Köşe Yazıları Hatice Özbay 17 Temmuz 2025
“Bir ülkeyi ikiye bölmek kolaydır. Ama bir şiiri? Ya bir kadını?”
Kıbrıs’ta sınır kapılarının ilk kez açıldığı o gün, güneye geçen ilk kadınlardan biriydi Neşe Yaşın. O gün yalnızca bir adım değil, on yılların suskunluğunu aşan bir yürüyüştü bu.
50 metrelik bir buffer zone, yani tampon bölge, dünyanın en kısa mesafelerinden biri sayılır. Ama o mesafe, Neşe Yaşın’ın adımlarında bir halkın acısına, bölünmüş bir çocukluğa, yarım kalmış cümlelere, ikiye ayrılmış haritalara açılan bir yola dönüştü. Adanın kuzeyinden güneyine geçen bu sessiz yürüyüş, yalnızca politik değil, şiirsel bir eylemdi.
Çünkü Neşe Yaşın yalnızca bir şair değil, bir şiir elçisidir.
Kıbrıs’ın iki yakası arasında değil sadece; Türkiye’den Malezya’ya, Türkmenistan’dan Kolombiya’ya, Berlin’den Avusturalya’ya, Atina’dan Lefkoşa’ya kadar taşıdığı bir dil vardır: barışın dili.
Ve o dili, sınır kontrollerinden değil, şiir kitaplarından, çocukluk anılarından, çevirilerden ve sürgün duygusundan geçirerek örer.
Bir yandan Ataol Behramoğlu’nun Sanat Emeği dergisinde yayımlanan şiiriyle şiir dünyasına ilk adımını atarken, öte yandan Türkçeden Yunancaya, İngilizceden Türkçeye çevirdiği metinlerle diller arasında da bir köprü inşa etti. Sadece Kıbrıs’ın değil, dünyanın birçok yerinde sahneye çıkarak şiiri politik bir söylemden çok daha fazlası, bir tanıklık biçimi olarak yeniden tanımladı.
Bir feminist, bir barış aktivisti, bir akademisyen…
Ama belki en çok da kendi ülkesinde bile “evine” gidemeyen bir kadının, hem içsel hem coğrafi sürgününe rağmen kurduğu dilin adı: Neşe Yaşın.
Bu yazı yalnızca bir portre değil.
Bu yazı, şiirin coğrafyaları nasıl aştığını, bir halkın belleğinin nasıl kadın bir sesle yeniden kurulduğunu, bir adanın iki yarısını birleştiren insani ve şiirsel bir yürüyüşün izini sürüyor.
Çünkü bazen bir şiir, pasaporttan güçlüdür.
Çünkü bazen bir kadın, bir ülkenin tüm yaralarını adımlarında taşır.
Ve bazen, o kadın Neşe Yaşın’dır.
Bir Adanın İçinde Dağılmak
Neşe Yaşın, Kıbrıs’ta Türklerle Rumların birlikte yaşadığı Peristerona adlı küçük bir köyde doğdu. Daha dört yaşındayken, çatışmalar baş gösterdiğinde ailesi kuzeye göç etmek zorunda kaldı. Bu göç bir yolculuk değildi; bir bölünmeydi. Sadece coğrafi değil, ruhsal bir kopuşun başlangıcıydı.
O yaşta doğduğu evden, komşularından, evin önündeki incir ağacından koparılan her çocuk gibi, Neşe de göçü anlamadan yaşadı. Ama belleği onun yerine hatırladı. Lefkoşa’nın gri duvarlarında biriken sessizlik, onun iç sesine dönüştü. Her suskunluk, yıllar sonra dizelerine sızacak bir yankıya dönüştü:
“Savaşta geçti çocukluğum / kırıktır içimin pencereleri” dedi.
Babasının şair olması, evlerinin edebiyat çevrelerine açık bir alan haline gelmesi onu şiire yaklaştırdı. Ama şiir onun için sadece bir gelenek değil; bir hayatta kalma biçimiydi. Çocukluğundan itibaren içinde taşıdığı yarıklara, kelimelerle tutundu.
Ait olamamanın, bölünmüşlük hissinin, kimlik çatışmasının tam ortasında büyürken, dışarıda çizilen sınırların içindeki başka sınırlara -kadınlık, azınlık, yalnızlık- da tanık oldu.
O yılların çocukluğu, telden arabalarla değil, tel örgülerle çevriliydi. Rüyalarına bezden bebekler değil, barikatlar giriyordu. Ve her yeni sabah, adanın başka bir yerinden gelen çatışma haberiyle başlıyordu.
“Kaçmak zorunda bırakılanlardan geriye kalanı yağma etmek mübahtır. Öte yakada bırakılan her şey için hayıflanmak yenik düşmez zamana. Oysa kimin çocukluğu kanamaktadır kim bilir görme mesafesi kadar uzakta geçen zamana.” çocukluk anılarını nasıl talan ettiklerini anlatıyordu bir yazısında.
Birçok kişi, Neşe Yaşın’ı yalnızca barış için yürüyen kadın olarak tanır. Ama bu yürüyüş çok daha önce, çocukken başladığı bir iç yürüyüştür. Kıbrıs’ın bölünmesinden önce, onun içi bölünmüştü.
Ve belki de o yüzden, şiiri bir direnişten çok, bir onarma biçimidir. Kendini, ülkesini, geçmişini, dilini ve geleceğini onarma arzusu.
Neşe Yaşın’ın şiirle kurduğu bağ, sadece estetik bir arayış değil, yaşamsal bir zorunluluktu. Ankara’ya, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne (ODTÜ) geldiğinde, içinde biriken onca sessizlik, sözcüklere dönüşecek bir alan buldu. Sosyoloji okurken politikayla, kadın mücadelesiyle, kimlik tartışmalarıyla yoğruldu, ama bunları sloganlarla değil, şiirle dile getirmeyi seçti.
Şiir onun hem savunması hem itirazı, hem de şefkatiydi. ODTÜ kampüsünün siyasi gerginlikleri arasında, genç bir Kıbrıslı kadın olarak yaşadığı yalnızlığı, Kıbrıs’tan Türkiye’nin başkentine uzanan içsel sürgünü kalemiyle anlattı. Bu dönemde kaleme aldığı şiirlerinden biri, dönemin önemli edebiyatçılarından Ataol Behramoğlu’nun dikkatini çekti. Behramoğlu, onun şiir dosyasını Sanat Emeği dergisinde yayımlayarak, edebiyat dünyasına ilk adımını atmasına vesile oldu. İlk yayımlanan şiiri, bugün hala yankılanmaya devam eden şu dizelerden oluşuyordu:
Yurdunu sevmeliymiş insan
öyle diyor hep babam
benim yurdum
ikiye bölünmüş ortasından
hangi yarısını sevmeli insan?
Bu şiir, sadece bireysel bir anı aktarımı değil; aynı zamanda bir kuşağın kolektif yarasını da temsil ediyordu. Yaşın’ın dizeleri hem bireysel hem kolektif hafızaya dokunuyordu. Ve daha ilk şiirinde bile, onu “romantik” değil, “politik” yapan şeyin ipuçları vardı: masumiyetin kaybı, evin duvarında kurşun izi, annenin gözlerinde sessizlik.
Bu ilk temas, daha sonra yayımlayacağı şiir kitaplarına, barış bildirilerine, kadın yazılarına, yüzlerce köşe yazısına ve dünya sahnelerine uzanan uzun bir edebi yolculuğun başlangıcıydı.
Bölünmüş Bir Coğrafyada Sanatın Direnişi
70’ler ve 80’ler, Neşe Yaşın’ın şiirinin sadece estetik değil, politik bir direniş aracı olarak öne çıktığı kritik bir dönemdir. Kıbrıs’ın ikiye bölünmüş coğrafyasında ve Türkiye’de yükselen milliyetçi gerilimler, toplumsal kutuplaşma ve savaş tehditleri, onun kalemini keskinleştirdi. Bu ortamda Neşe Yaşın, şiiriyle barış çağrısı yaparken, aynı zamanda bölünmüşlüğün yarattığı acıyı ve ayrımcılığı cesurca dile getirdi.
Ret Cephesi, bu dönemin önemli sanatçı ve yazarlarının oluşturduğu, militarizme ve baskıya karşı şiirle direnişi benimseyen bir kolektifti. Neşe Yaşın, bu hareketin öncü isimlerinden biri olarak, özellikle “Mehmetçik Kıbrıs’ta” şiirine karşı yazdığı eserlerle dikkat çekti. O şiir, Kıbrıs’ta askeri varlığın ve savaşa gönderilen gençlerin simgesiydi. Neşe Yaşın ise, bu tür militarist söylemlere karşı durarak, savaşın insanlara, özellikle genç kadın ve erkeklere verdiği zararı vurguladı. Onun dizeleri, savaşın yıkıcılığına karşı barış ve insan hakları talebini yükseltti.
Bu dönemde şiirlerine yönelik ciddi sansür ve tehditler vardı. Ancak Neşe Yaşın, şiirini susturmaya çalışanlara rağmen yazmaya ve direnişini sürdürmeye devam etti. Feminist barış diliyle, erkek egemen milliyetçilik ve militarizme karşı duruşunu kaleminden hiç eksik etmedi. Şiir, kişisel duyguların ötesinde, toplumun vicdanını harekete geçiren bir direniş biçimiydi.
Neşe’nin 90’larda yazdığı şiirler sadece Türkiye ve Kıbrıs’ta değil, Avrupa ve dünyanın farklı coğrafyalarında da çevrilip yayımlandı. Barış, sevgi ve kadın temalı şiirleri, küresel bir dayanışmanın sesi oldu. Neşe Yaşın, bir röportajında, şiire yönelirken babasıyla yaşadığı ideolojik ve estetik ayrışmayı açık yüreklilikle dile getiriyor. Alıntıladığım cümlelerde, özellikle 1960’lı yıllarda babası Özker Yaşın’ın şiirini milliyetçiliğin hizmetine verdiğini ve “Kıbrıslı Türklerin milli şairi” olarak anıldığını ifade ediyor. Babasının şiirlerinin bir dönem Varlık gibi önemli edebiyat dergilerinde yayımlandığını ama milliyetçilikle kurduğu bağ nedeniyle şiirinin “tüketildiğini” düşündüğünü belirtiyor.
Neşe Yaşın, kendi kuşağının ise çok farklı bir deneyimden geldiğini söylüyor. 1967’ye kadar “enklav” denilen kuşatılmış bölgelerde büyüdüğünü, askeri törenlerde çocuk yaşta şiirler okuduğunu, ancak 1974’teki adanın bölünmesiyle birlikte zihninde büyük bir değişim yaşandığını dile getiriyor. O güne kadar Kıbrıslı Türklerin “iyi” ve “kurban,” Kıbrıslı Rumların ise “zalim” olduğu anlatısını sorgulamaya başladığını şu çarpıcı örnekle açıklıyor: 1974’ten sonra kendilerine verilen bir Kıbrıslı Rum evine girerken, duvarda o evde yaşamış insanların fotoğraflarını gördüğünü ve kendisini bir “hırsız gibi” hissettiğini anlatıyor. Bu an, onun savaş ve milliyetçilik anlayışında bir kırılma yaratıyor. “Zalimlerin milliyeti olmaz” fikrine ulaşıyor.
Bu düşünsel dönüşüm, şiirine de yansıyor. Kendisinin ve ağabeyi Mehmet Yaşın’ın şiirleri, bu dönemde babalarının şiir çizgisine doğrudan bir itiraz olarak gelişiyor. Bu çerçevede, dönemin “Ret Cephesi” olarak anılan ve 1974 sonrası yeni bir şiir damarı oluşturan kuşağın içinde yer alıyor. Bu kuşağın manifestosu sayılabilecek bir yazıyı, ağabeyiyle birlikte Sanat Emeği dergisinde yayımladıklarını belirtiyor. Yazıda önceki kuşağın şairlerini ve özellikle babalarını eleştiriyorlar. Bunun üzerine (baba) Özker Yaşın, Olay dergisindeki köşesinde “bir takım kendini bilmez yeniyetmeler” diyerek çocuklarına karşılık veriyor. Böylece, Neşe Yaşın’ın şiir serüveni, yalnızca estetik bir tercih değil, aynı zamanda kişisel ve politik bir başkaldırıyla da başlıyor.
Büyük Söz / Neşe Yaşın
“Şiir o büyük sözü söyleyince
bütün silahlar birden susacak
ölmüşlerin hep bir ağızdan söylediği
tarihten çıkıp gelen kalabalığın
akan kanın ve acıların çığlığı olan söz”
Bu dizelerde şair, savaşın ve milliyetçi şiddetin karşısına şiirin sözünü, barışı ve insan onurunu koyar. Özellikle savaşın kaçınılmaz bir kader değil, dönüştürülebilir bir sistem olduğunu savunan bu şiirsel ses, Ret Cephesi’nin temel etik duruşunu da özetler.
“Çiçek usulca fısıldayacak bu sözü
gökyüzündeki ağlayan bulut
coşkulu dalgaları denizin
asker olmak istemeyen çocuklar söyleyecek” (….)
Bu dizelerle, asker olmayı reddeden bir çocuğun sesi, savaş çığlıklarının önüne geçer. Yaşın, burada şiiri yalnızca estetik bir araç değil, aynı zamanda dönüştürücü bir eylem olarak konumlandırır.
Neşe Yaşın’ın şiiri, sadece bireysel değil, tarihsel bir vicdanın sesi de olmuştur. Özellikle 1974 sonrası Kıbrıs’ta “Ret Cephesi” olarak anılan kuşağın bir temsilcisi olarak, milliyetçiliğe, militarizme ve resmi anlatılara karşı çıkan şiirleriyle farklı bir poetik çizgi inşa etmiştir. Bu bağlamda, onun “Büyük Söz” başlıklı şiiri hem bireysel hem kolektif bir vicdani reddin sembolü haline gelir. Böylece şiirle vicdani ret arasında kurduğu bağ sayesinde, sadece Kıbrıs edebiyatının değil, bütün savaş karşıtı edebiyatın da güçlü bir temsilcisi haline gelir.
Neşe Yaşın’ın şiirinde kadınların yalnızlığı, öfkesi, arzusu ve direnişi belirgin bir iz bırakır. Onun dizelerinde kadın, edilgen bir figür değil; hesap soran, hatırlayan, unutmayan, hayatta kalmanın yollarını arayan bir varlıktır. Şiirleri, savaşın, şiddetin, yoksunluğun tam ortasında yükselen gerçek kadın sesidir.
Kıbrıs gibi erkek egemen siyasetin uzun süre kuşattığı bir coğrafyada, Neşe Yaşın’ın sesi kadınlara cesaret verir. Yazdıkları ne annelikle sınırlıdır ne de aşkın hizmetkârı bir dil taşır. Kadın olmak, onun kaleminde bir başkaldırı biçimidir. Kadınlar onun şiirlerinde izleyici değil, konuşan, susan, özleyen, hesap soran öznelerdir. Bazen bir annenin iç sıkıntısıyla, bazen bir âşığın eksilmiş kalbiyle, bazen de bir kız çocuğunun suskun gözleriyle hayat bulurlar.
Üzgün Kızların Gizli Tarihi
Neşe Yaşın
Hiçbir şeyi tam anlatamam
bir yanılsamadır anlatı
zamanın ağlaştığı ömür
zalim, vahşi gerçek ormanı
Söz öyle derin acıtıyor ki
yüzyıllardır kırdığı yerlerden
çürümüş günlükleri kokluyorum
bilinmez utançlar devşiriyorum
kendimi var ettiğim küllerden
Ben ki biraz o başkalarıyım
O başkaları biraz da ben
ayazda çıplak bir dal
yabanıl bir ses
uzun geceden
Eziyet çekerdi yüzü annemin
babam gücünü umarsızlığından alan çocuk
peki ben neydim ya da kardeşlerim
görmezler miydi ufacıktı bedenim
çıtır çıtır ezildim
(…)
(Bellek Odaları – Öküz Dergisi 2005)
Neşe Yaşın’ın “Üzgün Kızların Gizli Tarihi” şiirinde anne-kız ve baba ilişkileri, bireyin iç dünyasındaki karmaşık duygu ve deneyimlerin yanı sıra toplumsal ve kültürel baskıların yansıması olarak derinlemesine işlenir. Şiirin dizeleri, bireysel acıyı evrensel hale getirirken, özellikle aile içindeki güç dinamikleri ve duygusal yaralanmalar üzerinden kadının yaşamındaki çatışmaları gözler önüne serer.
Şiirde “Eziyet çekerdi yüzü annemin” dizesiyle anneden duyulan acı, sadece bireysel bir travma değil, kuşaklar boyunca süregelen kadınların yaşadığı baskının ve sessizliğin temsili olur. Anne, yüzeyde güçlü görünmeye çalışsa da içten içe ağır bir yük taşımaktadır.
“Babam gücünü umarsızlığından alan çocuk” dizesi, babanın sertliği ve belki de kendi içindeki kırılganlıkla dışarı vurduğu görece zarar verici tutumunu ifade eder. Bu satırda, baba figürünün aile içinde bir otorite olmasının yanı sıra, bilinçsizce yarattığı yıkımın altı çizilir.
“Görmezler miydi ufacıktı bedenim / çıtır çıtır ezildim” dizeleri, kız çocuğun hem fiziksel hem ruhsal olarak maruz kaldığı zararları, aile içindeki görmezden gelinmeyi anlatır.
Çocuklukta yaşanan bu yaralanmalar, şiirin genelinde hüzünlü ve öfkeli bir tonu besler.
Şiirin yapısı, bireysel acıların toplumun yanı sıra, ataerkil yapısı içinde kadının rolünü ve çektiği çileyi görünür kılar. Anne-kız ilişkisi, dayanışma ve aynı zamanda nesilden nesile aktarılan travmaların bir döngüsüdür.
“Bir yanılsamadır anlatı”, “zalim, vahşi gerçek ormanı”, “çürümüş günlükleri kokluyorum” gibi imgeler, şiire mistik ve karanlık bir atmosfer kazandırırken, yaşanan acının derinliğini ve kalıcılığını simgeler. Bu dizeler, şiirin anne-kız-baba dinamiklerinin yanı sıra bireyin kendi travmasıyla yüzleşmesini ve ondan güç alarak varoluşunu inşa etmesini simgeler. Sanatsal açıdan, geçmişin utançlarını reddetmek yerine onları sahiplenmek ve kendi kimliğinin temel taşları haline getirmek üzerine yoğunlaşır.
Neşe Yaşın, bir kadın ve kadın hakları savunucusu ve bu feminist duruşunu kamusal alanda da sürdürdü. Kadına yönelik şiddete karşı kampanyalarda, kadınların görünürlüğünü artıran edebiyat forumlarında, barış yürüyüşlerinde ve üniversite kürsülerinde hep aynı kararlılıkla yer aldı.
Düş / Neşe Yaşın
Üşümüş bir ruh
peşinde ateşin
kendi kulesinde
hapsedilmiş kadın
sorular ve bilmeceler içinde
yüzüne bakar bütün yolcuların
Kendindir kendinin görünmediği tek yer
yanılgısında yalancı aynaların
Başka bir şehre değil
başka bir insana gitmek
belki böylece yaşanacak bu düş
ve böylece ölecek
Yaşın’ın “Düş” adlı şiiri, kadının iç dünyasında yaşadığı sıkışmışlık, yalnızlık ve varoluşsal sancıları dile getiriyor. “Üşümüş bir ruh” ifadesi, kadının hem fiziksel hem de duygusal olarak zorlanmasını simgeliyor; peşinde ateşin olması ise bu sancının arkasında bir mücadele ve direnç olduğunu hissettiriyor.
“kendi kulesinde hapsedilmiş kadın” dizesi, kadının toplumun ve kendisinin yarattığı sınırlamalar içinde kapana kısıldığını; “yanılgısında yalancı aynaların” ise kadının kendini doğru ve gerçekçi göremediği, yansımaların yanıltıcı olduğu bir dünyada var olmaya çalıştığını anlatıyor. Bu, feminist bir eleştiriyi içinde barındırarak, kadının kimliğinin ve özünün görünmez kılınmasına, eril bakışın oluşturduğu yabancılaşmaya işaret ediyor.
Genel olarak şiir, Neşe Yaşın’ın feminist duruşunu, bireysel özgürlük ve toplumsal adalet taleplerini hem simgesel hem de duygusal bir dille ortaya koyuyor. Şiirdeki “düş” kavramı, hem gerçek bir rüya hem de ideal bir geleceğin, arzulanan bir değişimin metaforu olarak öne çıkıyor.
Bugün pek çok insan için o, yalnızca şair değil; barış elçisi, kadın sözcüsü ve hayatta kalma dilidir.
Belçika’da kendisine verilen “Barış Elçisi” unvanı, bu uluslararası takdirin bir göstergesidir. Şiiri ve eylemiyle taşıdığı sorumluluğu, farklı coğrafyalarda adım adım hak etmiştir. Neşe Yaşın şiiri zamanın değil insanın sesidir. Gittiği ülkelerde, katıldığı panellerde, çevirdiği kitaplarda ve verdiği derslerde bir kadının ne kadar çok şeyi yüklenebileceğini gösterir. Şiirlerinde toplumsal cinsiyet rollerine, erkek şiddetine, militarizme ve aşkın tahakkümüne eleştiriler vardır. Kadınlar şiirin direnişçi öznesidir.
Savaşlarda yalnız bırakılan, barış masalarında yok sayılan, travmaları görünmez kılınan kadınların sesi olarak Neşe Yaşın, hem politik hem şiirsel bir iddia ortaya koyar: Kadınlar sadece tanık değil, aynı zamanda anlatıcı ve tarih yazıcısıdır.
Türkiye’de kadın mücadelesinin yükseldiği yıllarda, Neşe Yaşın da bu direnişin parçası oldu. Yazıları, kampanyaları ve konuşmalarıyla feminist duyarlılığını şiirin ötesine taşıdı. Kadınlar için düzenlenen edebiyat atölyeleri, paneller ve barış forumlarında sesi “hem şair hem kadın” olmanın sorumluluğunu yüklendi.
Onun şiiri, kadının özneleşme sürecine eşlik eden güçlü bir sestir. Kimlik, beden, dil ve aidiyet gibi temalar onun kaleminde birleşir. Tıpkı bölünmüş bir adanın, ortada birleşmeye çalışan iki yakası gibi.
Onu ilk kez İstanbul’da değil, Lefkoşa’da tanıdım. Sınırın kuzeyinde, kendine ait olmayan bir sokakta yürüyordu sanki. Adımlarında yalnızca bir şairin zarafeti değil, bir barış yürüyüşçüsünün sabrı vardı. O gün, Neşe Yaşın’ın yalnızca dizelerini değil, o dizelerin gerisindeki sessiz ama ısrarlı yürüyüşü anlamaya başladım.
Onunla tanışmak için özellikle Kıbrıs’a gitmiştim. Çünkü, röportajlarını ve şiirini, okuduğumda, sadece bir metinle değil, bir direniş diliyle karşılaşmıştım. Onun hakkında çok şey biliyordum; İstanbul’da olduğu zamanlardan, katıldığı panellerden, yayımlanan yazılarından. Ama ona gerçekten yaklaşmak için Lefkoşa’ya, bölünmüş bir kentin kalbine gitmem gerektiğini hissediyordum.
Karşımda, şiiriyle sınır kapılarını aralayan, ama gerçek hayatta yıllarca bu kapılar kapalıyken üç ülkeyi dolanarak evine dönen bir kadın vardı. Akademisyenliği nedeniyle Güney Kıbrıs’ta çalışmak zorundaydı, ailesi ise Kuzey’de yaşıyordu. O kısa mesafe, ona dünyalar kadar uzaktı. Ercan’dan İstanbul’a, oradan Atina’ya, sonra yeniden Güney’e uçuyor; kilometrelerce yol katederek yalnızca 50 metrelik bir tampon bölgeyi geçiyordu. Bu, haritalara sığmayan bir mücadeleydi.
Onu tanıdığımda, sadece yazdıkları değil, yazmadıkları da etkiledi beni. Sessizliğiyle konuşan, kalabalıklar içinde dahi içine çekilen, ama bir çocukla göz göze geldiğinde gülümsemeyi unutmayan bir kadındı. Hayatında birçok zorluğu sessizce göğüslemiş, bunu ne mağduriyet ne kahramanlık olarak sunmuştu. Bu onun en büyük şiiriydi belki de.
Ve bugün bu yazıyı yazıyorum; çünkü…
Geçtiğimiz günlerde, Beyoğlu’nda düzenlenen çok anlamlı bir etkinlikte onu bir kez daha şiirle, direnişle ve dayanışmayla yürekten alkışladım. Arkadaşımla yeniden gurur duydum. Ayrıntıya boğmadan yazmaya çalışacağım. Ancak her bir ayrıntısı ayrıca önemliydi. Çünkü otuz yıldır siyasi tutuklu olan İlhan Sami Çomak özgürlüğüne kavuşmasının ardından Hirschman Uluslararası Şiir Ödülü’nü ilk kez fiziki olarak aldı ve ödülü Hirschman’ın eşi Agneta Falk takdim etti.
Jack Hirschman adına düzenlenen bu uluslararası törende, Neşe Yaşın jürideydi, ancak etkinlik onur ödülünü ilk kez fiziken alabilecek olan İlhan Sami Çomak için hazırlandığı için törenin organizatörlüğünü gönüllü üstlenmişti. Neşe’nin oradaki varlığı, şiiriyle kurduğu köprünün yeni bir halkasıydı. Yıllar önce sınır kapılarını aşan kadın, şimdi şiirle zamanın, mekânın ve acının sınırlarını aşmaya devam ediyordu. Bu, şiirin sınır tanımayan kardeşliğinin somutlaştığı anlardandı.
Jack Hirschman –Amerika’nın “Kızıl Şairi”– dünya şiirini sokaklara indiren enternasyonalist duruşuyla tanınmıştı. Vietnam’dan Filistin’e, Latin Amerika’dan Türkiye’ye emekçinin sesi olan, “Kızıl” lakabını kalbinin, öfkesinin ve umudunun rengiyle kazanmış bir şairdi.
İlhan Sami Çomak ise, 1994’te 21 yaşındayken tutuklandı. İşkence altında alınan ifadelerle idama mahkûm edildi ama cezası müebbet hapse çevrildi. Tam 30 yıl, 3 ay ve 8 gün sonra, 26 Kasım 2024’te özgürlüğüne kavuştu. Cezaevindeyken 10’dan fazla şiir kitabı yayımlandı, hücresinden dış dünyaya seslenmeye devam etti.
Hirschman ölmeden önce Çomak’a ithafen bir şiir yazdı; Çomak buna içeriden şiirle karşılık verdi. Yüzyılların tanıklığını taşıyan iki ses, hiç tanışmadan şiirle buluşmuş oldu. Jack, bu eşsiz bağı göremeden 2021’de vefat etti.
Jack Hirschman, yalnızca büyük bir şair değil; aynı zamanda Vietnam’dan Latin Amerika’ya, Filistin’den Türkiye’ye kadar mazlum halkların sesi olmuş bir enternasyonalistti. Hayatını devrimci edebiyata, sokağın şiirine, yoksulların sözüne adamıştı.
İki şair arasında, demir kapıları, tel örgüleri geçerek kurulan köprü mısralardan, kalp atışlarından örülmüştü.
Jack Hirschman 2021 yılında hayatını kaybettikten sonra eşi şair Agneta Falk tarafından kurulan Jack Hirschman Şiir Vakfı, onun anısını yaşatmak üzere uluslararası bir şiir ödülü başlattı.
2025 yılında İstanbul Beyoğlu’nda gerçekleşen törende bu ödül, içeride tam 30 yıl 3 ay 8 gün kalan, 2024’te özgürlüğüne kavuşan İlhan Sami Çomak’a verildi.
Ve İlhan Sami Çomak, bu kez sadece dizeleriyle değil, fiziken oradaydı.
Sahneye çıktığında hem Türkçe hem Kürtçe konuştu. Sözleri, yalnızca bir ödül kabulü değil; bir ömrün, bir direnişin, bir inancın sesiydi: “İlk kez bir ödülü fiziken alıyorum. Şiir benim için sadece bir yazı değil, bir direniş biçimiydi. Bu ödül, şiirin gerçekliğine olan inancımı büyüttü.”
Orada yalnızca jüri üyesi olarak değil, aynı zamanda törene kalbiyle, emeğiyle, sözüyle katkıda bulunanların başında gelen Neşe Yaşın sahneye çıktığında, İlhan Sami Çomak’a şöyle seslendi:
“Yıllarca seni içeride tanıdık. Şiirin bize senin yüreğini taşıdı. Şimdi sen buradasın ve o şiirle buluştuk.”
Aynı akşam Agneta Falk da İstanbul’daydı. Jack’in şiirle kurduğu dostlukların sürdüğünü, Neşe Yaşın gibi şairlerle birlikte bu kardeşlik ağının büyüdüğünü vurguladı.
Bu yalnızca bir şiir ödülü değildi. Bu, on yılların direnişine, dayanışmasına ve şiirle örülmüş kardeşliğe verilen bir onurdu. Törende yankılanan alkışlar, yalnızca bir şairin değil; insan onurunun, sözün, hafızanın alkışıydı.
Bu şiirsel anlatı, Neşe Yaşın’ın kendi yolculuğu içinde müthiş bir yankı buldu. Kıbrıs’tan İstanbul’a, İstanbul’dan Amerika’ya uzanan bir şiir hattını sürdürmek, sadece bir edebi uğraş değil; aynı zamanda vicdanın, hafızanın ve direnişin taşınmasıydı.
Neşe Yaşın, Jack Hirschman’ın enternasyonal dizelerini kendi sahnesine, kendi şiir diline taşıdı. O sahne artık sadece bir ödül töreni değil, küresel vicdanın yankılandığı bir mekândı. Çünkü onun yaptığı şey yalnızca bir köprü kurmak değil; şiirin kalbini, adalet arayışını ve dayanışmayı yeniden örmekti.
“Bazen bir şiir, pasaporttan güçlüdür. Ve bazen bir kadın, bir halkın geleceğini sırtında taşır.”
Neşe Yaşın’ın kendi sözüyle tamamlamak istedim bu yazıyı; “Hayatın bana en önemli öğretisi bu: Ne olursa olsun vaz geçmeyeceksin güzeli aramaktan. Belki bulamayacaksın ama aramış olmanın hazzını, ulaşamadığın İthake’ye doğru giden yoldaki serüveni yaşayacaksın ve zenginleşeceksin onunla. Yenilmek kaçınılmazsa da güzel yenileceksin”
Bu sözler de, sadece bir şiirin değil; bir hayatın, bir direnişin ve evrensel bir duruşun izlerini taşıyor.
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖