Background

Laiklik “Burjuva (ve de eril) Bi’şey” mi?

Ebru Pektaş

AKP rejiminin, 11. Yargı paketinde içerilen ve aslında kısaca “Şeriat Yasası” olarak görülmesi gereken son saldırısı, bir kez daha “buraya nasıl gelindi” sorusunu çağırıyor. Oysaki bu noktaya yine türlü mücadelelere rağmen adım adım gelindiğini biliyoruz. En büyük dönemeçlerinden biri olan “her kürtaj bir Uludere’dir”le başlayan ve “kadın erkek fıtrat olarak eşit değildir”le devam eden devletli ideolojik hat adım adım ilerledi.

İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesi, Medeni Kanun’un ve 6284’ün hedef haline gelmesi, imam nikahının yasal hale gelişi, nafaka hakkının, kadınların çocukların velayetine ilişkin haklarının tartışmaya açılması, çocuk istismarının evlilikle aklanmasına göz kırpılması, fiili kürtaj yasakları, vajinal doğum propagandasının futbol statlarına kadar inmesi, kızlı-erkekli karma kamusallıkların düşmanlaştırılması, milyonu aşan kız çocuğunun eğitimden çekilmesine neden olan düzenlemeler, Diyanet ve MEB anlaşmalarıyla anaokulundan liseye dinsel eğitimin, propagandanın yoğunlaşması, kapatılan kreşlerin yerine Kuran kurslarının açılması, kız çocuklarının başının örtülmesi gibi dini istismarlara izin verilmesi, kadınların kamusal yaşamlarını tehdit eden şiddet eylemlerinin artması, kadınların şort giydiği için şiddet görmesi vb. sıralanabilir.

11. Yargı Paketiyle gelenler ise tüm bunların artık bir rejim yasası olarak karşımıza çıkması demek. Bu olağanüstü tehlikeli yeni düzenleme, toplumsal yaşamın dinselleştirilmesine artık bir de “ahlak polisliği” uygulamasını sokmak anlamına geliyor.

“Taslakta Türk Ceza Kanunu’nun 225. maddesinde düzenlenen ‘Hayasızca Hareketler’ suçu için öngörülen ‘altı aydan bir yıla’ kadar olan ceza aşırı biçimde ‘bir yıldan üç yıla’ kadar artırılıyor. Ayrıca maddenin kapsamının ‘doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı teşvik eden, öven veya özendiren kişiler’ ile ‘aynı cinsiyetteki kişilerin nişan veya evlenme töreni yapmasını’ kapsayacak şekilde genişletildiğini ve bir yıldan üç ve dört yıla kadar ağır cezalar getirildiğini görüyoruz…Tasarı yasalaştığı takdirde, bir erkeğin küpe takmasından bir kadının pantolon giymesine kadar akıllara gelebilecek en basit eylemler bile, ‘biyolojik cinsiyete aykırı davranış’ olarak kabul edilip hapis cezası ile karşı karşıya kalınabilecektir. Taslaktaki ‘aynı cinsiyetteki kişilerin nişan ve evlenme töreni yapması’nın dört yıla kadar hapis cezası ile yaptırım bulacağı ifadesi, özel ya da kamusal alanda gerçekleştirilen herhangi bir parti, kutlama ve benzeri eğlenceler bahane edilerek, bireylerin yıllarca cezaevinde tutulması riski taşıyor, insanların eğlence için bile bir araya gelmesi yasaklanmak isteniyor.”1

Günlük yaşantımızda pek çok detayla karşımıza çıkan tüm bu dönüşümleri kuramsal ve stratejik olarak sadeleştirmek gerekiyor. Yani hem bu dönüşümü anlamak, kavramsal ve kuramsal planda tartışmak hem de buradan bir mücadele ve stratejiye uzanmak zorundayız.

Adını Koyalım, Burada Laiklikten Bahsediyoruz.

Kuşkusuz yukarıda uzun uzun örneklerini verdiğim dönüşüm sürecini açıklarken pek çok kavram kullanılabilir. Örneğin ilk adımlardaki bir soyutlama düzeyinden baktığımızda söz konusu dönüşümün tamamı ataerki ya da erkek egemenliği kavramına sığacaktır. Ancak Türkiye tarihi içinden ve özellikle AKP rejimi üzerinden bakarsak, bu ataerkinin kendini “dinci bir rejim” ya da “özgül bir şeriat rejimi” olarak somutlaştırdığını tespit edebiliriz. Elbette erkek egemenliğinin pek çok somutlanış biçiminden bahsedebiliriz. Ancak yukarıda bahsettiğimiz dönüşümde AKP rejimini özgül kılan, “dinci gericiliği” erkek egemenliğinin hizmetine koşmasıdır.

Türkiye tarzı bir şeriat, bizdeki erkek egemenliğinin volan kayışı olarak çalışmaktadır.

Dolayısıyla adını koyalım, burada biricik odağımız “laiklik” kavramıdır. Laiklik kavramına ilişkin bu açıklama ya da “adını koyalım” ısrarı tuhaf görünmüş olabilir. Ne var ki AKP’nin özellikle ilk on-on beş yılına eşlik eden kimi tartışmalar, unutulacak cinsten değildir. Bir dönemin resmi ideolojisine mesafe koyma ya da 12 Eylül’ün egemenlerine prim vermeme adına(!), “laiklik” kavramına getirilen çeşitli ekler, “özgürlükçü laiklik”, “pozitif laiklik” gibi açılımlar, birtakım rezervler ve hatta konuyu laiklik konusuna pek getirmemeler hatırlanırsa, odaklama ısrarım anlaşılacaktır. Bu kulvardaki kimi tartışmalar eskimiş, kimileri hayat karşısında düpedüz komik hale gelmiş olabilir. Ne var ki yakın bir döneme dek, ülkemiz sosyalistleri, devrimcileri, feministleri içinde laikliği, “ayrıştırıcı” (sınıfı, kadınları ya da halkı) ya da “yapay” bir gündem (asıl gündemleri örten kültürel çatışmalar) olarak görenler olmuştur.

Bu tartışmalara bakıldığında laiklik kimileri için “burjuva bi’şey” iken, kimileri için fazla “eril”; bazı kadınları yok sayan, üstelik “tepeden” ve de “jakoben” bi’şey idi! Tam da bu iddialardan dolayı “laiklik” kavramını odağına alacak bir yaklaşımın, öncelikle bir zemin temizliğine girişmesi zorunlu görünmektedir.

Laiklik “burjuva bi’şey” mi?

Laiklik kavramının kökenlerine indiğimizde anlamlı bir başlangıç noktası buluyoruz:

“Yunan düşüncesinde kleros sözcüğüyle, Antik Roma düşüncesindeki laici sözcüğüyle ifade edilen olgunun ruhban sınıfını ve dinsel ayrıcalıklara sahip kastları da kapsayan iktidar aygıtına dahil olmayanları, iktidar aygıtının dışında bırakılanları, deyim yerindeyse iktidardan uzaklaştırılmış, ezilen, sömürülen, yoksul halk kesimlerini işaret ettiği biliniyor…etimolojik olarak din-din dışını ayıran kavramın üzeri birazcık kazındığında yöneticiler ile yönetilenler, ezenler ile ezilenler ve sömürenler ile sömürülenler ayrımı çıkıyor.”2

Laiklik kavramı en başta sınıflı toplumlar ve iktidarın oluşumu için önemli bir yerdedir. Dinsel otorite ve kastlaşmanın dışında kalanın iktidardan dışlanması uzun tarihsel mücadelelerin konusu olmuştur. Dünya tarihinde özgün bir iki örnek ile ele alınabilecek klasik burjuva devrimleri ise “laiklik mücadelesinde” daha arızi bir dönemi işaret eder.

Zira burjuvazi, tıpkı demokrasi, özgürlükler ve cumhuriyet fikrinde olduğu gibi laikliği de geçici ve koşullu olarak egemenliğinin bir parçası yapmıştır. Radikal laikliğin ve jakobenizmin yurdu Fransa’nın en az bir yüzyıl Bonapartizmin “kutsal iktidarı” altında savaştan savaşa sürüklendiği hatırlanmalıdır. Yine liberal geleneklerin anavatanı İngiltere’nin kurduğu “çok hukuklu” yapılar, bugün kendi topraklarında bile yasal olarak tanınmış 300’den fazla Şeriat mahkemesinin varlığı hatırlanmalıdır. Tüm bunlar “burjuvazinin koşullu-arızi laikliği” tespiti için açık olgulardır. 3

Laiklik, (prekapitalist) eski düzen güçleri bir kez derdest edildikten sonra; piyasanın ve sermayenin üstünlüğü bir kez kabul edildikten sonra bir kenara bırakılmıştır. Dinsel otorite ve buyruklar her fırsatta “hür dünyanın” bir parçası haline gelmiştir. Kürtaj karşıtı yasalardan grev yasaklarına, savaş hükümetleri kurmaktan göçmen düşmanlığına her yerde “dinin buyrukları” kamusal alanı işgal eder olmuştur. Geçen yüzyıldan bugüne emperyalist saldırganlığın en önemli cephaneliği, dinci örgütlerden, cemaatlerden, tarikatlardan sağlanmıştır.

Buradan ülkemize bakarsak, yine eski düzen güçlerine karşı Cumhuriyetle, laiklikle kazanılan büyük mevzi, burjuvazinin elinde gericilere, antikomünist tarikat yapılanmalarına altın tepside sunulmuştur. Üstelik bu hikâye AKP eliyle başlamamış; “küçük Amerika olma özlemleriyle” ülke yöneten her boy sağcısından “laikliğin sahibi” olduğu düşünülen zinde ve uyanık güçlere geniş bir karşı-devrim cephesine uzanmıştır. Bugün laiklik için timsah gözyaşı döken “kimi egemenler” de AKP rejiminin boğazımıza kadar dine batırıldığımız yeni düzeninde karlarına kar katmaya devam etmektedir. Burjuvazinin bir kesimi için holdinglerin, şirketlerin reklam yüzü olarak kullanılan Cumhuriyet gibi laiklik de çıkar çatışmalarına meze edilmiş durumdadır.

Kuşkusuz Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte kul olanın, tebaa olanın yurttaşa dönüşmesi, Medeni Kanunla kadının yurttaşlığının kabul edilmesi gibi muazzam devrimci atılımlar vardır. Ne var ki “din ile devlet işlerinin ayrılması” ve kamusal alanın dinsel otoriteden kurtarılması esasına dayalı laiklik ilkesi, daha baştan pragmatist saiklere -Diyanet’in kurulmasında olduğu gibi- kurban edilmiştir. Dahası sınırlı da olsa yasal alanda kurulan laiklik ilkesi, toplumsal alana oldukça eşitsiz biçimde nüfuz etmiş, Anadolu’daki güçlü tarikat yapıları dağıtılamamış, hatta Meclis’te temsil edilen kimi unsurlar düşünülürse, “tarikatların merkeze soğurulması” hesabı yıllar içinde laikliğin altını oymuştur. Bu şaşırtıcı değildir; genç Cumhuriyet’in koşullu laikliği, misyonunu sırtlandığı burjuva sınıfının karakteriyle maluldür.

Laiklik bir yaşam tarzı mı?

Sermaye sınıfının fraksiyonlarından bahsederken kullanılan “yeşil sermaye” nitelemesi, özellikle 12 Eylül’den AKP rejimine uzanan dönüşümün izlerini sürmek bakımından oldukça yararlıdır. Ayrıca siyasi iktidar bir rejim karakteri kazandıkça, rekabet alanına siyasal ideolojik süreçlerin ve devletlü ilişkilerin girmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Ne var ki “yeşil sermaye” derken, burjuvazinin bir kesiminin “laiklik” tarafında yer aldığı zımnen varsayılırsa, bu büyük bir yanılgıya işaret eder. Kar maksimizasyonu dışında hiçbir gayesi yoktur burjuvazinin. Nitekim düzenin sahipleri, başta büyük burjuvazi olmak üzere astronomik hızlarla kapitalistleşen, piyasalaşan, kamu varlıkları bir bir talan edilen ülkemizin siyasal iktidarından ziyadesiyle memnundur.

İlginç olan şudur ki son yıllarda zenginin yalnızca parası değil “laik yaşamı” da züğürdün çenesini yormaktadır. Manasız bir uğraştır. “Boğazda viski bile içememek” ifadelerine gizlenen, burjuva ve de laik varoluş safsatadan ibarettir. Bu safsata “laikliğin bir yaşam tarzı olduğu” düşüncesiyle ele verir kendini.

Laikliğin bir yaşam tarzı olduğuna ilişkin varsayımın tehlikeli yanı, laikliğin bir kez daha varsıllara, belli olanakları olanlara, bir yaşam tarzını satın alabileceklere daraltılmasıdır. Laikliğin kültürel tutumlara indirgenmesi, içki içmek, belli marka ürünleri tüketmek, bazı süpermarketlere gitmek, bazı semtlerde oturmak vb. olgulara daraltılması, yüzeysel sonuçlara taşır bizi. Sınıfsal olanaklara bağlı olarak seküler kültürel pratiklerin, düpedüz Şeriat yasalarının uygulandığı ülkelerde de mümkün olabildiğini biliyoruz.

Laikliğin kültürel uzanımlarının olması bir şey, onun tümüyle kültürel alandan tanımlanması bambaşka bir şeydir.

Dolayısıyla tekrar “laikliğin” tanımı konusuna dönüyoruz. Din ile devlet işlerinin ayrılması, kamusal alanın dinsel otorite ve kurallardan bağımsızlaşması olarak laikliğin, aslında mantıksal sınırları özgürlük düşüncesine doğru genişlemektedir. Bu anlamda, laiklik kavramı, içerdiği tüm potansiyelleriyle birlikte kavrandığında “insanın kendini gerçekleştirmesinin önünde duran tüm unsurların kaldırılmasıdır”. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin önündeki engeller, ayıpla, günahla, alınyazısına karşı gelmekle, düzeni bozmakla ifade kazanıyorsa, laiklik özgürleşme mantığının dışında düşünülemez.

Bir adım daha ileriye gidelim. Zira laiklik bir sınıf mevzisi olarak kavranacaksa, daha ileriyi işaret etmek gerekir: “… günümüzde sermaye sınıfının tüm insanlığı boyunduruk altına alan egemenliğine ve insanlığın gelişimini engelleyen her türlü baskı, tahakküm, inanç, bağ ve yapıya karşı mücadele” laiklik mücadelesinin derinleştirilmesi sosyalizmle buluşması gerekir.” 4

Tüm bunlardan aslında bir yere varıyoruz. Antikapitalizme ve sosyalizme varmayan bir laiklik savunusu karşımıza bilboardlarda ürün reklamı olarak çıkabilir. Laiklik bu sığlıkla basit bir seçim afişine ya da çeşitli niyetler için tüketimlik kültürel sosa dönüşüp parodileşebilir.

Laiklik neydi? Laiklik emekti!

Bir de sekülarizm kavramı var malumunuz. Sekülerlik, yasalarla tanımlanmış olan laikliğin toplumsal koşullarının sağlanması anlamında kullanılıyor. Bu toplumsal koşullar sağlandığında, yaşamı bu dünyada değiştirebilmeye inanan ve bunun için harekete geçen “seküler toplum” da oluşmaya başlar. 5

Türkiye’de seküler yaşam, kuruluş döneminin kimi çabalarından öte, aslında sınıf mücadelelerinin yükseldiği dönemde, 1960’lı ve ‘70’li yıllarda belirginleşir. İşçi sınıfı kendi yaşamının öznesi oldukça, seküler yaşam canlanır; şehir bütün dekorlarda emeğin olur.  Burada işçi sınıfını, greve gittiği fabrikanın önünde ya da tıklım tıkış doluştuğu yazlık sinemalarda görmek mümkündür. Meydanlar, parklar, işyerleri, okullar, kampüsler emeğin varlığını duyurduğu yerler oldukça, kamusal alan dinsel ideolojiden sıyrılır. Gezi Parkı, boşuna bir rejim meselesi haline gelmemiştir.

Ve nihayet laikliği tehlikeli yapan budur.

Sınıf mücadelesi geriye düştükçe, devrimciler yenilip tutsak edildikçe, kamusal yaşam çoraklaştıkça tarikatların çoğalması, dinsel bağnazlığın her şeyi işgal etmesi; laikliğin de kala kala “boğazda viskisini yudumlamak” isteyenlere kalması şaşırtıcı değildir!

Laiklik neydi? Laiklik kadın’dı!

AKP’li yıllar boyunca laikliğin kriminalize edildiğini biliyoruz. Bu algıda “dinci gericiliğe” rıza üretme işini misyon edinen kimi liberallerin “put yıkıcılıkları” en çok da kadınlar konusunda olmuştu. Hatırlanacaktır, bir dönem burkaya methiyeler düzenler, ona otantik ve devrimci niyetler atfedenler vardı. Oryantalist bir kibirle “siyah güzeldir”, “İslam güzeldir” mottolarıyla asimilasyoncu modernizme kafa tutuyorlardı. Bu geniş gönüllü liberallere göre Cumhuriyet ve laiklik “batılı olmayan” kadını baskı altına almaya çalışırken; “yerli ve sahici bir modelde”, örtünme, ceza hukuku, haram ve helal, kadınların da öznesi olduğu bir zemin olacaktı.6 Kadın haklarını “emperyalist söylem”, “laikliği” eril bir toplum mühendisliği olarak görmek bir perspektif meselesiydi. Cumhuriyet, örneğin akraba evliliklerini karşısına alarak insanların toplum ve cemaat olma yetilerini bozmuştu. Normlar parçalanacaksa, akraba evlilikleri bile savunulabilirdi.7 Yine “laikçi teyzenin” şeytani bir unsur olarak öne sürülmesini de hatırlayalım. Büyük bir hesaplaşma olacaksa, dip boyası gelmiş, yaşlı ve de öfkeli “laikçi teyzenin” ipliği pazara çıkarılmalıydı.

Geriye dönüp bakınca bu liberal “put yıkıcıların” önemli bir iş gördüğü kesin. Laikliğin kadınlar için bir cephe olarak kurulamamış olduğu gerçeği, bu ideolojik atmosferin izlerini göstermektedir.

Bu nedenle temellere dönerek tartışmak hala önemli görünmektedir.

Laiklik ile kadının varoluşu arasındaki zorunluluk, en başta “kamusal alanla” ilgili olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinde, dinin kamusal alandaki gücünün, etkisinin kırılması oldukça önemli. Kadınların işçileşmesi, okullaşması, seyahat özgürlüklerini kazanmaları vb pek çok temel başlık, seküler bir yaşam ve laiklik ilkelerinin korunmasını gerektiriyor. Bu nedenle örneğin kadınların çocuk bakmak zorunda oldukları için iş arayamamaları, yüksek kreş ücretleri, kamusal kreş olanaklarının yok denecek kadar az olması, olanların da sistematik biçimde kapatılması ve “bakım açığının” mahallelerde Kuran kurslarıyla karşılanmaya çalışılması olarak birbirini izleyen silsile, laikliğin kadınların yaşamındaki özel konumunu çok iyi göstermektedir.

Ve zaten kadının işsizliği “kutsal aile” söylemleri ile perçinleniyorsa, türbanıyla okuyan, çalışan milyonlarca kadın rejimin “makbul kadın” çerçevesine sığmıyorsa, kız çocuklarının okullaşma oranı belirgin biçimde geriye düşmüşse, boşanmadan kürtaja, giyim kuşamdan kamusal yaşama her alanda dini sözün ağırlığı varsa, imam nikahı yasalaşmışsa, “küçüğün rızası” söylemi çoktan hayatımıza girmişse laikliğin kadınlar için yaşamsal önemi gün gibi açıktır.

Peki “özel alan” nerede duruyor? Kadınlar ataerkinin türlü yüzleriyle, en yoğun biçimde “özel alanda” karşılaşırken, burası laikliğin kapsama alanı dışında mı olacak?

Nitekim Diyanet’in Cuma hutbelerinde açık biçimlerini gördüğümüz dinsel baskı ve zorbalık, kadınların özel yaşamlarına da uzanmaktadır. “Özel olan politiktir” diyorsak, özel alandaki dinsel baskının sorgulanması da imkanlı hale gelmelidir. Nasıl ki özel alan, şiddeti, istismarı, sömürüyü dokunulmaz, sorgulanmaz kılmıyorsa, dinin ataerkisi de bunun dışında değildir. Nitekim kadın hareketi güçlendikçe, itiraz da yükselmekte, türbanını çıkaran kadınların (yalnız yürümeyeceksin) hikayeleri güçlü bir ortaklık yaratmaktadır.

Laikliği Savunmak: Şimdi radikalizm zamanı!

Yazının başlığını biraz sinir uçlarına dokunmak niyetiyle “Laiklik burjuva –ve de eril- bi’şey mi?” olarak seçtim. Bu soru, kaçınılmaz biçimde temelleri tartışmaya götürdü bizi. Vardığımız sonuç ortada; laiklik mücadelesi, sınıfsal ve cinsiyetli bir mücadeledir!

Bu nedenle, laikliği savunmak, radikalizmi işaret etmek dışında mümkün değildir. Elimizde düzeltilebilecek ya da restore edilebilecek hiçbir şey yok. Laikliği kazanmak, bir ülkeyi yeniden kurmak kadar görkemli bir mücadelenin içinden çıkacaktır!

Kaynaklar

  1. https://esikplatform.net/kategori/11-yargi-paketi-basin-aciklamalari/74666/11.-yargi-paketi-
    ahlak-bekciligi-mi-geliyor/
    ↩︎
  2. Tükiye’nin Laiklik Kavgası, İleri Yazıları, İleri Kitaplığı (2017), Can Soyer, s.10 ↩︎
  3. https://shuddhashar.com/secularism-is-a-necessary-but-insufficient-condition-for-
    establishing-womens-rights-marieme-helie-lucas/
    ↩︎
  4. Agm, s.12 ↩︎
  5. Tükiye’nin Laiklik Kavgası, İleri Yazıları, İleri Kitaplığı (2017), Haluk Yurtsever, s.59 ↩︎
  6. Nilüfer Göle, Melez Desenler, Metis (2002), s.25 ↩︎
  7. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/01/12/nukhet-sirman-palu-ailesini-istisna-
    gibi-gostermek-korkunc
    ↩︎
Editör: Gül Büyükbeşe
Düzelti: Gül Büyükbeşe
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Seda Bedestenci Yegâne

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation