atan devletin de eli rahatladığına göre sorun aslında mevcut politik konjonktürde şimdinin çalışan nüfusunun sorunu. Sorun yüksek maaşlı, cazip emeklilik paketli işlerde çalışmayan; şimdilik öyle bir işi olsa da iş güvencesi olmayan geleceğin yaşlıları olan yığınların sorunu. Kısacası, sorun 2050 yılının yaşlı yoksullarının; yani bugün önümüze konan nüfus projeksiyonlarındaki şimdinin aktif çalışanlarının sorunu.
Aktif ve sağlıklı yaş almaya, toplumsal hayatın içinde kalabilmenin iş gücüne ve ücretli emeğe katılmadan da mümkün olabileceği bir gündelik hayat talebini yaşamı yeniden üretmenin kendisine vurgu yaparak örgütlemeli. Yeniden üretim yükünün özel alana sıkıştırılamaması için bakım sorumluluğunun kamusallaştırılması, bunun için de bakımının hanenin ötesinde yeniden kurgulamasına ihtiyacımız var. Çünkü kuşaklar arası dayanışma bilincine sahip olmayan bir sınıf mücadelesi kapitalist patriarkal iktidarın ‘demografik tehdit’ söylemine alternatif üretemez. Burada dikkat çeken bir nokta, ‘kuşaklar arası dayanışma ilişkisi’ ifadesinin Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın hazırladığı ailenin korunması ve güçlendirilmesi vizyon planında da kullanılması. Dayanışma adı altında aile içi ücretsiz kadın emeğine ihale edilmeye çalışılan bakım sorumluluğunu ancak patriarkal güçlü aile ittifakını gerçek anlamda karşısına alan bir sınıf mücadelesi ile toplumsallaştırabiliriz.
Partiler üstü ‘güçlü aile’ ittifakında gedikler açacak ‘güçlü sınıf’
İktidarca korunması ve desteklenmesi hedeflenen “güçlü aile” tahayyülünün neye denk geldiğinin en somut temsili olarak Büyük Aile Platformu’na bakılabilir. Numan Kurtulmuş’un TBMM başkanı olarak, tam da Onur Ayı’nda mecliste ağırladığı Büyük Aile Platformu (BAP) temsilcileri meclis önünde “LGBT propaganda ve dayatmasına karşı” basın açıklaması yapabiliyor. Kuruluş manifestosunda toplumsal cinsiyet kavramını ideolojik dayatma ve neslin varoluşuna tehdit olarak tanımlayan bu oluşum, aileyi hedef alan propagandalara karşı bir toplumsal bir mutabakat olduğu iddiasında. BAP’ın kurucuları arasında, TÜGVA’dan MÜSİAD’a bir dizi siyasal İslamcı vakıf/dernek olarak kurumsallaşmış çıkar çevreleri bulunuyor.
BAP’ın kuruluş manifestosu “insanları; kimliksiz–şahsiyetsiz–cinsiyetsiz–mülkiyetsiz–milliyetsiz–hedonist bireylere dönüştürecek ifsat projeleri” olarak LGBTİ+ mücadelesini hedef gösterirken aslında tüm toplumsal eşitlik taleplerini de karşısına alıyor. Cinsiyet, mülkiyet ve milliyet kavramlarını yan yana getirerek devletin tam desteğiyle nasıl bir aile kurumu arzulandığı ve ‘aile’den neyin kastedildiği de bu örnek üzerinden okunabilir. Erdoğan ve Bahçeli’nin her fırsatta “küresel cinsiyetsizleştirme projesi” diye saldırdıkları toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi de kadının biyolojik ve toplumsal yeniden üretim emeğinin aile içinde sınırsız sömürüsüne direnişle kesiştiği için patriarkal kapitalizmin düşmanı ilan ediliyor.
BAP’ın kuruluş manifestosundaki milliyet vurgusu, patriarkal kapitalist üretimin devamlılığı için gerekli olan aktif çalışan nüfusun ikamesine aracı olan göç politikasının doğurganlık hızı tartışmasına nasıl değdiğini hatırlatıyor. Ağıtlar-2’de, İstanbul Planlama Ajansı Başkanı’nın “en çok Suriyeliler doğuruyor, bir şey yapmazsak nüfusun çoğunluğu Suriyeli olacak” telaşıyla, Erdoğan’ın “kendi neslimizi koruyamazsak diğer gelişmiş ülkeler gibi yabancı nüfus ithal etmek zorunda kalırız” söylemleri iktidar katlarının nüfus bağlamında göçmene ve göç politikasına nasıl yaklaştıklarını yazmıştım. BAP bileşenlerinden Alperenleri, Vatan Partili kadın ve gençlik kollarını ve şu günlerde eyleme de dökülen göçmen karşıtı ırkçı saldırıları birlikte düşününce, milliyeti aile ile koruma iddiasıyla yükselen faşist dalganın kol kola girdiği söylenebilir. Göçmenleri demografik tehdidin parçası görerek, yüksek doğum oranlarının arkasındaki çocuk yaşta yapılan doğumları, cinsel istismar vakalarını, en temel sağlık hizmetlerine dahi erişimi olmayan bebek ve kadınların yaşadıkları da görünmez kılınmış oluyor.
Ve mülkiyet vurgusu, özel mülkiyeti kuşaklararası transferle koruyup sermaye birikiminin devamlığı için cinsiyet ve milliyetle tanımlı bir “güçlü aileye” ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Göçmenler sınıf kardeşimiz olduğu kadar, bedenleriyle patriarkal kapitalist sömürüye karşı en korumasız olan göçmen kadınlar da kız kardeşlerimizdir. Cinsiyet, milliyet ve mülkiyeti korumak adına patriarkal kapitalizmin bir arada tuttuğu “güçlü aile” ittifakının karşısında göç, toplumsal cinsiyet ve mülksüzleştirme politikalarına karşı birlikte direnebilecek bir “güçlü sınıf” ittifakından da başka çıkar yol görünmüyor.
Doğurganlık hızı düşüyor bilgisiyle ne yapmalı?
Nüfusun yaşlanması da kadınların istatistiki olarak daha az, daha geç doğum yapmaları da tek başlarına kamu politikasının konusu edilemeyecek kadar karmaşık ve farklı boyutları olan göstergeler: Sorun değil, birer alamet. En düşük doğum oranlarının Zonguldak, Karabük ve Bartın’da görülmesiyle ekstraktif kömür madenciliğinin tahrip ettiği biyolojik ve toplumsal yeniden üretim kapasitesi birbirinden ayrı düşünülemez. Ankara ve İstanbul’daki düşük doğum oranları toplumsal yeniden üretimin piyasalaşması ve yaşamı üretmenin devamlı artan maliyetlerinden bağımsız değerlendirilemez. Benzer şekilde, Şanlıurfa’daki yüksek doğum oranlarını da göçmen kadınların ve kız çocuklarının erişemediği sağlık hizmetleri ve yasaların sınırlı koruyuculuğundan ayrı düşünemeyiz. Nüfusun kendini yeniden üretme kapasitesini eriten patriarkal kapitalizmin krizden çıkış stratejisi olan cinsiyetçi, otoriter ve ırkçı dalgayı da ancak ‘güçlü sınıf’ durdurabilecek.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖