ÇeviriDosyaKasım 2025 Telli Kayalar 12 Kasım 2025
Büyük çoğunluğu Müslüman olan çevrelerdeki kadın hareketlerinin son 40 yılına bakıldığında, geçmiş on yıllardaki farklı safhalar ve bugünkü yeni trend açıkça görülebilir.
Her şeyden önce, kadın hakları için mücadele etmeyen bireylerin, grupların ve örgütlerin olmadığı İslami kurallarla yönetilen hiçbir ülke veya hiçbir “topluluk” bilmediğimi söyleyeyim. Kadınlar ister nispeten daha az veya daha çok ataerkil kültürde, daha çok veya daha az demokratik ülkede yaşasınlar, ister şiddetli baskıya maruz kalsınlar veya isterse yönetenler tarafından hoş görülsünler; bu hep geçerli olmuştur. Kimi zaman yer altında çalışıyorlar, kimi zaman göstere göstere, kimi zaman hayatlarını riske edecek kadar cesur küçük gruplar haline geliyorlar, kimi zaman devasa kitle örgütlerini yönetiyorlar – ama kesinlikle her yerde varlar,Afrika’da, Sahra’nın kuzeyinde ve güneyinde, Asya’da, Orta Doğu’da ve göç veren ülkelerde.
Ülkelerimizdeki çeşitli emperyalist işgalleri meşrulaştırmaya hizmet etmiş yoksul, çaresiz, itaatkâr, ezilen “Müslüman” kadın miti buraya kadar.
Dünyanın her yerindeki kadınlar gibi, çeşitli derecelerde gerçekten eziliyoruz. Fakat tıpkı her yerdeki kadınlar gibi biz de haklarımız için mücadele ediyoruz.
Müslüman çevrelerde yaşadığımız ezilmenin şeklinde ayırt edici bir faktör var: sadece dinin araçsallaştırılması değil aynı zamanda dinin en gerici şekilde yorumlanması var. Bu, diğer gerici güçlerin farklı çevrelerde dini aynı amaçla kullanmadığı anlamına gelmez. Örneğin Katolik Kilisesi, büyük çoğunluğu Hristiyan olan ülkelerin (birkaç isim vermek gerekirse; İtalya, İspanya, Fransa, Brezilya, Arjantin, Filipinler) doğum kontrolü ve kürtaj gibi üreme haklarına alan açmak için yasalarını değiştirmesini yakın zamana kadar engelledi. Gerici siyasi gündemleripekiştirmek için dinin kullanımı hiçbir şekilde İslam’a ve sözde “Müslüman ülkeler”e özgü değil.
Ülkelerimizin çoğunda din – İslam ve onun oldukça gerici yorumları –özellikle kadınları yöneten (farklı kıtalarda adlandırıldığı üzere) “aile kanunları” veya “kişisel statü kanunları” gibi kanunları şekillendirmede çok önemli bir rol oynuyor: bu kanunlar evliliği, boşanmayı, nafakayı, çocukların velayetini vs. düzenliyor. Bu; dünyanın her yerinde olduğu gibi Müslüman çevrelerdeki kadınların ekonomik ve siyasi haklar, kültürel haklar, sağlık hakları, eğitim hakları, çalışma haklarının tamamı için mücadele etmesine rağmen, ataerkil aile kanunlarını değiştirmek için verilen mücadelelerin neden özel bir öneme sahip olduğunu açıklıyor.
Bu, bizi doğrudan laiklik meselesine götüyor: bir ülkedeki farklı vatandaş kategorileri doğum yerleri ve ataları nedeniyle ait oldukları “topluluğa” bağlı olarak nasıl farklı kanunlarla yönetilebilir? Bir ülkede farklı vatandaş kategorileri nasıl belirli haklardan yararlanabilir veya bu haklardan mahrum bırakılabilir?
Sırasıyla İngiliz ve Fransız sömürgeciler tarafından kıtalarımızın sömürgeleştirildiği tarihe gitmek zorundayız. Ve tabii ki laiklik bağlamında sömürgecilerin kendi tarihlerine de.
Fransa laikliğin doğduğu yer: Fransız devrimi, Vatikan’ın Fransız krallığı üzerindeki siyasi gücüne son verdi ve ardından siyasi güçlerin – hükümetlerin – dini güçten yani yerleşik dinlerin diplomatik temsilcilerinden bağımsız olması gerektiği ve bağımsız olacağı kuralını getirdi.
Okurlar, lüften dikkat edin: bu 1789’da oldu. Bu yüzden lütfen, Fransa’daki laikliğin Müslüman göçmenlere karşı ayrımcılık yapılsın diye düzenlendiğini iddia eden günümüz kara cahillerini dinlemeden önce iki kez düşünün…
Söylemeye gerek yok;kilise ve onun gerici işbirlikçileri Fransa’da laik bir cumhuriyetin ortaya çıkmasını engellemek için çok mücadele ettiler. Laik yasalar önerildi ve bir asırdan fazla bir süre boyunca bunlara şiddetle karşı çıkıldı; ta ki günümüzde “Din ve Devletin Ayrılması Yasası” olarak bilinen yasa nihai olarak 1905-1906’dakabul edilene kadar. Bu, zor kazanılmış bir zaferdi.
Okurlar, lüften dikkat edin: bu 1905 yılıydı, yani “Müslümanların” Kuzey Afrika’dan Fransa’ya göçünden çok önceydi çünkü bu kitlesel göç ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşti.
İngilizce konuşulan çevrelerde çok az bilinen ve çok kötü temsil edilen1905 yasasının içeriğini kısaca özetleyeyim: 1. Madde, inanç ve uygulama özgürlüğünü tekrar teyit eder; 2. Madde, devletin bu inançlara/dinlere ve onları temsil eden örgütlere engel olmayacağını kabul eder: Devlet onları siyasi muhatap olarak “tanımaz” ve onlarla diyaloğa girmez, onları fonlamaz vesaire. Başka bir deyişle; devletindinlerle hiçbir işi olmaz. Bununla birlikte, devlet vatandaşların bireysel inananlar olarak vicdan ve ifade hürriyetini garanti eder. Vatandaşların inançlarına müdahale etmek laik devletin görev alanına girmez. Bugün bile, Kilise’nin bitmek bilmez çabalarına ve son zamanlarda Müslüman köktendincilerin bunu baltalamak için yaptıkları manevralara rağmen bu tanım Fransa’da uygulanıyor. Dikkate değer ki; yine de laik prensipler, başka hiçbir sömürgeye benzemez şekilde metropol Fransa’nın resmî bir parçası varsayılan Cezayir’dekiler de dahil sömürgeleştirilmiş insanlara zar zor uygulandı. Bu resmi olmayan bir gerçekti oysa laiklik prensibi herkes için resmi bir düsturdu.
Malumun ilamı; İngiltere, Fransız asıllı laiklik kavramına güçlükle katılabildi: İngiltere kralı/kraliçesi aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin başıdır. Bu yüzden, devletin dinlere müdahele ettiği ve her birine karşılıklı eşit hoşgörü gösteren bir rol üstlendiği bir yeni laiklik tanımı icat ettiler. İngiltere’nin yeniden tanımlaması ne yazık ki eski sömürgelerine de ihraç edildi ve şimdi Avrupa kuruluşları aracılığıyla Avrupa’ya yayılıyor. Orijinal devrimci tanımıyla laiklik artık giderek artan bir baskı altında.
İngiltere’de doğmuş bu eğilimin devlet içinde daha fazla siyasi güç elde etmek için diğerleriyle mücadele eden her bir dinin “temsili” ile mezhepçiliği beslediği kolayca görülebilir. Bu, hayli demokratik yasal hüküm (tüm dinler eşit) olarak ambalajlanmasına rağmen öyle değildir. Evvela, bu sözde “dinlerin temsilcileri” demokratik bir şekilde seçilmiyor; çoğunlukla kendi kendini atamış muhafazakâr yaşlı erkekler. İçlerinde ilerici inançlılara, gençlere veya kadınlara pek rastlanmıyor. Dahası onlar değiştirilemez “ilahi” yasaların (kendi yorumladıkları şekilde) demokratik şekilde oylanmış yasalardan daha önemli olduğunu savunuyorlar. Ve son olarak, “toplulukların” vatandaşlıktan daha ileri olmasında çok önemli bir rol oynuyorlar; farklı vatandaşlık kategorileri için farklı haklar, bazılarının kanun önünde diğerlerinden daha az yasadan faydalanması gibi örneğin. Kişisel inançtan bağımsız, bireyin dindar bir “topluluğa” atanması sırasında ortaya çıkan insan hakları ihlallerinden bahsetmiyorum bile. Başka bir ifadeyle bu, kişisel mahrem bir tercih olması gereken dinin bir “ırka” dönüştürülmesi. Bu, Yahudilerin başına geldi ve sonuçları Holokost’tan İsrail’in kuruluşuna kadar uzanıyor. Bunu bildiğimizden; İslam’a olan kişisel inançlarından bağımsız olarak, dünyanın her yerinde inşa edilen “Müslümanlar” ırkının daha da derinleştiğini gördüğümüzde artık daha da tetikte olmalıyız.
Ne demek istediğimi şöyle açıklayayım;dünyanın dört bir yanındaki gazeteciler (maalesef önemli sayıda bilimsel araştırmacı da var – yazıklar olsun onlara!), ister “laik” Hindistan’da, ister “laik” Avrupa’da, ister Myanmar’da, ister ABD’de ister Sri Lanka’da olsun “Müslümanlar” hakkında topluca yazmaya cüret ediyorlar: bireylere herhangi bir dini inanca sahip olup olmadıklarını bile sormadan “onlar” ne düşünüyor, “onlar” ne yapıyor, “onlar” şu ya da bu konuda hangi siyasi pozisyonu alıyor.“Onlar”; adları veya soyadları, doğum yerleri, uyrukları, ulusal kökenlerisebebiyle “Müslüman” olarak nitelendiriliyorlar. Varsayılan dinleri kimlik belgelerinde bile görünüyor. Bu “laik” ülkeler, aynı kriterleri kullanarak tüm toplumların mülkiyetini talep eden Müslüman köktendincilere ne büyük bir armağan veriyor!
Gazeteciler ve bilim insanları kendi ideolojik yorumlamalarına güvenmek yerine gerçeklere bakmak zorundalar. On yıldan biraz daha uzun bir süre önce, Fransa’da bir araştırma yapılmıştı ve bu sefer oldubittiye getirilmemişti. Bireylere tanrıya inanıp inanmadıkları ve inanıyorlarsa hangi tanrıya inandıkları gerçekten soruldu.
Ben Cezayir’de doğdum ve orada, ateistlerin, agnostiklerin, ilerici Müslümanların ve ilerici Hristiyanların birlikte yaşadığı geniş bir ailede büyüdüm ve okul arkadaşlarımın büyük çoğunluğu ve arkadaşlarımın hemen hemen hepsi inançsızdı. Dolayısıyla bu çalışmanın bulgularının şu şekilde olması benim için hiç de şaşırtıcı olmadı: varsayılan Müslüman ve varsayılan Hristiyan nüfusun kabaca %25’i kendilerini ateist olarak beyan ettiler (lütfen bunun çok yüksek bir oran olduğunu unutmayın çünkü istatistikler genellikle ateistleri “agnostiklerle” aynı kefeye koyar). Varsayılan Hristiyanların ve varsayılan Müslümanların sadece %5’i kendilerini inançlı beyan etti. Görüşülen insanların geriye kalan kabaca %70’i kiliseye vaftiz, düğün, cenaze için gidiyor ve şenlikli bir Noel geçiriyor. Bunun ötesinde hayatlarına dini hiç karıştırmıyorlar; benzer şekilde Ramazan’a en azından sosyal bir ritüel olarak riayet ediyorlar, (fakat tam bir oruç tutma anlamına gelmiyor bu, alkolü ve hatta domuz etini bırakmıyorlar) bayramları kutluyorlar, oğullarını sünnet ettiriyorlar ve hayatları boyunca camiye neredeyse hiç adım atmıyorlar.
Bu iki varsayılan “topluluk” arasındaki düşünce ve davranış eşitliği özellikle şaşırtıcıydı. Bir ülkede laiklik hâkim olduğunda böyle oluyor işte.
Bu şartlar altında herhangi birini “Müslüman” olarak etiketlemenin ciddi bir insan hakları ihlali olduğunu düşünmemiz gerekmez mi?
“Toplulukların” ayrı – bazen muhalif – yasalarla yönetildiği ve bireylerin kendileri için tanımlama şansı olmayanbir dinî kimliğe zorlandığı pek çok ülkede (Lübnan’dan Senegal’a, Hindistan’a ve şimdi… İngilitere!) ne olduğuna bakıldığında, bu “çok kültürlü” yasal modeli yöneten sömürgeci miras ortaya çıkıyor. Sömürgecilerden miras aldığımız temel varsayım, “yerlilerin farklı” kalması ve kendi “geri kalmış yollarını” sürdürmesi gerektiği. Bağımsız Cezayir ve bağımsız Hindistan olmak üzere iki durumda, bugün “İslam hukuku” olarak geçen şeyin aslında sırasıyla Fransız ve İngiliz sömürgeciler tarafından inşa edildiğini gösteren bilimsel araştırmalar vardı. Bu sömürgeciler; sömürgeleştirilmiş insanları sindirmelerine yardımcı olacak yasal düzenlemeler oluşturmak amacıyla din, kültür, geleneklerve yabancı kuralların unsurlarını senkretik bir şekilde uydurulmuş “yerli hukuka” dâhil ettiler. Bu onların kültürlerine, dinlerine ve geleneklerine “saygı” gösterme gibi harika bir insani bahane altında gerçekleşti. Bu arada, dinî yorumlara dayanan ufak tefek şeyler kaçınılmaz şekilde aile hukukuyla yani özellikle kadınları etkileyen yasalarla ilgili oluyor.
Bugün İngiltere’de, Hindistan’da, Senegal’de vb. ülkelerde ticaret hukuku ve ceza hukuku genellikle uluslararası normlara riayet ederken yalnızca aile hukuku önceki “yerlilerin” kimliklerini teşvik etme ve koruma yükünü taşıyor. Kadının zararına. Kimlik siyaseti uğruna, çok kültürlü sistem kadın haklarını dindar Müslüman sağa kurban ediyor. Büyük siyasi çıkar için küçük maliyet. Hükümetler insan haklarını savunuyormuş gibi davranabilirler (ancak kadınlar söz konusu olduğunda, örneğin İngiltere’de, Fransa’da veya Hindistan’da bunu yüksek sesle söylerseniz, Müslüman karşıtı olarak yaftalanırsınız).
İngiltere’de bugün yasal olarak faaliyet gösteren yaklaşık 300 sözde “şeriat mahkemesi” bulunuyor;bunların kararları sanki ülke yasalarına göre yönetiliyormuş gibi otomatik olarak yasal kararlara dönüştürülüyor. Kanada’da ve Fransa’da daha küçük ölçekte benzer bir hukuki zemin için girişimler oldu. Uluslararası kadın mobilizasyonu sayesinde bu girişimler başarısızlığa uğradı.
Son 400 yılda Müslüman çevrelerdeki kadın mücadelesine bakıldığında ve kadınların yaşadıkları yere ve hareket alanlarına bağlı olarak geliştirmeyi seçtikleri farklı ve tamamlayıcı stratejiler ortaya çıkarıldığında, ilk stratejinin yasal eylem yoluyla olduğu görülür. Kadınlar; anayasa tarafından tüm vatandaşlara garanti edilen haklara aykırı aile hukukundaki olumsuz düzenlemeler nedeniyle mahkemede mücadele ettiler veya seçim özgürlüğünü ve hareket özgürlüğünü, eğitime erişimi ve mali bağımsızlığı engelleyen kanunlarda değişiklik talep ettiler. Müslüman aile hukuku genellikle kadınları her adımda bir babadan, ağabeyden veya kocadan izin almak zorunda olan “küçük” statüsüne hapsettiği için “reşit” statüsünü kazanmaya çalışıyorlar.
Yıllardır ataerkil mevzuata karşı bu mücadele, bir yandan evrensel haklar adına birçok ülkemizin imzaladığı insan hakları uluslararası yasalarına dayanıyordu; bu, yakın tarihte kadınların en sık kullandığı strateji oldu. Diğer yandan, kadınların taleplerini İslam’ın alternatif yorumlarına atıfta bulunarak meşrulaştırmaya yönelik yeni bir strateji ortaya çıktı. Örneğin Bangladeş’te, yaklaşık yüz yıl öncesine dayanan ve geline evlilikte dünyanın herhangi bir yerindeki ilerici modern mevzuatta nadiren rastlanabilecek haklar tanıyan etkileyici bir evlilik sözleşmeleri koleksiyonu bulduk.
İlginçtir ki, on yıllardır evrensel haklara veya İslam’ın ilerici yorumlarına dayanan bu stratejiler birlikte çalıştı. 90’ların başında bu değişti. Durum kutuplaştı.
Geçmişte,kadın hakları sorununu dinin içinden ele almakta ısrar eden kadınlar genellikle en baskıcı ülkelerde bulunuyorlardı; sanki ulusal (veya toplumsal) dini kimliğe ihanet etmediklerini teyit etmek ister gibiydiler (Kuran’ın ilerici yorumcularının çoğu kendi ülkelerinde aşırı dinci sağcıların çizmesi altında şiddetli bir şekilde bastırılmış, sürgün edilmiş veya öldürülmüş olmasına rağmen). Kadınlar için dini yeniden yorumlamayı tercih edilen strateji haline getiren ani bir dalga yaşandı. Geçmişte kadınların çoğu evrensel hakları talep ederken, aniden daha “yerli” stratejilere, daha “gerçek Müslüman” stratejilere doğru bir geri çekilme yaşandı.
Kadınların temsil ve faaliyet alanının daralmasında tek veya öncelikli olarak dış etkenleri suçlamak istemiyorum elbette, fakat bağışçıların politikasının dindar yorumlama stratejisini desteklediğini ve kadınların taleplerini dinin çerçevesi ve sınırları içinde tutmayı amaçlayan köktendinci hareketlerin hızla kadın kanadı haline gelen oluşuma ivme kazandırmada etkili olduğunu biliyorum. Yukarıda tarif ettiğim “yerlileri” özü itibariyle farklı tutan sömürgeci politikalardançok da farklı değil, değil mi? Buradaki temel varsayımevrenselciliğin ve evrensel hakların “Batı”dan geldiği ve “Batı” için olduğudur. Dolayısıylakültürümüze özgü olmayan, aksine kültürler arası ortak insanlığımızın küresel olarak yeniden düşünülmesinden doğan hakları geri talep ederek kendimizi yabancılaştırıyoruz.
Örneğin Hindistan gibi bir ülkenin “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ninhazırlanmasında oynadığı önemli rolün düşünülmesi ne kadar cahilce!
Dünya çapındaki kadın stratejilerinde evrenselciliğin ve ardından laikliğin alanlarının küçülmesinin, Müslüman köktendincilerin hem yereldehem de küresel söylemde ele geçirdiği alanların büyümesinin başlıca sonucu ve yansıması olduğunu düşünüyorum. İrlanda sorunu konusunda Marx’ı düşünmeden edemiyorum, çünkü tüm toplumsal hareketler, savaşlar ve halk ayaklanmaları dar bir din ve dinsel çatışma merceğinden görülüyor.
Neyse ki, son yüzyılda çoğu din odaklı strateji ortadan kalkıyor; bunlar, dindar Müslümanköktendinci örgütlerin kadın kolları örneği gibi,köktendincilerin yükselişleriyle birlikte yavaş yavaş ortaya çıktılar.
21. yüzyılın başından beri yeni bir mücadele dalgası giderek önem kazanıyor: ateistlerin ve agnostiklerin haklarınının tanınması ve laik kanunların açıkça talep edilmesi mücadelesi. Hem göç veren ülkelerde hem de Asya’da, Orta Doğu’da ve Afrika’da yeni gruplar ortaya çıkıyor ve büyüyorlar. Bu gruplar, hükümetlerin yanısıra Müslüman aşırı sağcı silahlı gruplar gibi devlet dışı aktörlerin sert baskısıyla karşılaşıyor. Bunlar; Almanya, İngiltere, Pakistan, Singapur, Hollanda, ABD, Avusturya, Belçika, İsviçre, Türkiye, İran, Kanada, Fransa, Fas, Cezayir, Norveç, Mısır, Lübnan, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Suriye, Sri Lanka, İskoçya, Güney Afrika, İrlanda, Ürdün, Hindistan, Bangladeş, Yeni Zelanda, Tunus ve İskandinavya’da (unuttuklarım için özür dilerim) bulunuyorlar.
Bu ortaya çıkış, silahlı Müslüman köktendinciler ve onların sayısız kollarının (El Kaide, Taliban, İslami Kurtuluş Cephesi, Silahlı İslamcı Gruplar, Boko Haram, Eş-Şebab, Ensar Dine gibi gibi…) artan aptallığının sonucudur. Kurbanların sayısı arttıkça (Kendi ülkem Cezayir’de 90’larda 200.000 kurban) yaydıkları teolojik toplumsal doktrine ve destekledikleri teşvik ettikleri yönetim biçimine karşı halkların hoşnutsuzluğu da artıyor. Son 40 yılda işledikleri suçlar ve ihlaller, kadınların öncülük ettiği yeni nesil aktivistlerin yetişmesine zemin hazırlamıştır.
Köktendincilerin ilk hedefi olarak kadınlar, tanrı adına konuşan dindar yaşlı erkeklerin emrettiği kurallardansa laik devlette lehte veya aleyhte oy verebilecekleri laik yasaların onlara sağlayacağı faydaların farkındalar. Kadınlar hariç tüm vatandaşlara eşit haklar tanıyan Fransız Devrimi’ni ve devrimcilerin kadınlar için de aynı hakları talep eden Olympe de Gouges’u astıklarını hatırlıyoruz. Laiklik, tek başına kadın hakları için yeterli değildir ancak laik kanunlar olmadan kadın haklarına saygı duyulmayacağından emin olabiliriz. İşte bu yüzden büyüyen laik hareketi ve Müslüman çevrelerde artan ateist mobilizasyonumemnuniyetle karşılıyoruz. Özgürlüklerini riske atarak ve sıklıkla hepimizin geleceğini ilgilendiren bu mücadelede hayatlarını kaybederek gösterdikleri cesaret ve azmi selamlıyoruz. Bu, kadınların sadece gösterilerin ön safında değil aynı zamanda liderliğinde de olduğu genç ve canlı bir harekettir.
Marieme Helie Lucas Cezayirli bir sosyologtur ve Cezayir Üniversitesi’nde sosyal bilimlerde epistemoloji dersi vermektedir. İslami Kanunlar Altında Yaşayan Kadınlar (Women Living Under Muslim Laws / wluml.org) adlı uluslararası dayanışma ağının kurucusudur ve uluslararası koordinatörü olarak 18 yıl hizmet etmiştir. Laiklik Bir Kadın Meselesidir’in (Secularism Is A Women’s Issue / siawi.org) de kurucusu ve koordinatörüdür.
Bu yazı 1 Şubat 2020 tarihinde Shuddhashar Free Voice dergisinde yayınlanmıştır.
Yazar: Marieme Helie Lucas
Referanslar ve Okuma Önerileri
Editör: Sabâ Esin
Düzelti: Sabâ Esin
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Seda Bedestenci Yegâne
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖