Background

15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişinin Görünmez Kahramanları Kadınlar

“Biz günahkar kadınlarız,
elbise giyenlerin ihtişamından korkmayanlarız

Hayatımızı satmayan,
başımızı eğmeyen,
ellerimizi kavuşturmayan.”

Kishwar Naheed*

Barikatta Çıplak Ayaklar

Türkiye işçi sınıfı tarihinde bir dönüm noktası olan 15-16 Haziran 1970 direnişi, yalnızca sermaye düzenine karşı bir kalkışma değil; aynı zamanda, görünmeyen emeklerin, bastırılmış öznelliklerin, susturulmuş hafızaların da tarihe kazındığı bir eşiktir. Ancak ne yazık ki bu büyük başkaldırının belleği, erkek merkezli bir anlatının gölgesinde şekillenmiştir. Kadınlar, tıpkı üretim sürecinde olduğu gibi, direnişin de asli öznesi oldukları halde, bu tarihsel anlatıdan sistematik olarak dışlanmışlardır.

15-16 Haziran’da İstanbul’un ve İzmit’in sokaklarına dökülen binlerce işçi arasında, görünmeyen bir öncülüğü omuzlayan kadın işçiler de vardı. O günler yalnızca erkek işçilerin değil, Sümerbank’tan İbrahim Ethem İlaç Fabrikası’na, DYO’dan MKE’ye, Emayetaş’tan Tekel’e kadar binlerce kadın işçinin de ayağa kalktığı günlerdi. Barikatlara çıplak ayakla yürüyen, çocuklarını sırtlarında taşıyan, elleriyle taş toplayan, megafonla yürüyüş kolunu yönlendiren kadınlar, yalnızca destekçi değil, direnişin dokusunu ören aktif öznelerdi.

Topkapı’daki Emayetaş, Uzel, Birleşik Alman, Auer, İbrahim Ethem İlaç ve MKE fabrikalarındaki kadın işçilerin, sabahın erken saatlerinde askeri barikatları aşarak yürüyüşe katılması bir örgütlü kararlılığın göstergesiydi. Kadınlar yalnızca bedenleriyle değil, politik bilinçleriyle de oradaydılar. Kadınların bu direnişteki rolü, mücadele tarihine “yardımcı unsur” ya da “arka plandaki emek” olarak yazılamaz; çünkü onlar, mücadeleyi planlayan, örgütleyen, taşıyan, sürdüren ve simgeleyen bir direniş örgüsünün içindeydiler.

Ne var ki bu tarihsel gerçek, ataerkil sendikal yapılar ve erkek egemen siyasal dil tarafından sistemli biçimde görünmez kılındı. Tıpkı ev içindeki görünmeyen emekleri gibi, sokakta ve fabrikada verdikleri sınıf mücadelesi de ya unutturuldu ya da yardımcı rol olarak görüldü. Kadınlar için ev ile fabrika arasında çizilmiş görünmez sınırlar, barikatın önünde bir kez daha silinmişti. Direnişin sıcak anlarında bile, kadınların mücadele içindeki politik rollerinin inkâr edilmesi, patriyarkanın sınıf mücadelesi içindeki sürekliliğini gözler önüne serer.

Bu sessizlik tesadüfi değildir. Erkek egemen tarih yazımı ve sendikal pratik, yalnızca kadının emeğini değil, varlığını da sistematik olarak silmiştir. 2007 yılında dönemin tanığı Av. Rasim Öz ile yürüttüğüm sözlü tarih çalışmasında, 15-16 Haziran direnişine katılmış kadın işçilere ulaşamamış olmam, bu sistematik sessizliğin günümüzdeki karşılığıydı. Kadınların direnişe katıldıkları biliniyor; ama onların sesi, hikâyesi, hafızası arşivlerde yok. Ne sendika kayıtlarında ne resmi belgelerde ne de sonraki kuşaklara aktarılan anma törenlerinde… Tıpkı eylemde çocuklarını sırtında taşıyan, çıplak ayakla yürüyen, megafonla yürüyüş kolunu yönlendiren o kadın(lar) gibi, isimsiz ve izsiz bırakıldılar.

Oysa feminist sosyalist tarih yazımı bize gösteriyor ki, sınıf mücadelesi ancak cinsiyetlendirilmiş bir gözle yeniden okunduğunda eksiksiz anlaşılabilir. Kadınların yalnızca sermayeye değil, patriyarkaya karşı da yürüttüğü bu çok katmanlı mücadele, bir tarih düzeltmesi değil, tarih inşasıdır. O yüzden kadınların direnişteki yerini hatırlamak bir vefa meselesi değil, politik bir zorunluluktur.

Kadın işçilerin direnişteki yeri, “yardımcı” olarak tanımlanamaz. Onlar, barikatın önünde dururken yalnızca sınıfsal değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklere de karşı duruyorlardı. Sessizdi belki o çıplak ayaklar, çatkılı, başörtülü, önlüklü kadınlar ama o sessizlik direnişin en gür sesi oldu. Bu yazı, o sessiz çığlığa kulak vermek, onu tarihin satır aralarından çekip çıkarmak ve hak ettiği yere, mücadele tarihinin merkezine koymak için yazıldı.

15-16 Haziran sadece bir işçi direnişi değil, aynı zamanda unutturulmak istenen kadın emeğinin, kadın cesaretinin ve kadın hafızasının da direnişidir. Ve bu hafıza, susmayacak.

Çünkü bu görünmez özne, barikatları aşan çıplak ayaklarda, subaylara kafa tutan kararlı bakışlarda ve sessizliğe inat kolektif kararlılıkta tezahür etmiştir. “Görünmeyen güç” ifadesi, şiirsel olduğu kadar politik bir hakikati de yansıtır. Direnişin içinde, arkasında ve sonrasında kadınlar hep bu gücü taşımışlardır oysa.

Bu görünmezlik bir tesadüf değil, ataerkil yapılarla beslenen sistematik bir sessizliktir. Feminist tarihçilerden Joan W. Scott, “Tarihte toplumsal cinsiyetin analitik bir kategori olarak kullanılmasının” bu tür silinmeleri görünür kılmak için gerekli olduğunu vurgular. Türkiye’de Necla Akgökçe, Ferhunde Özbay, Gülfer Akkaya ve Aslı Davaz gibi feminist araştırmacılar da kadınların sınıf mücadelesindeki rollerinin bilinçli şekilde arşiv dışı bırakıldığını belirtmişlerdir. Bu sessizlik, sendika tutanaklarından taşarak solun tarih yazımına sızmış; kadınların mücadeleci kimliğini sistemli bir biçimde arka plana iten erkek egemen dili beslemiştir.

Feminist tarih yazımı, tam da bu tür sessizlikleri kırmak için ortaya çıkmıştır. Sosyalist feministler, sınıfsal sömürünün cinsiyet temelli tahakkümle iç içe geçtiğini ısrarla vurgular. Kadınlar sadece kapitalist üretim ilişkilerinin mağduru değil; aynı zamanda ataerkil işbölümünün, cinsiyetlendirilmiş emeğin ve görünmezliğin de yükünü taşırlar çünkü.

15-16 Haziran 1970 Direnişi, bu iç içe geçmiş sömürü biçimlerine karşı verilen çok katmanlı mücadelenin çarpıcı örneklerinden biridir. Kadın işçiler hem sınıf sömürüsüne hem de patriyarkal yapılara karşı aynı anda direnmişlerdir. Bu direnişte kadınlar sadece görünür değil; aynı zamanda sınıf mücadelesinin kurucu ve dönüştürücü özneleri olmuşlardır. Ancak onları bu rolüyle görebilmek için tarih yazımının da dönüşmesi gerekir.

Tarih Yazımı Neden Suskun?

Sümerbank, İbrahim Ethem İlaç, DYO, Tekel ve Demirdöküm gibi fabrikalarda binlerce kadın çalışıyordu. Bu kadınlar üretimin omurgasını oluştururken, ev içi yeniden üretim işlerini de üstleniyorlardı. Ancak bu “çifte emek”, yani hem ücretli hem de ücretsiz emeğin birleşimi, sendikal yapılarda da, toplumsal hafızada da yeterince karşılık bulamadı.

Çünkü sendikalar uzun süre erkek egemenliğiyle örülmüş kurumlardı. Kadın işçilerin talepleri ya “ikincil” olarak kodlandı ya da tamamen görünmez kılındı. Aynı suskunluk, resmi tarih yazımında da sürdü: kadınların fabrika önlerinde, yürüyüş kollarında, hatta tankların karşısında verdikleri mücadele çoğunlukla bireysel tanıklıklara sıkıştırıldı.Oysa kadınlar, yalnızca direnişin “destekçisi” değil; onun taşıyıcı ve yönlendirici gücüydü. Bugün, 15-16 Haziran tanıklıkları ancak feminist bir gözle yeniden okunduğunda bu görünmeyen gücün gerçek hacmi anlaşılabiliyor. Bu güç sadece geçmişin değil, bugünün tarihini de yazıyor.

Kadınların 15-16 Haziran Direnişindeki Örgütlenme ve Eylem Pratikleri

15-16 Haziran 1970 direnişi, Türkiye işçi sınıfı tarihinin önemli dönemeçlerinden biridir. Sümerbank, DYO, İbrahim Ethem İlaç gibi fabrikalarda çalışan kadın işçiler; erkek egemen resmi sendikal yapıları aşarak, kendi inisiyatifleriyle kadın komiteleri ve fabrika temsilcilikleri kurdular. Bu yapılar kadınların hem özgül taleplerini gündeme taşıdı hem de direniş sürecinde koordinasyonu ve dayanışmayı sağladı.

Kadın işçiler, sadece barikatlarda erzak ve tıbbi malzeme taşıma gibi destek görevlerinde değil; polis, asker karşısında ön saflarda da yer aldılar. Topkapı’da tankların önünde durmaları, asker barikatlarını aşarak Eminönü’ne ulaşmaları ancak sembolik bir direniş olarak tarihe geçti. Oysa bu cesaretli eylemler, kadınların direnişin aktif taşıyıcıları olduğunu gösteriyor. Ancak bu katkı, resmi tarih anlatılarında çoğu kez es geçilmiştir.

Ayrıca, kadınlar mahallelerinde, ailelerinde ve çevrelerinde oluşturdukları dayanışma ağlarıyla direnişin toplumsal yaygınlığını artırdılar. Bu kolektif örgütlenme, 15-16 Haziran’ın yalnızca işçi sınıfı mücadelesi değil; aynı zamanda toplumsal bir dönüşüm mücadelesi olduğunu ortaya koydu.

Tanıklıklarla Direniş ve Kadın İşçilerin Direnişteki Rolü

“Tankların önünde durmak hiç kolay değildi, ama biz orada durduk çünkü bizim de sesimiz duyulmalıydı. Kadınlar olarak sadece destek değil, direnişin kendisi olmuştuk.”
– DYO fabrikasından bir kadın işçi tanıklığı, Sosyalist İşçi Dergisi, 1971

“Kadın komiteleri sendikalarda görünmezdi ama biz birbirimize güç verdik, fabrikadaki diğer kadınların da cesaretini artırdık. Dayanışmamız olmasaydı, bu kadar süre mücadele edemezdik.Sümerbank işçisi, Kadın İşçi Bülteni, 1972

Bu tanıklıklar, kadınların direnişe sadece katılan değil, direnişi taşıyan özne olduklarını gösteriyor. Dayanışma, cesaret ve örgütlenme pratikleriyle kadınlar, tarih yazımındaki sessizliği bizzat eylemleriyle delmişlerdir.

1970 yılının 16 Haziran sabahı, işçi hareketi Türkiye’de büyük bir doruğa ulaşmıştı. O gün Levent ve çevresindeki fabrikalardan yükselen sesler, kadın işçilerin öncülüğünde yankılanıyordu. Polis telsizlerinden gelen kayıtlar, o gün yaşananları canlı bir şekilde aktarıyor:

“Levent ve çevresindeki bütün fabrikalardaki çalışan işçiler işi bıraktı, efendim. Hepsi kapılardan çıkıyor, efendim… Bazılarının ellerinde sopalara takılmış kartonlar var… Yazıları okuyamıyorum… Şimdi birisini seçebildim, efendim. ‘Sendikamız anamız, feda olsun canımız’ yazıyor… Evet, anaları sendikaymış efendim. Birisinde ‘Demirel istifa’ yazılı… Hepsi Tekfen Fabrikasına doğru yürüyor efendim… Kadın işçiler öne geçti, efendim.” (İşçi Dayanışması dergisi, 111. sayı)

Bu alıntı, kadın işçilerin direnişteki ön saflarda yer aldığını ve mücadeledeki kararlılıklarını göstermektedir. Kadın işçiler sadece öne geçmekle kalmadı, yürüyüşün ritmini, sloganını, cesaretini taşıyan omurga oldular. Böylece 15-16 Haziran direnişi, kadın işçilerin sınıf mücadelesindeki yerini ve önemini kadınların sadece destekleyici roller üstlenmediğini, aynı zamanda ön saflarda mücadele ettiklerini ve örgütlenmede aktif rol aldıklarını da açıkça ortaya koymuştur.

“Tak diye indirttim Şalteri”- Belkıs Kaya’nın Tanıklığı

Kadın işçilerin sendikal mücadeleye katkısı, çoğu zaman tarihin satır aralarında kalır. Oysa Belkıs Kaya gibi mücadeleci kadınlar, 15-16 Haziran direnişinin yalnızca tanığı değil, öznesiydi. Kadın İşçi dergisinde Necla Akgökçe’nin onunla yaptığı söyleşi bu belleği diri tutmak açısından çok kıymetli. İşte bu söyleşiden bazı satırlar:

“Ürgüp’te doğdu, çok küçük yaşta evin sorumluluğunu üstlenerek, Birleşik Alman Fabrikası’nda işçilik hayatına atıldı. İlk sendikası Petrol-İş’ti. Ziya Hepbir, ona ‘üç oğlum var, kızım da sensin’ demişti. Sonra Gripin İlaç’a girdi. Sendikal mücadeleye Kimya-İş’te devam etti. 15-16 Haziran’da da 1 Mayıs 1977’de de en öndeydi.”

Kadın işçiler, uzun yılların baskısına rağmen mücadelede ön saflardaydı. Ağır koşullara ve tehdide rağmen yılmadılar, işçi sınıfının yükselen gücünü temsil ettiler. Sendikal hareketin önemli isimlerinden Belkıs Kaya, o dönemi şöyle anlatıyor:

“Ben sendikal mücadeleye başladığımda evliydim ve çocuklarım vardı. Gripin’de çalışıyordum. Baş temsilciydim. O zamanlar sendikacılık öyle kolay bir iş değildi. Erkekler bile korkardı. Patronun gözünün içine baka baka işçinin hakkını savunacaksın, kolay mı? Ama ben yılmadım.

“İlk grevimizde, bir gün patron geldi. ‘Kim durdurdu üretimi?’ dedi. Dedim ki: ‘Ben durdurdum.’ Şalteri gösterdim. ‘Tak diye indirttim’ dedim. Şaşırdı kaldı. Ama sonra herkes anladı ki burada işçinin sözü geçecek.

“15-16 Haziran’da çok net hatırlıyorum, sabah daha vardiya başlamadan biz kadınlar ön safa geçtik. Erkekler biraz çekingen duruyordu. Ben bağırdım: ‘Korkmayın! Hakkımızı alacağız!’ Sonra hep birlikte yürüdük. O günleri unutmak mümkün değil. Polisle karşılaştık, coplar havada ama biz geri adım atmadık. Çünkü haklıydık.”

Belkıs Kaya, 1960 ihtilali sonrasında Birleşik Alman İlaç Fabrikası’nda işe başladı. Sendikal örgütlenmenin henüz olmadığı, işçi mümessilliği sisteminin uygulandığı zorlu bir dönemde, sendikaya olan inancı ve kararlılığıyla dikkat çekti. İlk olarak Petrol-İş sendikasına üye oldu, işten atılma riskine rağmen mücadeleden vazgeçmedi. 1968’de işten atıldıktan sonra Kimya-İş’e geçti ve daha sonra Gripin İlaç’ta sendika yürütme kurulu üyeliğine kadar yükseldi. Burada kadın işçilerin ağırlıkta olduğu bir ortamda hem işçi temsilcisi hem de şeflik görevini üstlenerek önemli toplu sözleşmelerin imzalanmasında rol aldı. Sendikal haklar, pahalılık zammı, iş güvenliği gibi taleplerin takipçisi oldu.

Çocuklu ve aile sorumlulukları olan bir kadın olarak, zor şartlarda mesai sonrası sendika toplantılarına katılmak için büyük özveri gösterdi. Kadınların işçi hareketindeki yerinin güçlendirilmesi için mücadele etti; örneğin, işyerinde kreş hakkı gibi sosyal hakların kazanılmasına da öncülük etti.

Belkıs Kaya, sadece işyerinde değil, toplumsal dayanışmanın ve hak arama mücadelesinin simgesi olarak, dönemin zorlu koşullarında kadın işçilerin sesi ve cesur temsilcisi oldu. (Petrol-İş Kadın Dergisi, Temmuz 2012. Tam metin için bkz: kadinisci.org )

Yeter Demek İçin

“15 Haziran sabahı yüzlerce fabrikada üretim durdu ve bacalar tütmez oldu. Değişik kollardan kent meydanlarına ve Valiliğe doğru yürüyüşe geçen on binlerce işçi, DİSK’i kapattırmayacağını haykırıyordu.

Düş değil bu hayal değil he hey be hey
Yetmiş bin dev işçim kalktı yürüdü
Kokuşmuş düzene sahip çıkanın
Alnının çatına baktı yürüdü
Nasırlı elinde gürz gibi kini
Güneş tepesinde kızıl bir siniSağır beyinlere ayak sesini
Paslı çivi gibi çaktı yürüdü

15 Haziran günü 115 işyeri ve 75 bin işçiyle başlayan direniş, 16 Haziran günü 168 fabrikaya kapsayarak yaklaşık 150 bin işçiye ulaştı. Sanayinin kalbi olan İstanbul, Gebze ve İzmit’te fabrikalar durmuştu. İşçiler çeşitli eylemler, yürüyüşler, mitingler gerçekleştiriyorlardı. Kadın işçiler en öne atılmış, militan bir cüretkârlığı kuşanmışlardı. Sendikalarına sahip çıkan işçilerin üzerine asker ve polis ateş açıyor, tutuklama yapıyor, barikatlar kuruyordu. Ama bu çabalar nafileydi! İşçiler önlerine kurulan barikatları coşkun bir sel gibi birer birer aşıyor, tankların üzerinden atlıyor, tutuklanan arkadaşlarını kurtarmak için polis karakollarını basıyordu. İşçilerin direngenliği karşısından korkuya kapılan patronlar ise bavullarını toplayarak İstanbul’dan kaçmaya başlamışlardı.

Yeter demek için patron kârına
Dev adımlar selam yazdı yarına
İşbaşından cadde ortalarına
Kükreyen sel gibi aktı yürüdü
O barış yerine kavgayı seçen
Alnının terini su diye içen
Kıyıda köşede eline geçen
Demiri iki kat büktü yürüdü”

15-16 Haziran’da Hafızayı Tazelemek

15-16 Haziran 1970, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük direnişlerinden biri olmanın ötesinde, unutulmaya direnen bir hafıza mekânıdır.** O gün, on binlerce kadın ve erkek işçi İstanbul sokaklarında yalnızca sendikal hakları için değil, aynı zamanda sınıf kimlikleri için yürüdü. Bu yürüyüş, işçilerin örgütlenme özgürlüğüne ve sendikal haklarına sahip çıkma iradesinin en güçlü ifadesi oldu. Günümüzde taşeronlaşma, güvencesiz çalışma koşulları ve sendikasızlaştırma gibi sorunlarla karşı karşıya kalan işçi sınıfı için 15-16 Haziran’ın mirası, mücadele azmini ve dayanışma ruhunu yeniden hatırlatan önemli bir pusuladır.

Bu direniş, her yaştan kadın ve erkek işçilerin sadece ekonomik değil, siyasal bir özne olarak da kendini kurduğu bir dönüm noktasıdır. Bu nedenle 15-16 Haziran’ı anmak ve anlamak; sadece geçmişi hatırlamak değil, aynı zamanda bugünün ve geleceğin mücadelelerine ışık tutmanın yollarını aramaktır. Çünkü 15-16 Haziran, emek-sermaye çelişkisinin görünür hale geldiği, işçi sınıfının kendini özne olarak kurduğu nadir eşiklerden biridir.

Arka Plana Kısa Bakış

1960’ların sonuna gelindiğinde Türkiye’de işçi sınıfı hem nicel hem nitel olarak büyümekteydi. Sanayi burjuvazisinin yoğunlaştığı Marmara Bölgesi başta olmak üzere her yaştan binlerce kadın ve erkek işçi, göç yoluyla büyük kentlere yığılmış, üretim bantlarında emeğiyle var olmaya başlamıştı. 1961 Anayasası’nın görece özgürlükçü ortamı sayesinde sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev hakkı anayasal güvenceye alınmıştı. 1960’ların ikinci yarısında, Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu olan Türk-İş, giderek devletle yakınlaşan ve merkezileşen yapısıyla tabandaki işçilerin taleplerini karşılamakta zorlandı. TÜSTAV arşivlerindeki işçi röportajlarında sıkça dile getirildiği üzere, bu durum işçiler arasında “devlet sendikacılığı” eleştirilerine yol açtı. Bu rahatsızlık, 1967’de, daha radikal ve tabandan örgütlenmeyi esas alan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulmasına zemin hazırladı. DİSK, işçi sınıfının hak mücadelesinde yeni bir dönemin öncüsü olarak ortaya çıktı ve işçi hareketinin dinamizmini yeniden canlandırdı. Bu ortamda Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) işçi sınıfının siyasal ve sendikal bilincinde ciddi bir yükselişe öncülük etti.

15-16 Haziran direnişini doğuran siyasi ortamda DİSK’in destekçileri arasında Türkiye İşçi Partisi (TİP), Türkiye Komünist Partisi (TKP), Dev-Genç, Türkiye Sosyalist Partisi, bazı kamu emekçileri sendikaları ile demokratik kitle ve öğrenci örgütleri vardı.

Ancak devlet ve sermaye bloku bu destekleri ve DİSK’in yükselişini bir tehdit olarak gördü. 1970 yılında Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi hükümeti tarafından hazırlanan Sendikalar Yasası’nda değişiklik öngören yasa teklifi, işçilerin DİSK’ten ayrılarak Türk-İş’e geçmesini kolaylaştırmayı amaçlıyordu. Bu düzenleme, örgütlenme özgürlüğüne açık bir saldırıydı. DİSK’in kapatılması hedefleniyor, sınıfın en dinamik gücü tasfiye edilmek isteniyordu.

Bu bağlamda, 15-16 Haziran Direnişi, spontane bir öfke patlaması değildi. Aksine, örgütlü ve tarihsel bir karşı koyuştu. Yaklaşık 150 bin işçi, İstanbul ve İzmit’te fabrikalardan çıkıp sokaklara döküldü. Sendika yöneticileri, fabrika komiteleri ve işçi önderlerinin çağrısıyla barikatlar kuruldu, yürüyüşler düzenlendi. Devlet bu direnişi bastırmak için sıkıyönetim ilan etti, onlarca işçi gözaltına alındı, onlarca işçi yaralandı ve ikisi polis kurşunuyla, birisi de polis olmak üzere 3 kişi yaşamını yitirdi.

Ve hükümet geri adım atmak zorunda kaldı. Anayasa Mahkemesi, yasal değişiklikleri iptal etti. Böylece işçi sınıfı yalnızca bir yasa tasarısını değil, kendi tarihsel varlığını da savunmuş oldu.

15-16 Haziran’dan Sonra Kadın İşçi Hareketlerinin Yükselişi

Bu direnişten sonraki dönemde kadın işçilerin görünürlüğü artmakla birlikte, sendikalardaki ataerkil yapılar kolay kolay yıkılmadı. 1970-80 arasında kadınlar, sendikalarda “kadın komisyonları” oluşturarak özgül sorunlarını görünür kılmaya çalıştılar. Tekstil, gıda ve sağlık gibi sektörlerde kadınların öncülüğünde gerçekleşen grev ve protestolar, ekonomik taleplerin yanı sıra işyerinde taciz ve ayrımcılığa karşı direnişi de içeriyordu.

1970’lerde kadın işçilerin önderlik ettiği grev ve protestolarda büyük bir artış yaşandı. Özellikle 1974 Derby, 1976 Singer, 1977 Arçelik grevleri gibi örneklerde kadınlar hem ekonomik hem de cinsiyet temelli ayrımcılığa karşı direndiler. Bu dönemde kurulan İlerici Kadınlar Derneği (İKD), kadın işçilerin sömürüsüne karşı örgütlenmelerin önünü açtı. Beria Önger başkanlığındaki İKD, kadınları sadece ev içi rollerden çıkarmakla kalmadı; grev alanlarında, seminerlerde ve 1 Mayıs alanlarında görünür kıldı.

15-16 Haziran 1970 direnişi, yalnızca sınıfsal değil aynı zamanda patriyarkaya karşı direnişin de simgesiydi. Kadınlar burada sadece fiziksel değil, örgütsel ve politik olarak da belirleyici oldular. Ancak bu katkılar da sendika tutanaklarına ve tarihe tam anlamıyla yansımadı.

Bugüne Bükülüş: Görünmezlikten Kolektif Hafızaya

Kadınlar hâlâ mücadele sahnesinde, ancak geçmişin görünmez kıldığı kadınları görünür kılmak; bugün feminist ve sosyalist politikaların en kritik görevlerinden biridir. 15-16 Haziran’daki kadın işçilerin direnişi, günümüzde kadın işçi grevlerinden kadın cinayetlerine karşı sokağa çıkanlara ve ev içi emeğin tanınmasını talep edenlere kadar uzanan tarihsel bir kök oluşturur.

Eğer bu tarih yalnızca erkeklerin mücadelesiymiş gibi aktarılırsa, geleceğin kolektif hafızası da eksik ve yanıltıcı olacaktır. Oysa “çelişkiler içinde iki kat sömürülen” kadınlar olmadan ne sınıf mücadelesi ne de devrimci bir gelecek mümkün olabilir.

Uluslararası Sosyalist-Feminist Perspektif

Bu sessizlikle hesaplaşma, sadece Türkiye’ye özgü bir ihtiyaç değil. Dünyanın birçok yerinde sosyalist feminist hareketler, benzer biçimde sınıf ve cinsiyet sömürüsüne karşı mücadele etmiş, tarih yazımına müdahale etmiştir.

1970’lerde İtalya ve Fransa’da kadın işçiler, iki eksenli sömürünün farkındalığıyla hareket ederek hem patriyarkayı hem de kapitalizmi hedef alan örgütlenmelere gittiler. İngiltere’de 1980’lerde ortaya çıkan Women Against Pit Closures (Maden Ocaklarının Kapatılmasına Karşı Kadınlar) hareketi, kadınların sadece ekonomik çıkarları için direnişe katılmakla kalmayıp sendikal yapıları da sorguladıkları, sendikaların cinsiyetçi pratiklerine karşı da örgütlenip mücadele ettiği önemli bir direniş örneği oldu. Türkiye’de ise benzer bir biçimde, özellikle 1990’lar sonrası tekstil, gıda,kozmetik, sağlık gibi kadın işçilerin yoğun olduğu sektörlerde kadınların sendikalarda daha görünür hale gelmesi ve patriyarkal yapıları sorgulaması, kadın işçilerin kolektif mücadelesinin güçlenmesine yol açtı. Bu süreç, kadınların işçi hareketi içindeki rolünü derinleştirerek, sınıfsal ve cinsiyet temelli ayrımlara karşı birleşik bir mücadele hattının oluşmasına zemin hazırladı.

1977’de Arjantin’de başlayan Plaza de Mayo Anneleri’nin kaybedilen çocukların izini sürmek için diktatörlüğe karşı başlattığı direniş, aynı zamanda patriyarkal rejime karşı bir feminist sivil direniş hattı haline geldi. Yıllar sonra bu direniş, Türkiye’de Cumartesi Anneleri’nin 1995’te Galatasaray Meydanı’ndaki sessiz direnişinde yankı buldu. Bugün 30. yılına yaklaşan Cumartesi Anneleri, bu topraklarda kadınların hafıza ve hakikat mücadelesinde ısrarının adı oldu.

Arjantin, Şili ve Brezilya gibi ülkelerde bu mücadeleler, toplumsal hafızayı feminist bir eksende yeniden kuran bir damar oluşturmuştur. Yalnızca geçmişin erkek egemen anlatılarını sorgulamakla kalmayıp, kadınların kolektif direniş ve kurucu emeğini görünür kılarak bugünün mücadele zeminini de dönüştürmüştür.

Türkiye’de kadın işçi hareketleri, bu uluslararası sosyalist-feminist dalganın bir izdüşümü olarak hem fabrika hem ev hem de sokak düzleminde örülen çok katmanlı bir direniş biçimi geliştirdi. Bu pratikler, kadınların sadece bir “yardımcı özne” değil; mücadeleyi yönlendiren, yönünü değiştiren ve dönüştüren bir güç olduğunu açıkça gösteriyor.

Sessizliğe Karşı Direniş: 1980 Sonrası ve Yeni Kadın Örgütlenmeleri

1980 askeri darbesiyle birlikte tüm sendikalar, dernekler ve siyasi partiler kapatıldı. Bu kapsamda, dönemin en kitlesel kadın örgütlenmesi olan İlerici Kadınlar Derneği (İKD) de kapatıldı. Dernek üyesi yüzlerce kadın gözaltına alındı, kimi işkence gördü, kimisi sürgüne zorlandı. Ancak bu ağır baskı ortamı kadınları yıldırmadı. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren, bu kez feminist perspektifi daha güçlü olan yeni kadın hareketleri filizlendi.

Sosyalist feministler, patriyarkayı yalnızca fiziksel, kültürel baskı değil, aynı zamanda sınıfsal egemenlikle el ele yürüyen bir sömürü biçimi olarak ele alarak, yeniden örgütlenmeye başladılar. Kadın Çevresi, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Feminist Dergi, Pazartesi Dergisi, Amargi, Sosyalist Feminist Kolektif, KAHDEM gibi yapılar, Ataerkiyi sınıf sömürüsüyle birlikte sorgulayan yeni mücadele hattı kurdular.

2000’li yıllarda TEKEL, Migros, Flormar gibi direnişlerde kadınların öncülüğü bu hattın sürdürülebilirliğini ve etkisini ortaya koydu. 1980 sonrası kadınların örgütlenmesi, patriyarkaya ve kapitalizme karşı yükselen yeni bir direniş hattıdır.

Ataerkil egemenlik yalnızca ev içindeki rollerle sınırlı kalmaz; kamusal ve politik alanları da şekillendirir. Sınıf mücadelesi içinde bile erkek egemen yapılar, kadınların kolektif özneleşmesini ve görünürlüğünü sistematik olarak bastırır.

Feminist tarih yazımı, tam da bu sessizliği kırmak için vardır. Eğer hâlâ 15-16 Haziran’dan bahsederken kadınların adını anmıyor, deneyimlerini belgelemiyorsak, o tarihi eksik anlatıyoruz demektir. Bu yazı da o eksik bırakılmış ve görünmez kılınan kadınların tarihinden kısa hatırlatmalarla kaleme alınmıştır ki, gereklidir.

Çünkü, 21. yüzyılda kadın işçi mücadelesinin yeni dönemi başladı. 2000’li yıllardan itibaren kadın işçiler, yalnızca işyerlerindeki hak ihlallerine karşı değil, aynı zamanda esnek, güvencesiz ve kayıt dışı çalışma biçimlerine karşı da seslerini yükselttiler. Ev içi emeğin görünmezliğine karşı feminist teoriyle buluşan kadınlar, STK’larda ve sendikal mücadelede de daha belirgin bir rol üstlenmeye başladılar.

Novamed grevi bunlardan sadece biridir (başka bir yazı konusu olarak ele alınmalı). Novamed grevi, Antalya Serbest Bölgesi’nde faaliyet gösteren Alman sermayeli bir medikal ürün fabrikasında çalışan kadın işçilerin başını çektiği bir grevdi. Petrol-İş Sendikası’na üye olan işçiler, toplu iş sözleşmesi sürecinde anlaşma sağlanamaması üzerine 26 Eylül 2006 tarihinde greve başladılar. Grev, tam 488 gün sürdü ve 27 Ocak 2008’de anlaşmayla sonuçlandı. Bu grev, Türkiye’de kadın işçilerin başını çektiği en uzun grevlerden biridir ve kadın emeği açısından bir dönüm noktası olarak değerlendirilir.

Migros depo işçileri, Flormar direnişi ve daha yakın tarihteki Farplas ve Trendyol grevlerinde kadınlar, örgütlenme süreçlerinde belirleyici oldular. Bu direnişlerde kadınlar yalnızca hak talepleri için değil, aynı zamanda işyerindeki mobbing, cinsiyetçi işbölümü ve toplumsal cinsiyet rollerine karşı da mücadele ettiler.

2024 yılında Polonez işçilerinin grevi, bu belleğin en güncel halkalarından biridir. Yağmur çamur demeden üretimden gelen gücünü kullanan kadın işçilerin bu grevdeki kararlı duruşu, sadece ücret artışı değil, insan onuruna yakışır bir çalışma ortamı talebinin de ifadesiydi. Bu grev, kadınların sendikal örgütlenmede öncü rol oynayabileceğini ve sınıf mücadelesine yeni bir soluk katabileceklerini bir kez daha göstermiş oldu. (Polonez grevi üzerine daha kapsamlı bir değerlendirme de başka bir yazının konusu olsun.)

Kadınların Mücadelesi Tarihin Sessiz Sayfası Değildir

15-16 Haziran direnişinden bugüne uzanan kadın işçi mücadelesi, yalnızca bir “yardımcı güç” değil, tarihin asli öznesi olarak var olmuştur. Grev çadırlarında, barikat başlarında, sendika salonlarında ve sokaklarda kadınlar hem sınıf sömürüsüne hem de cinsiyetçi tahakküme karşı direnmiştir. Yine de tarih çoğu zaman bu kadınların adlarını anmaktan imtina etmiş, onların deneyimlerini görünmez kılmıştır.

Bugün geriye dönüp baktığımızda, kadınların bu tarihsel rolünü görünür kılmak yalnızca bir hak teslimi değil, aynı zamanda bugünkü mücadelelerin sürekliliği için bir zorunluluktur. Çünkü eğer biz hâlâ 15-16 Haziran’dan söz ederken kadınların sesini, bedenini, direnişini anmıyorsak; o tarihi eksik, o mücadeleyi yarım anlatıyoruz demektir.

Bu yazı, işte o eksik parçayı hatırlatmak, yeniden kurmak ve kadınların direnişini kolektif hafızaya yerleştirmek için yazıldı.

Yorgun ve nasırlı ellerimizle, bize çok görülen sesimizle ördüğümüz sessizlik duvarı, şimdi her grevde söze, her yürüyüşte ezgiye, her kadında çoğalan bir yankıya dönüştü.
Geçmişin ‘sessizleştirilmiş’ kadın işçileri, bugünün grevlerinde seslerini çoğaltarak bize şu çağrıyı yapıyor: ‘Biz buradaydık. Buradayız. Burada olacağız.’

Not: Devam eden bir çalışmamdan özetlenmiştir.

* Kishwar Naheed, Pakistanlı önemli bir feminist şair, yazar ve aktivisttir.  Biz Günahkar Kadınlar (We Sinful Women) adlı eserinde toplumun beklentilerine direnen kadınları anlatır.

** 15-16 Haziran Direnişi, yalnızca Türkiye işçi sınıfı tarihinin değil, aynı zamanda kadın işçi hareketinin de kolektif hafızasında bir hafıza mekânı (lieux de mémoire) olarak yerini almıştır. Fransız tarihçi Pierre Nora tarafından geliştirilen bu kavram, geçmişin canlı deneyimlerden ziyade simgesel ve maddi biçimlerde biriktirildiği, hatırlama ve unutma süreçlerinin düğümlendiği yerleri, olayları veya figürleri ifade eder (Nora, 1989).

Kaynaklar:

  • Akkaya, A., 2018, “1975-1980 Yılları Arası Çalışan Kadınların Hak ve Mücadeleleri”, dergipark.org.tr
  • DİSK ve TÜSTAV arşivleri
  • “Belkıs Kaya’nın Tanıklığı”, Petrol-İş Kadın Dergisi, Temmuz 2012.
  • Berber, N., 2017, “1980’ler: Feminist Hareket Yeniden”, Heinrich Böll Stiftung Derneği
  • Karagöz, B., 2008, “Türkiye’de 1980 Sonrası Kadın Hareketinin Siyasal Temelleri ve ‘İkinci Dalga’ Uğrağı”, Memleket Siyaset Yönetim, 3 (7), 168-190, dergipark.org.tr
  • “15-16 Haziran: Tanklar ve Kadınlar”, Kadın İşçi Kolektifi, 2021.
  • UİD. DER : https://uidder.org/47_yilinda_15_16_haziran_buyuk_isci_direnisi.htm
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation