DosyaHaziran 2025 Şöhret Baltaş 11 Haziran 2025
Bazı tesadüfler vardır bu hayatta, insanı bir anda mutlu eden. İngilizcede “mutlu kaza” anlamına gelen serendipity kelimesi sanırım bu anlamda kullanılıyor. Bu dosya için hazırlık yaptığım süreçte tam da böyle bir “mutlu tesadüfle” karşılaştım.
Kadın arkadaşlarımdan biri beni aradı, kızının yazdığı tez için 12 Eylül döneminde Mamak ve Metris’te yatan kadınlara ulaşmak istediğini söyleyip yardımcı olup olamayacağımı sordu. Tanıdığım kadınlara ulaşarak ilettim. Henüz 20’li yaşlarında yakın tarihimizdeki kadınları konu edinen Nilüfer’le böyle tanıştık. Telefondaki pırıl pırıl gencecik sesten ben de yardım istedim, hazırladığım yazı için onu bu tez konusuna yönelten nedenleri anlatmasını rica ettim.
Hayat sanki 12 Eylül dönemini bütün şiddetiyle yaşamış kadınların sesini bana ulaştırıyor, o sesin bizim kuşağa ve ardından bizden çok genç kadınlara da aktarılmış olduğunu müjdeliyordu. Bir kez daha anlıyordum ki, yaşanan hiçbir şey uzayın karanlık boşluğunda kaybolup gitmiyor, kolektif bellek dediğimiz hazine elden ele, kulaktan kulağa, kalpten kalbe ulaşıyor. İşte sadece bu hakikat dahi, bazen kapıldığımız boşa kürek sallama duygusunu yalanlıyor.
O halde ilk söz sevgili Nilüfer’de…
“İsmim Nilüfer, sosyoloji okuyorum. Bu sene son senem. Bitirme tezimi Türkiye’de 12 eylül döneminde hapsedilen örgütlü soldan kadınlar üzerine yazıyorum. Bunu yazmak istememin birçok farklı sebebi var, fakat bunların temelinde kendi kişisel tarihim yatıyor. Başta babam, halam ve annem olmak üzere ailem sol siyasi kimliği benimseyen kişilerden oluşuyor. Onlardan dinlediğim hikayeler, beni büyüdükçe bu konuda okumaya ve araştırmaya itti. Maruz kalınan adaletsizlikler, işkenceler, hukuksuzluklar karşısında her seferinde daha da dehşete düşmüş olsam da bu denli güçlü bir mücadele ruhu, irade ve direnç ruhuma dokundu, beni güçlendirdi ve bu konuya dört elle sarılmama yol açtı.
Bunun dışında sosyoloji ile kurduğum gönül bağı beni her zaman görülmeyeni görmeye, hep daha derine ve en kuytu köşelerde merakla gezinmeye itti. Çoğu zaman tarihin gidişatında önemli etkileri olmuş olmasına rağmen, tarih erkinin hiç yazmadığı, yazmaktan korktuğu, kuytu köşelere itilmiş kadınlar… Sol örgütlenme bu alışılagelmiş yok saymanın dışında mı kalmıştır? Aslında her şey bu soruyla başladı. Dinlediğim hikayelerde çoğunlukla kadınları duymuyor, okuduğum kitaplarda kadınları görmüyordum. Peki kadınlar sol siyasi tarihinin aktörler sahnesinde bir yan rol müydü gerçekten, yoksa kadınları dışlayan ataerkil sistemin kanı sol siyasetin damarlarında da mevcut muydu?
Ufak bir literatür taraması yapıldığında tarih sahnesindeki solcu kadınlar hakkındaki kaynakların ne denli yetersiz olduğunu görmek mümkün. Birkaç anı kitabı ve roman dışında kadınların özneliklerinin vurgulandığı yapıtlar göremiyoruz. Sol harekete baktığımızda ise kadınlara kadınlık mücadelesine dair vaat edilen şundan ibaret: Sosyalizm geldiğinde herkes eşit olacak, kadın mücadelesinin sosyalizmden ayrılmasına gerek yok. Kadınlar sabretmeli. Peki kim bu kadınlar? Cezaevlerinde türlü türlü işkencelere karşı direnen; zihnini, ruhunu ve bedenini tüm gücü ve iradesiyle en az erkekler kadar bu “davaya” adayan kadınlar…
İşte bunların sonucunda şunu söyleyebilirim: Kadınların hikayelerini dinlerken, okurken ve hiç yazılmayanların, söylenmeyenlerin peşine düşerken kendi kadınlığım üzerinden bir bağ kurmamak elde değil. Ben kendimi sol siyasi görüşlü bir kadın olarak tanımlarken kendi tarihimi aramaya çıktım. Kadınların, kadınlığın konuşulmayan, yazılmayan tarihi… Elbette çok yol katettik, kazanımlar elde ettik fakat görüyorum ki yan yana yürüdüğüm kız kardeşlerim gözaltında tacize ve şiddete maruz kalıyor. Fakat yine görüyorum ki, bu baskı ve şiddet sarmalı devam ettikçe itaat etmemeye, susmamaya da devam ediyoruz. Görüyorum ki pek çok şey değişmiş fakat mücadele devam ediyor. Ataerkiyi tamamen yıkamadık belki ama yaraladık, zayıflattık, içini oyduk, mor salkımlı çiçekler ektik. Çok mücadele ettik, hala ediyoruz, hep de edeceğiz. Tüm kadınlar özgür olana kadar zincirleri bir bir kıracağız. Bugün elde ettiğimiz her şey geçmişte mücadele eden tüm kadınların gücü iradesi ve yüreği sayesinde. O halde geçmişte işkencelere, adaletsizliklere direnen kadınlara, kendimize ve doğacak kız çocuklarına bir mücadele borcumuz var.”
**
Devrimci Mücadelenin Öncülleri: 1940’lar
“Sınıfsız imtiyazsız toplum” şiarıyla yola çıkan Cumhuriyet’in beş temel ilkesi olarak deklare edilen “cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, devrimcilik” etrafında her zaman bir tartışma olageldi. Eşitlikten, hürriyetten yana olan kesimler “cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik ve devrimcilik” ilkelerine dayanarak rejimin ilerici karakterine vurgu yaptılar, “milliyetçi ve devletçi” olanlar ise baskıyı, otoriteyi, yasakları savundular. Özetle Cumhuriyet daha baştan itibaren çeşitli yönlere çekiştirilen, herkesin kendine göre tarif ettiği bir “fil” gibiydi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında dünyaya yayılan Nazizm ideolojisi, Türkiye’yi tek parti iktidarı altında kaynayan çeşitli eğilimler içinde buldu. Devletin resmi politikası savaşın dışında kalmak ve taraf olmamak şeklinde ilan edildiyse de Almanlarla ilişkiler sürdürüldü. 1941’de toplanan Anti-Komintern pakta olumlu baktığını ifade eden Türkiye’de anti-komünizm devlet politikası olarak uygulandı. 1930’larda kurulan muhalif dergiler üzerindeki baskı iyice artırıldı. Sabiha Sertel, Suat Derviş, Fatma Nudiye Yalçı bu muhalif dergilerde çalışan, Sovyetler Birliği eksenli TKP üyesi kadınlardı ve yaşamlarını devletin sopasıyla yüz yüze mücadele ederek geçirdiler.
Sabiha Sertel, eşi Zekeriye Sertel’le birlikte çıkardıkları Resimli Ay dergisinde yayınlanan, Nazım Hikmet’in yazısı nedeniyle mahkemeye çıkıp yayıncı olarak hakkında dava açılan ilk kadın oldu. 1936’da eşiyle birlikte Tan gazetesini çıkarmaya başladılar. Gazete İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşizm karşıtı görüşleriyle hem ilgi hem de tepki gördü. 1945’te basın tarihinde yaşanan karanlık olaylardan biri olan Tan gazetesi baskını yaşandı. Tan matbaası, Turancı ve İslamcı öğrenciler tarafından “Komünistlere Ölüm” sloganlarıyla basıldı, matbaa tahrip edildi, çok sayıda insan yaralandı. Tan matbaasını basanlardan hiçbiri mahkûm olmadı. Tersine Zekeriya ve Sabiha Sertel hakkında yazılarından dolayı davalar açıldı. Üç ay tutukluluktan sonra tahliye edilen Sertel çifti 1951’de ülkeyi terk etti.
Suat Derviş, Resimli Ay ve Tan’da muhalif yazılar yazanlardan biriydi. 1937’de gittiği Sovyetler Birliği gezisini anlattığı tefrika yazıları sonucunda, “kızıl komünist” olarak damgalanarak gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. 1941’de TKP genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile evlendi, kendisi de o sırada partiye üyeydi. 1944’te TKP soruşturmaları kapsamında tutuklandı. Sorgusu sırasında karnındaki bebeğini düşürdü. Sekiz ay tutukluluktan sonra yaşadığı maddi zorlukla başa çıkmak için çeviriler yaptı, piyesler ve radyo skeçleri yazdı. 1953’te tekrar tutuklanma ihtimaline karşı yurt dışına, kız kardeşinin yanına gitti. Eşinin hapisten çıktığı 1963 yılında yurda döndü, çevirilere ve yazarlığa devam etti. 1969’da kendisi gibi devrimci olan Neriman Hikmet’le birlikte Devrimci Kadınlar Birliği’ni kurdu. 12 Mart öncesinde evini devrimci gençlere açtı, 1971’de sıkıyönetim mahkemesi onu 66 yaşında, “gençlere yataklık etme” suçundan tutukladı. Ertesi yıl hayata veda etti.
Fatma Nudiye Yalçı, Resimli Ay’da çalıştığı ve Marksist eserlerin çevirisini yaptığı sırada Hikmet Kıvılcımlı ile tanıştı, evlenmeyi reddetti, 1932’de birlikte yaşamaya başladılar. Birlikte yayınevi kurdular ve Marksist klasikler de dahil olmak üzere sol kitaplar yayınladılar. 1938’de Kıvılcımlı ile birlikte gözaltına alındı ve “orduyu isyana teşvik ve komünist faaliyette bulunmak” suçundan on yıl Sinop Cezaevi’nde yattı. Kıvılcımlı’nın cezaevi günlerinden itibaren platonik aşk yaşadığı Emine hanımla evlenmesinden sonra da siyasi olarak ondan kopmadı, Vatan Partisi’nde birlikte çalıştılar. 1957’de Sirkeci’deki bir mitingde konuşma yaparken atılan bir taşla yaralandı, 1958’de yeniden tutuklandı ve iki yıl hapis yattı. 1965’te kanser tedavisi için yurt dışına çıktı, Doğu Almanya’da TKP’nin Bizim Radyo yayınlarında çalıştı ve 1969’da Sofya’da hayatını kaybetti. (Fatma Nudiye’nin hayatını anlatan, Bilgesu Erenus’un yazdığı “Yaftalı Tabut” oyunu, bir kadın biyografisi için çok iyi bir örnek.)
60’lı Yıllar
Türkiye 1960’lara geldiğinde, Demokrat Parti’nin demokrasi vaadiyle gelip, tam bir baskı aracı haline dönüştürdüğü iktidarını yaşamış, Kore’ye asker gönderip NATO üyeliğini “kazanmış”, Marshall yardımlarıyla başlayan Amerikan muhipliğini sürdüren, hatta DP’nin sloganlarından biriyle söylersek “Küçük Amerika” olmak isteyen bir ülkeydi. Ancak Cumhuriyet’in etrafındaki tartışmalar sürüyordu ve ülkenin DP tarafından sürüklenen gidişatından memnun olmayanlar da vardı. 27 Mayıs 1960 darbesi, “ilerici” karakterini vurgulayanlar ile “askeri darbe” diyenler arasında hâlâ tartışma konusu. Bu tartışmayı bir kenara bırakırsak, 27 Mayıs, DP zulmünün son bulmasına ve getirdiği anayasa ile toplumun farklı kesimlerinin kendini ifade etmesine olanak sağladı diyebiliriz.
1960 sonrasında devletin yüzü aslında değişmemişti. 1963’te TBMM’de “komünizmle mücadele komisyonu” kurulmuş; Kavel Kablo Fabrikası’nda sendikalaşma nedeniyle işten atılan işçiler için yapılan greve polis müdahale etmiş ve 9 işçi yaralanmıştı. Ancak öte yandan 1961’de Türkiye İşçi Partisi kuruluyor ve 1965 genel seçimlerinde 15 milletvekiliyle Meclis’e giriyordu. Yani Cumhuriyetin önündeki yol, içinde yer aldığı uluslararası kapitalist blok ve yurt içindeki ekonomik politikalar anlamında belirginleşmiş olsa da sınıfların kırılganlığı hâlâ söz konusuydu, kentli ve köylü egemenler “fil”i çekiştirirken, emekçi sınıflar da politik arenadaki yerlerini alıyorlardı.
Behice Boran, bu dönemin en güçlü simgelerinden. ABD’de sosyoloji doktorası yaparken tanıştığı Marksizmden kopmayan Boran 1944’te TKP’ye katıldı, 1948’de siyasi görüşleri nedeniyle üniversiteden uzaklaştırıldı. Kore Savaşı’na karşı bildiri dağıtırken gözaltına alındı ve 15 ay hapis yattı. 1962’de TİP’e üye oldu, 1965’te Meclise giren vekiller arasında o da vardı. 1970’te Genel Başkan seçildi. Ancak 12 Mart 1971 Darbesiyle birlikte TİP kapatıldı ve Behice Boran tekrar hapse girdi.
Ancak bu yıllarda mücadele içinde olan kadınların “kadın olmak”la ilgili deneyimlerinden bize uzanan pek veri yok. Suat Derviş’in eşinin adıyla anılmaya karşı çıkıp kendi adını vurguladığı bir toplantının varlığını dahi uzun yıllar sonra öğrendik. Önemli bir yazar olan Suat Derviş’in sol edebiyat kanonunda yer alamaması da “ilginç bir durum” olarak kaydedilmeli. Keza Hikmet Kıvılcımlı solun tarihi içindeki statüsünü halen korurken, adım adım onun mücadelesine eşlik eden Fatma Nudiye Yalçı’nın adının da adeta tarihten silinmesi “ilginç”. Behice Boran’ın TİP Genel Başkanı olması suretiyle bu kaderi yaşamadığı söylenebilir ama onun yaşamının da her zaman bir kadın olarak değil, bir lider olarak anlatıldığını kaydedelim.
Dolayısıyla 68 kuşağının kadınlarına miras olarak kalan şey, bir “kadınlık durumu”ndan ziyade devrimcilik anlatıları oldu.
68’in Kadınları
Kadın olmanın, devrimci mücadelenin içerisinde ayrı bir başlık olduğu konusu bilince çıkınca, son yıllarda bu konuda çok sayıda kitap yazıldı. 12 Mart ve 12 Eylül cuntasının zindanlarında yatan iki kuşaktan kadınlar, yıllar sonra bu deneyimlerini kitaplar ve yazılarla bizimle paylaştılar. Her iki döneme dair yazılmış kadın kitaplarının art arda çıkmış olması çok önemli; hepsi tarihin içinde bir şimşek çakımı gibi parlayan o devrimci yılları kolektif belleğe aktaran bir hazine. Bu yazıyı hazırlarken hem daha önceden okuduğum kitaplara tekrar baktım hem de okumadıklarımı okudum. Bu meseleye kafa yoran bütün kadınların okumasını gerektiren çok önemli bir hazine olduklarına bir kez daha inandım. Bu deneyim aktarımından edindiklerimi, bu mecranın sınırları ölçüsünde anlatmaya çalışacağım.
Türkiye’de devrimci mücadelenin “kurucu kuşağı” olarak anılan 68 kuşağı, Batı’da yaşanan özgürlükçü 68 dalgasının doğrudan bir parçası değildi; amaçları, gündemi tamamen Türkiye’nin koşullarına göre ortaya çıkmıştı ama dünyayı sarsan özgürlükçü dalganın etkilerini de barındırdığını söylemek gerekir. Bu da kadınlar açısından 68’in daha serbest, daha eşitlikçi bir dönem olmasını doğurdu. Kadınlar, Fikir Kulüpleri içerisinde sadece “destekçi” değil, mücadelenin militanlarıydılar. Eylemlerde kızlar ve erkekler eşitti, gerek giysilere gerek eylemlerde yer alma şekline müdahale oldukça azdı. Bunda kuşkusuz kadınların kimsenin müdahalesine gerek kalmadan uyguladıkları “otosansür”ün de etkisi olduğunu söylemek gerek. Okulda rahatlıkla mini etek giyen kızların, mahallelerdeki çalışmalara vücut hatlarını gizleyen bol giysilerle gitmeleri, makyaj yapmamaları bu otosansüre örnek olarak verilebilir.
"Devrimci hatunların parka giydikleri, makyaj yapmadıkları gibi bir durum var. Bu 68 kuşağı için geçerli bir şey değil. (...) Mesela Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nda oynarken siyah bir uzun kollu tişört, etek ve onun da altına mutlaka pantolon giyerdik. Çünkü ne sadece pantolonla oynamak olurdu ne de sadece etekle...”1
Bazı konularda söylenmeden uyulan kurallar olmakla birlikte aşk ve cinsellik, sonraki kuşağa göre daha özgür yaşanıyor, “el ele gezmeyin” diyen erkekler “feodal” bulunuyordu. Harekette azımsanmayacak sayıda olan okumuş ve dil bilen kadınlar, o yıllarda ikinci dalga feminizm rüzgârının estiği Avrupa’da yayınlanan kitaplardan haberdardılar, çoğu örneğin Simone de Beauvoir’in İkinci Cins kitabını biliyordu ama hareketin genel söylemi feminizmi “sınıf bölücü” olarak adlandırdığı için bir otosansür de bu alanda yaşanıyordu.
“Siyasi bir hareketin tepesindeydim ama ikamecilikte erkek yoldaşlarımdan aşağı kalmıyordum. 80 Mayısında sevgili Şule Aytaç feminizmden bahsettiğinde , bir hain demediğim kalmıştı. Feminist olmamı, örgütün tepesinde birlikte yer aldığım erkek yoldaşlarımın herhangi bir fikir ayrılığı sonrasında kullandıkları dile borçluyum.”2
78 kuşağına göre daha “eşit” görünmelerinin bir nedeni de, o güne kadar hep aile ve toplum baskısı altında yaşamış genç kadın öğrencilerin ilk defa kamusal yaşamda kendilerini ifade etme imkânı bulmaları ve bu özgürlüğü yaşayan ilk kuşak olarak el yordamıyla özgürlüğe koşmalarıydı. Ancak bu görece özgürlük ortamının varlığı, hareketin kilit noktalarında daha çok erkek yönetici olmasını, kürsülerde konuşan militanların çok azının kadın olmasını değiştirmemişti. Sonradan yazılan tarih anlatılarında da bu etki açıkça görülüyor. Örneğin 68’e damga vuran THKO’nun kurucularından biri olan Gülay Ünüvar’ın adını kaç kişi biliyor?
Adsız Kahramanlar – Gülay Ünüvar (Özdeş) Kitabı adlı çalışmasında Ahmet Tuncer Sümer bunun sebebini “Gülay Ünüvar’ın çok ketum olması ve kendisini öne çıkarmaması” olarak belirtiyor3 ama bu, onca kadının yakın tarih anlatılarında flulaştırılmış olmasını açıklamıyor. Nitekim Gülay Ünüvar’la birlikte THKO’nun kadın militanları Türkan Sabuncu, Ayten Canatan, Nuran Ağırnaslı’nında 68 anlatılarında ne kadar az yer buldukları ortada.
Ya da 68’in faili meçhullerinden Naciye Sakarya hakkında, 68’li Necla Ülkü Kuglin’in söylediklerinden başka bir şey var mı elimizde?
“Geriye dönüp baktığımda öncelikle kaybettiğimiz kız arkadaşlar geliyor gözümün önüne: Naciye Sakarya, Siyasal’da okuyordu, kardeşleriyle birlikte o civarda bir evde otururdu. Çok iyi bir sporcuydu. Ara sıra Eskişehir’e gidip paraşütle atladığını anlatırdı. 12 Mart darbesi gelip de herkesi darmaduman ettiğinde aranmaya başlandı. Evine yapılan baskınlarda bulunamayınca savurulan tehditler yerine geldi: ailesine cesedini teslim almaları için çağrı yapıldı. Mahir’lerle ilgili sorgulamada mı ölmüştü, helikopterden mi atılmıştı, yoksa gerçekten kaza mıydı? Mitinglerde coşkuyla slogan atan, her eyleme koşan, küçük büyük iş ayırmadan sessizce çalışan, akıllı, azimli, dünya güzeli, dal gibi bir genç kız ölmüştü sadece, hepsi bu kadar.”4
Ya Mahir Çayan’ın tünel kazarak kaçabilmesi için görevli bir subayla ilişki kurduğu dedikodusuyla magazinleştirilen militan Rüçhan Manas? Ne her eylemin içinde olması, ne Sağmalcılar’da yatıp sonra Anadolu’ya sürülerek uzun yıllarını Adapazarı ve Sinop cezaevlerinde geçirmesi, çıktığında “yanlışlık oldu” denilip yeniden içeri atılmak istenmesi, sürgün yılları ile değil, militanca yaşanan bir ömre rağmen hâlâ “Teğmen Fuzuli” ile anılmasına ne diyeceğiz?5
Kadınlar bu anlatılarda “yok” adeta. Ya da birinin sevgilisi veya eşi olarak varlar. Şirin Cemgil gibi, Sevim Onursal gibi.
Şirin Yazıcıoğlu Cemgil, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun 16 kurucusundan biri, 1967’de ODTÜ sorumlusu, önce TİP, ardından Vatan Partisi üyesi; entelektüel birikimi olan, devrimci mücadele için hayatını ortaya koyan biri olmasına rağmen “Sinan’ın eşi” olarak anılıyor hâlâ.
Bu konuda trajikomik bir anıyı Necmiye Alpay anlatıyor:
“Şirin, çok kararlı bir insandı, fakat yıllar sonra öldüğü zaman cenaze töreni yapılırken cinsiyetçilik açısından çok ilginç bir şey oldu. Törende konuşan genç bir erkek, Şirin'den bahsediyor ve Sinan Abla şöyle, Sinan Abla böyle diye konuşuyor. Dördüncüsünde uyardılar Sinan diyorsun diye ve ancak o zaman düzeltti. Açıklamaya gerek var mı, Şirin diye biri yok delikanlının zihninde!”6
Sevim Onursal’ın yok sayılma hikayesi ise oldukça hazin. TİP üyesi olan, sonra mücadeleye THKO’da devam eden Sevim Onursal’ın aynı örgütten Kor Koçalak’la yaşadığı ilişki, aralarındaki yaş farkı nedeniyle 12 Mart davalarında “utanç verici” bir durum olarak öne çıkarılıyor. Bazen “genç sevgilisi yüzünden bu hallere düşen” kadın olarak yer alıyor dönemin gazetelerinde, bazen de “genç sevgilisini kandıran femme fatale” olarak. Geriye sol arşivlerde bile fotoğraflardan çıkarılan bir kadın kalıyor. Neyse ki kadınlar onu tarihin sararmış fotoğraflarından ışığa çıkarıyorlar da, bu değerli kadını belleğimize kaydediyoruz. 7
12 Mart’ta aranırken, şehirlerarası santralda çalıştığı için “telefoncu kız” olarak manşetlere çıkan, cuntanın mahkemelerinde idamla yargılanan Jülide Aral şöyle diyor:
“Erkeklerle eşit miydik? Lafta eşittik. Erkeklerin egemenliği tartışılmaz; merkez kurullarında, yönetimlerde hep onlar, alt kademelerde de tek tük birkaç kadın.”8
Devletin ve polisin karşısında yan yana mücadele ederken kadınlar ve erkekler ister istemez eşitleniyordu ama başka bir nehir vardı alttan alta akan, dile getirilmese de kadınlar farkındaydılar. 68’li kadınlardan çoğunun üzerinde ortaklaştığı bir olgu var: 68’de silahlı öncü savaşı ve gerilla mücadelesiyle birlikte kadınlar sürecin dışında kalmaya başladı; 71’den 80’e giden süreçte ise kadınlar açısından hayat giderek daha daraldı, 68’de egemen olmayan “namus ve ahlak” anlayışı ile bunun getirdiği katı kurallar oluştu.
68 bahsini, Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu anmadan kapatmak olmaz.
Sevgi Soysal, 12 Mart’tan sonra iki kez, ilki daha gevşek, ikincisi epey ağır koşullarda yattığı, Mamak Cezaevi’nin kadınlara ayrılan kısmındaki anılarını anlatır bu unutulmaz kitapta.
Koğuşa ilk girdiğinde herkes şaşkın, üzgündür. Kimi çocuğunu bırakmıştır arkada, kimi yaşlı annesini, kimi yeni nikah kıydığı kocasını. Fakat kadınların açtığı kucak öyle geniştir ki, cezaevindeki hayat her geçen gün daha az yaralar onları. Meyve suyuna damlatılan kolonyayla yapılan kokteyller, karşı koğuşta yeni doğan bebeğe örülen örgüler, yumurtaya banılıp kızartılan bayat ekmeğin üstüne dökülen şekerle yapılan “ekmekbalı” tatlısı… Hepsi hayatı kolaylaştırma üstadı kadınların hüneri…
Koğuşta çıt yok. Hayır var, hem de ne çıtırtı. Herkesin elinde bir şiş, yün örüyor. Örme tutkusu bulaşıcı bir hastalık gibi sarmış koğuşu. En usta örgücü Oya Baydar. O minicik elleriyle şişleri nerdeyse oynatmadan akıl almaz bir hızla örüyor. Öğretmen kızlara da geçti örgücülük. Onlar da ranzalarının üstüne tünemişler, hanım hanımcık örüyorlar. Elinde şiş olmayan bir ben varım. Bu yalnız isteksizlikten değil, bu işte oldum olası tam bir yeteneksizlik gösterdiğimden. Kitabımdan başımı kaldırıp koğuşu gözlüyorum. Şişlerin çıkardığı çıtırtıya takıyorum aklımı. Sonunda dayanamayıp, biraz da hasetten ad takıyorum koğuşa: “Yıldırım Olgunlaşma Enstitüsü.”9
Kimler kimler geçmiyor ki bu koğuştan… Oya Baydar, Behice Boran, Sevim Belli, Türkan Sabuncu, Gülay Özdeş, Sevim Onursal, Olca Altınay, Fatmagül Berktay, İpek Çalışlar, Ferai Tınç ve ismi bilinmeyen onlarca kadın. Sadece “olgunlaşma ensitüsü” değil kendilerine taktıkları ad, bir de Devos var.
Çaylar demleyip yeni gelenlere sunuyoruz. Hiçbir şey sormadan, yeni gelenlere bir yatak yapıyoruz. Sonra, az sonra, biz istemesek de anlatıyorlar. Ağlama benzeri bir boşanmayla. Bir koyversek, koğuşta ağıttan ve yeisten geçilmeyecek. Bırakmıyoruz. İşkence bile şaka konusu oluyor. Evet, işkence bile. Onlara ad takıyoruz. İşkenceden gelenlere. Devos.
Kızlara edilen küfürlerin en incesi “orospu”, geçtikleri muamele de malum, hop isim hazır: Dev-os: Devrimci Orospular Örgütü. Bunca aşağılanma, horlanmanın ardından da olsa şaka gerekli. Gerilen sinirlerin gevşemesi, gülmek gerekli.10
78 Kuşağı: Fırtınaya Karşı
68’in daha çok “başkaldırı” ile anılmasına karşın 78 kuşağı genellikle acı ve kederle özdeşleştirilir. Kanımca bunun nedeni, 12 Eylül’ün, 12 Mart’a göre daha yaygın bir baskı ve zulüm ortamı yaratmış olması değil sadece.
12 Mart’ın arka planına bakarsak, ülkede kapitalist sermayenin etkinliği olmakla beraber henüz devletçiliğin, ithal ikameci politikaların terk edilmediği, deyim yerindeyse “topun ortada olduğu” bir dönem yaşanıyor. Anti-komünizm var ama “bağımsız Türkiye” diye özetlenen ve halk nezdinde karşılığını bulan cumhuriyetçi eğilim de azımsanacak düzeyde değil. Bu genel resmin içinde 12 Mart sonrasında cezaevlerinden çıkanlarla birlikte yaşanan bir “kaldığımız yerden devam” ruhu görülüyor. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamına, Kızıldere katliamına ve gençliğin önderlerini kaybetmiş olmasına rağmen bir bitiş yaşanmıyor; tersine devrimci hareketin mayalanması sürüyor ve siyasi odaklar belirgin çizgilere kavuşuyor.
12 Eylül’de ise ülkenin genel manzarası çok farklı. Türkiye’nin 24 Ocak ekonomik kararlarıyla birlikte neoliberal kapitalizmin bir dişlisi olmaya yönelmesi söz konusu. 12 Eylül cuntası, dümenini çoktan emperyalizme doğru kırmış, cumhuriyetin (yerine getirilsin ya da getirilmesin) kurucu ilkelerini çoktan terk etmiş bir ülkenin iktidarı olduğunun farkında. Cumhuriyet, “devrim” kelimesinin yasaklanmasından sonra albayların verdiği İnkılap Tarihi derslerine, cuntanın başı Evren’in meydanlarda haykırdığı, ne olduğu belirsiz bir “Atatürkçülük” lafına indirgenmiş durumda. 12 Eylül’de hedef daha büyük; ülkeyi emperyalizmin doğrudan ortağı haline getirmek ve bu yolun taşlarını döşerken karşı çıkan bütün odakları dümdüz etmek, toplumsal hafızayı silmek ve “köşeyi dönmek” olarak ifade edilen bireyci, itaatkâr bir toplum yaratmak üzere toplum mühendisliğine girişmek. İşte 12 Eylül faşizmi, başta Diyarbakır olmak üzere, Mamak ve Metris’te, yetmedi, bütün ülke sathında koskoca bir işkencehane yaratıyor.
Ne yazık ki bu toplum mühendisliğinin büyük ölçüde başarılı olduğunu söylemek lazım. Bu anlamda 12 Eylül’ün işkencehanelerinden geçen 78 kuşağının daha çok yaşanan acılarla anılması çok doğal.
Bu genel çerçevenin içinde kadınların döneme ilişkin anlatılarında artık Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu yok, filistin askısından tecavüze, tabutluklardan açlık grevlerine uzanan bir direniş tarihi var. Öncesinde ise her gün ölümü ensende hissederek koşulan eylemler, kaçak hayatlar, fakülteyi bırakıp fabrikada işe girmeler, çatışmalar, 1 Mayıs 1977’den 1978 Maraş Katliamı’na uzanan acılar var.
78 kuşağının kadınlarını farklı boyutlarda ele almak gerekiyor: 80’den önceki dur durak bilmeyen mücadele içinde; sorguda ve cezaevinde; içerdeki kocanın görüşmecisi, destekçisi ve dışardaki gündelik yaşamın sürdürücüsü kadınlar olarak.
Eylem içinde geçen hayatlara dair söylenecek çok şey yok. 68’den sonra giderek katılaşan kuralların paralelinde giysilerden ilişkilere kadar uzanan kısıtlamalarla karşı karşıya kadınlar. Artık parka-pantolon ikilisi bütün kadınların ortak giysisi. Kadın-erkek ilişkisi yasak değil ama örgütlere göre değişen “aynı görüşten olmak, şeflerin onayını almak, önceliği devrime vermek” gibi kurallar var.
68’in dünyayı saran özgürlük rüzgarının yokluğundan mı, yoksa devrimci hareketin kitleselleştikçe popülizme ve “halkın değerlerini mutlaklaştırma”ya yönelmesinden mi, ya da her ikisi ya da hiçbiri mi, ciddi bir araştırma konusu, ama gerçek şu ki, devrimci hareketin değişime daha kapalı, daha sekter olduğu bir zaman 80 öncesi.
Halk kültürünün mutlaklaştırılması, değişime kapalılık ve sekterliğin kadınlar için nasıl bir dünya yarattığını tahmin etmek zor değil.
“Kadınlarla erkeklerin bir arada kaldığı, evlilik yasağının olduğu yerde bir süre sonra daha ciddi sorunlar yaşanıyor, gizli ilişkiler oluyor, ihlaller oluyor, bunları takiben cezalar birbirini izliyordu. Bazı kadın arkadaşlar çok zorda kaldı. Bir kadın arkadaş sırf bir erkekle ilişkisinden dolayı cezalandırıldı, erkeğe bir şey olmadı diye hatırlıyorum. Sonra başka biriyle birlikte olmak istedi, o zaman da sürekli sevgili değiştiren muamelesi gördü. (...) Yasak ilişkiler nedeniyle kürtaj olan, bunu gizleyen, bundan dolayı çok ağır hastalanan arkadaşlar hatırlanın. İlişkiyi iki kişi yaşıyor, faturayı hep kadınlar ödüyordu.”11
Günlük yaşamın sorgulanmadığı, “devrim”in sadece dışsal iktidarın devrilmesi olarak algılandığı bu ortamda örgütsel karar alma mekanizmaları kadınlara kapalıydı.
“80 öncesi yönetim, söz, karar mekanizmaları ya da sözün üretildiği yerler kapalıydı kadınlara. 70'li yılların başlarında böyle bir şey yoktu. Son derece özgürlükçü bir tartışma ortamı vardı, dönemin literatüründe ne varsa hepsini çok özgürce tartışabiliyorduk. Cinsel özgürlük de bunların içindeydi. Hakikaten kadınlar bu konuda kendilerini istedikleri gibi ifade edebiliyorlardı. Herkes sevgililik halini çok rahat yaşayabiliyordu, bunu saklama ihtiyacı yoktu. 80 öncesi bunlar saklanıyordu, yasaktı hatta.”12
Geriye dönük değerlendirmelerde kadınların bu itirazlarına “hareketteki kadın sayısının azlığı”nı ya da “kadınların bu yetkinlikte olmadığını” söyleyen erkekler de vardı. Tıpkı kadın sanatçı/bilim insanı/mizahçı vb sayısının azlığını, kadınların bu alanlardaki “yeteneksizliğine, ilgisizliğine” bağlayanlar olduğu gibi. Ümide Aysu cevap veriyor:
“Çok kitlesel bir hareketten, aşağı yukarı bütün şehirlerde mevcut bir hareketten bahsederken kadınlar yoktu demek hareketi bilmemektir. Çoğu hareketten, pratikten yetişen kadınlar... Ya sendikalarda, ya mahallelerde ya da üniversitelerde çalışıyorlar. Bunlar yetkin değildi demek, kadınların yetkin olmadığını göstermez, kadınlara kapıların kapalı tutulduğunu gösterir. Açılmayan kapıdan niye içeri giren yok demek kadar abes bir şey olur mu? Zaten o kapılar kapalı”13
Örgütlerde durum buyken, devrimci mücadelenin bir parçası olarak ortaya çıkan kadın derneklerini de anmak lazım; İlerici Kadınlar Derneği (İKD), Ankara Kadın Derneği (AKD), Devrimci Kadın Derneği (DKD). En yaygın olanı İKD idi. Faaliyette bulunduğu süre içinde özellikle sendika ve mahallelerde oldukça kitleselleşen İKD’nin gündemi “kadın mücadelesi” değil, işçi sınıfı içerisindeki kadınların sorunları etrafında mücadele etmekti. Bu bağlamda sendika ve sigorta hakkı, hamilelik ve doğum iznine dair haklar, her işyerine kreş gibi kampanyalar yürüttü. Bugünkü anlamıyla bir kadın derneği değildi ama yaygınlığı, yürüttüğü kampanyalar, partiden görece bağımsızlığı ve kadınların bir özne olarak faaliyetlerde yer alması bağlamında kadınların kendileri için örgütlenmelerini ve mücadele etmelerini sağlayan İKD, kadınların tarihinde önemli ve değerli bir yer tutuyor.
70’llerin ikinci yarısından sonra iyice güçlenen ve yaygınlaşan devrimci hareket, resmi ve sivil faşizmin saldırıları karşısında anti-faşist mücadeleyi temel alan bir sürece evrildi. Ancak anti-faşist mücadelenin yöntemleri, Türkiye’nin ihtiyacı olan devrimin niteliği konusunda farklılaşmalar da derinleşiyordu. 68’de farklı fraksiyonların dayanışması söz konusuyken artık dayanışma bir yana, sol içi fraksiyonların çatışması gündemdeydi. 1 Mayıs 1977 gibi toplumsal bir katliamda dahi, taraflar birbirini suçladı, provokasyona karşı birlikte karşı durmak yerine çatışmayı derinleştiren söylemler ortalığı kapladı.
12 Eylül adım adım geldi, ama ortak bir cephe kurulmasını engelleyen bu çatışma ortamında, açık faşizm tehlikesi karşısında ciddi bir önlem alınamadı. Tariş işgalinin kanla bastırılması, Fatsa’ya askerin girmesi ve askeri darbe. 12 Eylül cuntası sıkıyönetim ilan ettiği anda hiç vakit kaybetmeden işkence tezgahlarını kurdu. Bu tezgahlar kadınlar açısından tecavüz ve cinsel taciz anlamına da geliyor, bedenleri çoğu kez yakınlarının çözülmesi için tehdit unsuru olarak kullanılıyordu. Cuntanın paşalarından Turgut Sunalp’in, “tutuklulara cop sokulduğu” iddiası üzerine sarfettiği söz, hâlâ akıllarda: “Taş gibi delikanlılarımız varken copa ne lüzum var?”
“12 Eylül darbesi olduğunda içerideydim. İçeriden tutuklu kadınlan almaya başladılar işkence yapmak için. Vermemek için ranzaları dayıyorduk, üstüne çıkıyorduk. İbrahim Kaypakkaya'nın katili olan subay cezaevinin müdürü olmuştu. Unutmuyorum örgü örüyorum plastik şişlerle. Şey demişti bana ‘O elindeki şişi amına sokacağım bir gün senin.’ Cinsiyetçiliğin, militarizmin en yüksek olduğu yerdi.”14
Nazizmin toplama kampı Auswitch ile aynı kategoride sayılan 5 No.lu Diyarbakır Cezaevi ise, Kürtler için zulmün, insanlık dışı vahşetin mekanıydı. 5 No.lu cezaevini anlatan ilk kadın Rahime Kesici Karakaş oldu.
“Yüzleri duvara dönük, gözleri görmeyen, kulakları duymayan kadınlar. (...) Kıpırtısız, esas duruşta teyzeler, amcalar ve de askerler... Milyonlarca, binlerce çok, çok ve çoktan da çok askerler... Derken ip gibi sıraya geçenler konuştu: Kürd i xeber nedın (Kürtçe konuşmayın)”15
“Esat (Oktay Yıldıran), kadınları kendi malı gibi görüyordu. Onlara en güvenilir gardiyanları veriyordu. En dipteki koğuşu kadınlara tahsis etmişti. O koridora her isteyen gardiyan giremezdi. Upuzun koridor Horoz'a aitti. Mahkemelerde o koridorun sonunda mahkeme gardiyanlarına teslim edilirdik. Horoz ve Minik, sonra da Ali Osman ve Esat (Oktay Y.) bizim sahiplerimizdi. Bizimle ilgili konularda ve bedenimizi n üzerinde onlar söz sahibiydi. Mesela gecenin bir yarısı, gözleri kan çanağı gibi olmuş, genellikle tek başına çıkar gelirdi. Sayım düzeninde bekleyen bizlerden çoğumuzun adını söyleyip ayıklardı. Seçtiği kişileri duvara yaslayıp bacaklarını bacaklarımıza temas ettirerek boğazımızın bir yerinden tutar, yüzüne baktırırdı. O kadar iğrenç içki kokan nefesi ve gözleri vardı ki boğulduğumuzu hissederdik.”16
Ancak 5 No.lu Cezaevi’nde bile kadınlar yaralarını dayanışma ve mizahla iyileştirmişler. Serum şişesinin kenarından çıkarılan teneke parçasını bıçak gibi kullanıp yapılan kısırlar (s. 67), gardiyanın bağırıp çağırırken yaptığı hareketleri taklit ederek girilen gülme krizleri (s.127) sayesinde hayatta kalmışlar.
Mamak Zindanı’nda yaşayan kadınlar da aynı. Onlar da birlikte direnerek; sayımlara çıkmayı, tekmil vermeyi, marş söyleyip uygun adım yürümeyi reddederek, siyasi tutuklulardan asker yapmaya çalışan Mamak zalimi Raci Tetik’in önünde dimdik durmuşlar. Kendi icatları “Mamak tatlısı”yla, permatikle yapılan kuaförlükle, örgüler ve iğne oyalarıyla direnmişler. Ve yıllar sonra 2011’de bir araya gelerek Mamak anlatısını gerçekleştirmişler.
Bu yazıda andığımız ve anamadığımız anlatılar, başta da belirttiğim gibi bir hazine sandığı. Tarihimizin üzerindeki sarı yaprakları süpürüyor, bugün ve gelecekte daha güçlü, daha kararlı olmamızı sağlıyorlar.
Ve Sonra…
Cezaevleri sürecinden sonra kadınları bir başka zorlu süreç bekliyor. Cezaevindeki kocaların görüşüne aksatmadan gitmek, günlük hayatı sürdürmek üzere çalışmak, para kazanmak, çocukların bakımı, ev işleri, kaçak veya işsiz yoldaşları evde ağırlamak ve onların bakımını üstlenmek, siyasi birimler arasındaki kuryelik işini yapmak ve şikayet etmemek. Evde kalan kocadan veya yoldaşlardan destek isteyen kadınlar lütuf gibi yardımlarla karşılaştıklarında oturup sorgulamaya başlıyorlar. 1980’lerin sonunda, feminizmin “düzen içi” olduğunu göstermek üzere “kadın sorunu” kavramının 12 Eylül’den sonra yükselmesinin “manidar” olduğunu söyleyenler vardı. Keşke kestirme çıkarımlar yapmadan önce kadınların neler yaşadığına bakabilselerdi…
“Gerçek şu ki, örgütlü ya da örgütsüz devrimci kadınlardır feminist hareketi kuranlar. Bu tesadüf değildir. 12 Eylül'den sonra 80'lerde devrimci kadınlar evlere kapandılar, ev işleri, çocuklara bakmak, kuryelik yapmak gibi işler yaptılar. Bu sırada devrimci hareket içinde olan kadınlar kendi durumlarını, örgütlerdeki yerlerini, hayatta kadın olarak neler yaşadıklarını sorgulama fırsatını buldular.“17
Sorgulamadan sonra her kadının attığı adımlar farklı. Kimi hızla, kimi ağırdan alarak; kimi yanındaki erkekle savaşarak, kimi kendi yoluna çıkarak… Ama hepsi kadın olmanın bir ezilme biçimi olduğunun ve bağımsız bir mücadele ile bunu aşacaklarının bilinciyle mücadelenin bir ucundan tuttu.
Yazıyı hazırlama sürecinde birlikte uyuyup uyandığım, hepsini tek tek kucaklamak istediğim kadınlara veda ederken yine onlardan bir alıntıya başvuracağım, Mamak’ı anlatan kadınlardan birine, Gülşen Bektaş’a. Çünkü bu yazının yazılma sebebini ve duygusunu ondan daha iyi ifade edemem:
“Ama ben bu kitapta yazılanların asıl olarak, kirli bir el saçlarından tutup duvara çarparsa genç bir kızı, onun yerinden kalkıp yaralarını kendi kendine sarıp, hayatına devam etmesi için gereken dayanma gücünü versin isterim ... Ya da acımasız bir ayağın kudurmuş gibi tekmelediği gencin bu anıları hatırlayıp, zulmü yaşayan ne ilk ne de son kişi olduğunu düşünüp, bir çıkış yolu bulmak için kendisini nefes almaya zorlasın isterim. İşkence gören, insanlık dışı zulme uğrayan bu gençlerden birisi bu kitabı okuduğunda, anı sahiplerinin hiçbirisini görmemiş, tanımamış olsa da, onlarla bir gün karşılaşırsa, hep başını koyabileceği bir anne dizine ve sevgisine sahip olduğunu anlamasını isterim bir de...”18
2025 yılında, bu yaşananlardan tam 45 yıl sonra, tezinde 12 Eylül’ün isimsiz kahramanlarını anlatmak isteyen Nilüfer, bu sesi duymuş olanlardan sadece biri.
Daha nice kadın var, biliyorum. Gezi’den biliyorum, 19 Mart direnişinden biliyorum. Tıpkı o güzel şiirdeki gibi…
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
NOTLAR:
Editör: Ebru Pektaş
Düzelti: Ebru Pektaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç
Yazar Hakkında Bilgi
İzmirli. 1986’da Ege Üni. Basın Yayın Yüksekokulu’ndan mezun oldu, İstanbul’a yerleşti. Yayıncılık alanında çalıştı. Gündem gazetesi, Kadınlara Mahsus Gazete Pazartesi, Kahverenkli, Mesele, Feminist Politika dergilerinde yazdı. 2007’de Koşarken Yavaşlar Gibi, 2014’te Annemle Konuşmalar kitapları yayınlandı. Okumaya, yazmaya, düşünmeye devam ediyor...
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖