Köşe Yazıları Zübeyde Dizdar 20 Mayıs 2024
Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma Günü olan 25 Kasım, BM kararıyla bu konuda farkındalık yaratmak amacıyla ilk kez 1999’da ilan edildi. Binlerce yıllık şiddet döngüsüne karşı, yüzlerce yıllık kadın mücadelesiyle ancak geçtiğimiz yüzyılın son yılında bir kazanım elde etmiş olduk. Küçümsemek için söylemiyorum böyle, kadın meselesinde bir kazanım elde etmek için ne büyük ve uzun mücadeleler vermek zorunda kaldığımızın altını çizmek istediğimden diyorum.
Peki 25 Kasım öncesinde şiddete karşı hiç mi sokaklara çıkmadı Türkiyeli kadınlar? Çıktı tabii ki ve geçtiğimiz 17 Mayıs bu çıkışın 37. yıl dönümüydü.
Türkiye’de feminist mücadele aslen 80’den sonra ve ezici çoğunluğu 80 öncesi devrimci örgütlerde mücadele etmiş kadınların çabasıyla başlar. Hem mücadelelerinde kadınlık durumlarının göz ardı edilmesini hem kadının “sofradaki yerinin öküzlerden sonra gelişi”ne yönelik durumun vahametine karşı tespit dışında pek bir şey yapılmamış olmasını sorgulamalar başlatır kadın hareketini. Bu sorgulayış başlı başına bir yazının konusu olsun. Biz, 17 Mayıs 1987’de yapılan “Dayağa Karşı Kadın Yürüyüşü”ne bakalım.
4 Nisan 1987’de on yıllık evli ve 3 çocuk annesi, hamile bir kadının eşinden boşanmak üzere açtığı davada Çankırı Asliye Hukuk Mahkemesi Hakimi Mustafa Durmuş, bu koşullardaki bir kadının kocasından yediği dayağın boşanmak için yeterli olmayacağı gerekçisiyle davayı reddeder. Bu olay bir süredir hareketlenmeye başlamış feminist hareket için ateşleyici bir işlev görür. Bir grup feminist kadının İstanbul Sultanahmet Adliyesi’nde Mustafa Durmuş’a 1 liralık manevi tazminat davası açmak için başvuruda bulunma girişimleri taraf olmamaları gerekçesi ile reddedilir. Bu daha da öfkelendirir kadınları ve dayağa karşı etkin bir kampanya başlatmaya karar verirler ve anneler gününde bir miting yapmak isterler fakat valilikten izin çıkmaz. Böylelikle tarih 17 Mayıs’a kayar ve “Dayağa Karşı Kadın Yürüyüşü” yapılır.
Feminist Dergisi’nin çağrısıyla 17 Mayıs 1987’de İstanbul’da Kadıköy İskelesi’nden başlayan yürüyüş, Yoğurtçu Parkı’nda bir mitingle taçlanır. 80’den sonra kadınların sokakta yaptığı ilk kitlesel kadın eylemi olarak tarihe kaydını düşüren “Dayağa Karşı Kadın Yürüyüşü” Türkiye’de kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin de yıl dönümüdür desek yanlış söylemiş olmayız.
Dayağa karşı ve eşitlik taleplerini dile getiren pankart ve dövizlerin taşındığı, dönemin aktif feministlerinden Şirin Tekeli, Ayşe Düzkan, Özden Dilber, Zehra Başer ve o yıllarda güvenlik nedeniyle soyadı belirtilmeyen bir trans kadın olan Sevtap’ın konuşmacı olduğu mitinge yaklaşık 2500 kadın katılır ve buradan alınan güçle şiddete karşı bu kampanya yıllarca devam eder. Bu kampanyanın en somut kazanımı ise Mor Çatı Kadın Sığınağı’dır.
Düşünüyorum da kadınların tüm Anadolu coğrafyasında yaygın bir şekilde ve öldüresiye dövüldüğü -öyle ki bir kocadan beklenen en üstün vasfın karısını dövmemesi ya da az dövmesi olan- ülkemizde 1987’ye kadar bu şiddete karşı elle tutulur bir şey yapılmaması çok ilginç geliyor bana. Onca güçlü bir ataerkilliğin belirlenimi düşünüldüğünde kurduğum cümlenin naiflik içerdiğini biliyorum ama gene de 1987’ye kadar 70 yıllık bir tarih yaratmış devrimcilerimizin de insan onurunu bunca inciten, kişiliğe doğrudan saldırı içeren, insanın insanı ezmesinin en somut göstergelerinden biri olan dayak meselesini neredeyse devrimden sonra kurtulunması gereken “feodal kalıntı”lardan biri olarak görmesini şaşırarak karşılıyorum. “Olmaması gereken bir şey” olarak görse de “ne yapalım”cı yaklaşımla aile içine ait özel bir mevzu olarak değerlendirmesi kabul edilebilir değil gerçekten. Neyse ki kadınlar var!
Bugünden bakınca ne çok yol almışız diyorum. Eylemin adı bile (dayağa karşı) ne kadar tırmalıyor kulağımızı. Ne çok derken şiddeti bitirdik anlamında değil de farkındalık yaratma anlamında söylüyorum. Bugün artık tüm cezasızlık politikalarına rağmen kadına yönelik şiddetin suç olduğu gerçeği tartışma konusu bile değil. Çok istese bile kimse savunamaz bu şiddeti. Çok değil 35 yıl önce çok tasvip edilmese de toplum nezdinde erkeğin “sabrını taşıran” kadına şiddet uygulaması normal görülürdü. Normal görülmeyen neredeyse durduk yere, sudan sebeplerle kadının şiddete uğramasıydı. Yoksa erkeğin damarına basan kadın, dayağı da bir yerde “hak” ederdi.
İkinci kuşak feministlerin “Özel olan politiktir” şiarı ev içi ezilme ve sömürüyü bütün çıplaklığı ile açığa çıkarması açısından kadın mücadelesinde çok kıymetli bir yere oturur. Böylelikle kelimenin gerçek anlamıyla kolun kırılıp yen içinde kaldığı evlerimizde, yaşanan şiddet ve taciz ailenin kimseyi ilgilendirmeyen bir sırrı olmaktan çıkmış; karakolun, mahkemenin konusu haline gelmiştir. Dedik ya iyi ki kadınlar var ve kadın kadının yurdu! 17 Mayıs 1987’ye selam olsun diyelim o halde.
Yazar Hakkında Bilgi
1974'te Gaziantep'te doğdu. 1997'de Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Sol Dergisi'nde, aynı zamanda editörlüğünü yaptığı Sol Kitap'ta, İleri Kitap'ta yazdı. Çok yazarlı Haluk Yurtsever'e saygı niteliğinde basılmış "Direngen Komüniste Yazılar" ve "Kim Demiş ki Ben Yapamam" adlı kitapların yazarları arasında yer aldı. Ebru Pektaş'ın Cinsellik Şiddet Emek - Toplumsal Cinsiyetin Anahtar Kavramları ve Ahmet Şık, Bahadır Özgür, Ertuğrul Mavioğlu, Hakkı Özdal ve Timur Soykan'ın yazdığı Duvar kitaplarının editörlüğünü yaptı. Mutluluğunun en önemli kaynağı olan Nehir'in annesidir.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖