DosyaKasım 2025Kitap / Film / Dizi / Tiyatro Elif Başak Aslanoğlu, Ekin Taneri 16 Kasım 2025
Laiklik yaygın tanımıyla devletin din karşısındaki tarafsızlığı olarak bilinir ancak bu tanım, hem yalnızca hukuki bir düzenlemeye işaret eder hem de laikliğin önemini, kapsayıcılığını sınırlandırır. İdeal bir düzende laiklik bu tarafsızlık halinden çok daha fazlası ve birçok hakkın ve varoluşun garanti altına alınmasıdır. Tarihsel olarak laiklik, bedenlerin, arzuların ve düşüncelerin özgürleşmesiyle ilgili bir mücadele alanıdır. Bu mücadele, dini dogmanın toplumsal hayat üzerindeki tahakkümüne karşı olduğu kadar, bu tahakkümün kapitalist, patriyarkal ve heteronormatif biçimleriyle de ilişkilidir. Laikliğin pratik karşılığı, inançsızlık ya da dine yönelik bir mesafe ile değil, iktidarların tek doğrular ve tek yaşam biçimleri adına yaşamı düzenleme hakkını reddetmekle ilgilidir.
Modern Türkiye’de laiklik, uzun süre devletin yukarıdan belirlediği bir makbul vatandaşlık hali olmuştur. Bu nedenle laiklik bir özgürlük pratiği olmaktan ziyade, çoğu zaman disipline edici bir aygıt olarak deneyimlendi. Oysa sosyalist ve feminist mücadeleler, bu tahakkümün tersine, emek, beden ve kimlik üzerinde kendi kaderini tayin etme hakkı olarak yeniden tanımlamayı önermektedir. Laiklik, sadece devletin dine mesafesi değil; sınıfsal, cinsel ve kültürel eşitlik için kolektif bir özerklik mücadelesi olmalıdır.
Sinemada laikliğin izini sürmek, tam da bu özgürleşme mücadelesinin temsillerini aramak anlamına gelir. Sinema, inanç ile özgürlük, yasak ile arzu, itaat ile direniş arasındaki gerilimi hem bireysel hem de toplumsal düzeyde sahneleyebilme gücüne sahip bir disiplindir.
Bu anlamda laiklik, sadece dinle değil, kutsallaştırılmış her türlü iktidar biçimiyle hesaplaşmayı gerektirir. Sosyalist sinema, dini iktidarın ekonomik sömürüyle kurduğu ittifakı görünür kılarken; feminist ve queer sinema, inanç sistemlerinin arzuyu, bedeni ve kimliği nasıl biçimlendirdiğini sorgular. Her iki damar da laikliği devlet projesi olmaktan çıkarıp yaşam hakkı haline getirir.
Bugünün dünyasında, otoriterleşen rejimlerin, dini semboller üzerinden toplumsal itaat üretme stratejileri göz önüne alındığında, laikliğin yeniden düşünülmesi kaçınılmazdır. Sinema, bu yeniden düşünüş için bir duyusal arşiv işlevi görebilir: yasakların, baskıların ama aynı zamanda direnişin ve dayanışmanın da kaydını tutar. Kadınların, queerlerin ve emekçilerin kendi hikâyelerini anlatma biçimleri, laikliğin soğuk bir hukuk kavramı olmaktan çıkıp bir özgürlük pratiğine dönüşmesinin yollarını açar.
Dolayısıyla sinemada laiklik üzerine düşünmek, sadece dini temaların temsilini incelemek değil; aynı zamanda hangi arzuların bastırıldığı, hangi yaşam biçimlerinin ahlak adına görünmez kılındığı ve kimlerin sahnede söz almasına izin verildiği sorularını sormaktır. Çünkü laiklik, en nihayetinde, kimsenin kimsenin inancını, bedenini ya da sevgisini yönetme hakkı olmadığı bir dünya hayalini savunmaktır ve bu hayal, sinemanın en politik anlarında parlayan o küçük özgürlük anlarında yaşar.
İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof’un 2024 yapımı filmi, devrim mahkemesinde görevli bir yargıcın giderek sertleşen baskı düzeniyle aile içindeki bağlarının sıkışmasını anlatıyor. İran, Almanya ve Fransa ortak yapımı olan film, devletin dinî meşruiyetle kurduğu tahakkümün evin içine nasıl sızdığını gösterirken, eş ve kızların sessiz ama kararlı direnişine odaklanıyor. Rasoulof’un, ülkesinden kaçmak zorunda kalmadan hemen önce gizlice çektiği bu yapıt, teokratik iktidarın kutsal söylemini ifşa ederken laikliğin özünü yaşam ve vicdan hakkı olarak hatırlatıyor.
Matthew Warchus’un 2014 tarihli Britanya filmi, 1984–85 madenci grevi sırasında LGBTİ+ aktivistleriyle maden işçilerinin kurduğu dayanışma ağının gerçek hikâyesine dayanıyor. Thatcher dönemi İngiltere’sinin baskıcı atmosferinde geçen film, sınıf mücadelesiyle queer hak mücadelesinin nasıl birbirini güçlendirdiğini gösteriyor. Mizahı, kolektif eylemin sıcaklığıyla birleştiren Pride, dışlanan kimliklerin dayanışma yoluyla laik bir özgürlük zeminine kavuşabileceğini hissettiriyor. Laiklik burada devletin dine mesafesi değil, birlikte yaşamın ve direnmenin etik biçimi hâline geliyor.
Marjane Satrapi’nin 2007’de Vincent Paronnaud ile birlikte yönettiği, Fransa–İran ortak yapımı animasyon film, İran İslam Devrimi sonrası büyüyen genç bir kadının kimlik, ifade ve özgürlük için verdiği kişisel mücadeleyi anlatıyor. Satrapi’nin kendi otobiyografik çizgi romanından uyarlanan Persepolis, din ve devletin birleştiği bir rejimde kadınların kamusal alandan dışlanışını, giyim ve düşünce üzerindeki baskıyı çarpıcı bir yalınlıkla görünür kılıyor. Film, laikliğin kadınlar açısından sadece politik değil, varoluşsal bir özgürleşme meselesi olduğunu duyusal bir samimiyetle hatırlatıyor.
Malezya’da yaşayan 12 yaşındaki Zaffan, arkadaşları arasında ilk regl gören kızdır ve bu olay hayatını beklenmedik şekilde değiştirir. Dindar bir okulda özgür ruhlu tavırlarıyla dikkat çeken Zaffan; sütyen giymesi, şelalede serinlemesi, TikTok danslarıyla öne çıkar. Ancak regl olduktan sonra sınıf arkadaşlarının zorbalığına, ailesinin ilgisizliğine ve öğretmenlerin umursamaz tavrına maruz kalır. Yalnızlaştıkça içinde bastırdığı öfke “bir hayvana” dönüşür; Zaffan sonunda bu yönünü kabullenir. Durum kontrolden çıkınca, şöhret peşindeki Dr. Rahim’in de devreye girmesiyle ortalık tamamen karışır.
Kadın bedeni, ergenlik ve kimlik temalarını işleyen Amanda Nell Eu’nun yönettiği Tiger Stripes, Malezya’nın Oscar adayı güçlü bir feminist film. Bir kız çocuğunun toplumsal baskılar ve tabular arasında kendi gücünü bulma hikayesini anlatırken, izleyiciyi Zaffan’ın özgürleşme yolculuğuna ortak ediyor.
Film 1990’ların başında AIDS krizinin tam ortasında, Paris’teki ACT UP adlı aktivist grubun mücadelesini merkezine alan etkileyici bir drama. Film, bir yandan dönemin politik ikiyüzlülüğünü ve ilaç şirketlerinin vurdumduymazlığını eleştirirken, diğer yandan hayatta kalmak için direnen bir topluluğun dayanışmasını, öfkesini ve sevgisini büyüleyici bir enerjiyle anlatıyor.
Filmde yeni gelen Nathan ile grubun tutkulu üyesi Sean’ın ilişkisi, hikâyenin kalbini oluşturuyor. Aralarındaki bağ, sadece romantik değil; aynı zamanda bir yaşam mücadelesine dönüşüyor. Protestoların coşkusuyla, dans pistlerindeki özgürlük anlarıyla ve hastalığın sessiz ilerleyişiyle iç içe geçmiş bu hikâye, bir neslin hem direnişini hem de kırılganlığını anlatıyor.
Kalp Atışı Dakikada 120, sadece bir dönem hikayesi değil; sessiz kalmanın ölüm, ses çıkarmanın yaşam anlamına geldiği bir çağrının sinemadaki yansıması. Politik sinemayı duygusal yoğunlukla harmanlayan film, seyirciyi hem ağlatıyor hem de ayağa kalkmaya çağırıyor.
Ida, izleyiciyi 1960’ların Polonya’sında, köklerini ve kimliğini arayan genç bir kadının sessiz ama sarsıcı yolculuğuna davet ediyor. Henüz bebekken manastıra bırakılan ve rahibe olma yolunda ilerleyen Ida, yeminlerini etmeden önce tanıştığı teyzesi Wanda’dan aslında Yahudi olduğunu öğrenir. Bu beklenmedik keşif, onu hem kendi geçmişiyle hem de ülkesinin savaşın ardından bastırılmış acılarıyla yüzleşmeye zorlar.
Ida ve Wanda, Ida’nın katledilen ailesinin mezarını bulmak için Polonya’nın kasvetli kasabalarını ve savaşın izlerini hâlâ taşıyan topraklarını dolaşırken, iki kadın birbirlerinin aynasında kendilerini görmeye başlar. Hayatı doyasıya yaşayan, alkol ve özgürlük arasında salınan Wanda’nın varlığı, Ida’nın inanç ve itaatle çevrelenmiş dünyasında yeni çatlaklar açar.
Pawel Pawlikowski’nin ustalıkla yönettiği film, siyah-beyaz görüntüleri ve sade anlatımıyla geçmişin hayaletlerini şiirsel bir dinginlikle işler. Ida, büyük olaylardan çok sessiz yüzleşmelere, bastırılmış kimliklere ve affetmenin ağırlığına odaklanan bir hikâye. İzleyiciyi, sessizliğin içinde yankılanan bir kimlik sorgusuna tanık olmaya çağırıyor.
Haifaa Al Mansour’un yönettiği Vecide (Wadjda), Suudi Arabistan’da geçen bir özgürlük hikâyesi. On bir yaşındaki Vecide, kızların bisiklete binmesinin hoş karşılanmadığı bir toplumda kendi bisikletine sahip olmayı istiyor. Ailesinin ve okulunun baskılarına rağmen para biriktirip hayalini gerçekleştirmeye çalışıyor.
Film, kadınların hayatlarının kurallarla sınırlandığı bir düzende küçük bir kızın direnişini anlatıyor. Vecide’nin bisikleti, özgürlük arzusunun ve kendi yolunu çizebilme isteğinin simgesine dönüşüyor.
Editör: Gül Büyükbeşe
Düzelti: Gül Büyükbeşe
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Sündüs Cebecioğlu
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖