DosyaHaziran 2025 Ebru Pektaş 10 Haziran 2025
“Kadın ve direniş” dediğimizde bu ilişkinin özgül niteliklerinden bahsetmek mümkün müdür? Bu yazıda bu sorudan hareket ediyorum. Sözgelimi direnişe rengini çalmak, direnişin sözünü kurmak gibi ilk akla gelenler bu bağlamda ele alınabilir mi? En yakın örneğini 19 Mart sonrası yükselen toplumsal hareketlilikte gördük. Milyonlar ayağa kalktığında feminist sloganımız, “susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” direnişin ayırıcı sözlerinden biri haline geldi. Yıllardır havada uçuştuğu düşünülen bu sözün, milyonlarca insan tarafından hızlıca benimsenmesi önemliydi.
Güncelin hayhuyundan kaçıp, biraz daha tarihsel ve kuramsal bir perspektiften soruyu tekrar düşünelim: “Özcülüğe” kaçmadan ya da “kadınlar ne yaparsa güzel yapar” türü bir naifliğe sürüklenmeden “kadın ve direniş” ilişkisinde özgül olanı kavrayabilir miyiz? Aslında bu soru bizi daha temel bir tartışmaya davet ediyor: Tarih boyunca yaşamın her alanında direndiğini ifade ettiğimiz “kadın” nasıl bir öznedir? Kadın özneliğini, failliğini nasıl kurmuştur?
“Bilen Özne” Olarak Kadın
Kadının özneliği sorunsalını, Aydınlanma paradigmasıyla başlayan bir güzergâh üzerinden takip edebiliriz. Zira Aydınlanmanın iyimser ilerlemeciliği, akla ve bilime güveni, “özneye” aradığı entelektüel yatağı sunuyor gibidir. Öyle ya hurafeden, batıl inançtan, skolastiğin boğuntusundan kurtulmak mümkünse köhne ataerkinin kadını insandan saymayan versiyonundan da kurtulmak mümkün olmalıdır.
“Aydınlanma düşünürleri hayli tutkulu bir programda, bir sekülerizm, insanlık, kozmopolitanizm ve hürriyet programında, her şeyin ötesinde keyfi güçten bağımsızlık, konuşma özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, kişinin kendi yeteneklerini gerçekleştirme özgürlüğü, estetik tepki özgürlüğü benzeri çok çeşitli şekiller alabilmekle birlikte (…) Kant, onu ‘insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış halinden çıkışı’ diye tanımladı ve Saper eaude’yi – ‘Öğrenme ve bilme cesareti göster! Keşfin tehlikelerini göze al! Engellenmemiş eleştiri hakkını kullan! Özgürlüğün yalnızlığını kabul et!’i- onun mottosu olarak takdim etti.” 1
Aydınlanmanın muhafazakâr eleştirmenlerinin “Tanrı semada bir yerde, bilinmeyen ve nüfuz edilemeyen bir gökte bırakıldı. İnsan, sadece ve sadece insan, her şeyin ölçüsü oldu.” demesi boşuna değildir.2 Aydınlanmayı bu düzeyde paradigmatik hâle getiren şey tam da insanı özne olarak, fail olarak yaşamın görkemli kaidesine yerleştirmesidir.
Ne var ki “kadın özne” için işler tam olarak böyle ilerlemedi. Ansiklopedi’nin yayıncılarından Denis Diderot için kadını zihin değil duyular yönetmekteydi. Voltaire için kadın, hastalıklı cinselliği, kontrolsüz bedensel özellikleri nedeniyle kültür ve uygarlığa değil, “doğaya” aitti. Rousseau’ya göre kadınlar, bilimsel düşünme yetisine ulaşamayan “çocuksu varlıklardı.” Honoré de Balzac için “kadın erkeğin eklentisinden başka bir şey değildi.”3
Elbette Aydınlanmayı eril sözlerin toplamına indirgemeden, Marksist ve feminist eleştirilere bakmak daha iyi olacaktır. Bu bağlamda Aydınlanmanın toplumdan, tarihsel koşullardan, sınıflardan soyutlanmış, atomistik, evrensel ve “erkek” bireyi bir sorunsal oluşturur. Yine de Aydınlanma fikrini vazgeçilmez bir referans yapan şey, tüm bu sorgulamaları bizatihi mümkün kılmasıdır. Diğer bir deyişle Aydınlanma öyle paradigmatik bir eşiktir ki onu sorgulamak için bile onun içinden geçmek, temelini attığı kimi fikirleri benimsemek gerekir. Bu bağlamda Hegel’deki aufhebung (içerip aşma) kavramını Aydınlanma eleştirisi ve karşı eleştrisinde kullanabiliriz.
Aslında kadın filozofların da bu türden bir yolu izlediklerini görebiliriz. Nitekim Descartes’in uzam dışı, beden dışı, cinsiyetsiz “bilen öznesi” (düşüncenin kesin varlığı) Aydınlanmanın kadın filozoflarını çeperine toplamıştır. “Kartezyen feministler” olarak anılan Mary Astell, Emilie de Chateler ve Anne Conway gibi örnekler hatırlanabilir.4 Kartezyen bilen öznenin, cinsiyetsiz, beden dışı olduğu varsayılan niteliklerinin zımnen erkeği işaret etmesi, kadının “bilen özne” olmaktan kovulması, tersine çevrilebilir görünmüştür. Gerçeklik ve kesin bilgiye ulaşmak için insan aklı önemliyse, bu akıl kadında da vardır.
Buradan aralanan kapı, modern kadın hareketinin ilk dönemine damgasını vuran “eğitim hakkını”, kadının bilinçlenirse toplumun daha ileri gideceği ve daha iyi nesillerin yetişeceği fikrini gündeme getirmektedir. Kadın eğer cehaletten kurtarılırsa o da yaşamın “bilen öznesi” olabilecektir!
Kadın Özneye Karşı Erkek Akıl!
Buradaki iyimserliğin aksine, Aydınlanma paradigmasını “ters yüz eden” feminizmin post-yapısalcı yorumu, kadının bilgiyle kurduğu ilişkiyi tüm bir Batı kültürünün dışına iter. Buna göre Batı kültüründe kadın, “bilme ehliyetinden” tümüyle dışlanmıştır. Örneğin Luce Irigaray, Platon’un Devlet’teki ünlü mağara alegorisini analiz ederken aklın erkekle, akıl-dışının, doğanın, bedenin kadınla eşleştirildiğini öne sürer. Bu mitte, insanlar bir mağarada yüzleri duvara dönük beklerken, duvardaki gölgeleri gerçek sanırlar. Mağaradan çıkıp gün ışığına kavuşanlar, karanlıktaki yansımaların gerçek olmadığını anlar ve “gerçek” onların gözünü kamaştırır. Platon insanın durumunu bu mitle açıklar, gördüğümüz şeyleri gerçek sanırız ama onlar olsa olsa yansımalardır der. İşte bu mite ilişkin yorumlamada Irigaray, mağaranın kadın rahmini temsil ettiğini, buradaki dişi bedenin bilgisizlik ve yanılsama kaynağı olduğunu düşünür. Gerçek bilgiye ulaşmak için mağaradan yani ana rahminden, kadın bedeninden uzaklaşmak gerekir. 5
Benzer bir tondan tezlerini oluşturan Lloyd’a göre Platon’un doxa ve episteme’si, Aristoteles’in kuvve ve fiil’i, Descartes’in birbirine indirgenemez iki töz’ü (düşünen özne ve uzam), Bacon’ın iffetli bir şekilde birleştirmeye çalıştığı zihin ve doğa’sı erkek aklın temelini oluşturan ikiliklerdir.
Agustinus’un ruh ve beden ikiliğinde kadın, erkek şehvetinin nesnesi olarak, zihnin (erkek) bedene acıklı bağımlılığını temsil eder. Rousseau, kadınları, Akıl tarafından ehlileştirilmesi gereken potansiyel bir düzensizlik kaynağı olarak görür. Kant’ın olgunlaşma olarak Aydınlanma teması, zamansal olduğu kadar mekânsal metaforlarla anlatılır ve burada kamusallık erkeğin alanıdır. Hegel, kadınsı olanı açıkça kamusal-özel ayrımının özel tarafına yerleştirir. Kadın, ilkel toplumunun yurttaşlık öncesinin “alt dünyasına” aittir.
Kısacası Lloyd’a göre felsefe tarihinin ikiliklerinde “eril ilke”, etkin, kalıcı, özsel, etik, rasyonel, akılcı, ruhsal ve kamusaldır. Buna karşı “dişil ilke”, edilgen, gelip geçici, duyusal, bedensel, akıl-dışı, kamusal-dışı, dürtüsel, duygusal olandır.6
Tüm bu eleştiriler için söylenebilecek yöntemsel itirazlar bir tarafa, burada (kadın) “özneye” metinlerden oluşan bir deli gömleği giydirilmektedir. Üstelik “büyük anlatılar reddedilmeli” denilen yerde, Sokratik dünyadan günümüze uzanan bir büyük “erkek akıl” anlatısı önümüze sürülmektedir. Aydınlanma düşünürlerinin içine tıkıştırıldığı yeknesaklık ise ayrı bir tartışma konusudur.7 Oysaki Aydınlanmanın mizojinisi ile Aydınlanmanın buna rağmen yol açtığı sorgulamaları bir bütün olarak düşünülmelidir. Zira bu birikimin bir ucunda Rousseau varsa diğer ucunda “kadının kurtuluş derecesi, genel kurtuluşun doğal ölçüsüdür” diyen Robert Owen vardır.
Aydınlanma, “erkek egemenliğinin” en güçlü kaynaklarını göklerden yeryüzüne indirmiş, onu dünyevi derekeye düşürerek sorgulanması mümkün hâle getirmiştir.
Nihayet en önemlisi şudur ki Aydınlanmanın araladığı kapı, yapıbozuma uğratılacak metinlerden, ters yüz edilecek ikiliklerden çok ona eşlik eden nesnel koşullara, toplumsal dinamiklere dayanmaktadır. Onu bir imkân haline getiren budur. Ancak bu, yapıbozumcu perspektifle kavranamaz, diyalektik bir perspektif gerekir:
“(…) diyalektik kavrayış çerçevesinde bu ikiliklerin zeminini özgül toplumsal ilişki biçimleri, ya da başka bir deyişle patriyarkal ve kapitalist ilişkiler evreni oluşturur. Dolayısıyla ikilikleri aşmak, onların ötesine geçmek, ancak bu ikilikleri besleyen toplumsal evrenin sınırlarının dışına çıkmakla mümkün olabilir. Bu sınırların ötesinde, ikiliğin kutuplarının her ikisi de kendi içinde dönüşür, ikilik çöker. Oysa yapıbozumcu bakış açısının reddettiği tam da bu ‘öte’ yerin, ‘dışarı’nın imkânıdır: Tersine, bu ikiliklerin evreni içinden sürekli olarak yinelenen bir pratiktir yapıbozumu. Aydınlanma düşüncesinin gerçekten de ikili bir karşıtlık, soyut bir zıtlık olarak dondurduğu bu ikilikler aslında insanlığın ontolojik gerçekliğinin ifadesidir. Ne var ki Aydınlanma düşüncesinin birbirinden kopardığı bu iki kutup diyalektik olarak kavrandığında dinamik bir ilişkinin terimleri haline gelir.” 8
Kadın Korkusu ve Özneleşme
Kant’ın “bilmeye cüret et” sözü felsefe kürsüsünü aşıp yaşama karışabilseydi, “kadınlar için eğitim isteyen Mary Wollstonecarft’la, “cinsinin erdemlerini unutarak” kürsüye çıkma hakkı kullanan Olmpe de Gouges’le, “kadınlar, aşağılanma koşullarında kaldığı sürece işçilerin kurtuluşu imkânsızdır” fikrini şiar edinen Flora Tristan’la karşılaşırdı. Bu minvalde, bilmeye cüret edenlerin, “kendi yazgısının efendisi olmak isteyenlerin”, çatışmalı maddi konumların tam göbeğindeki kadın öznede belirmeye başladığını görebiliriz.
Kadın, “özne” olurken çok yoğun bir şiddetle karşı karşıya kalmıştır. Bu şiddetin nedeni politik bir deneyim olarak tanımlayabileceğimiz “kitle korkusuna” dayanmaktadır. Burjuvazi daha en baştan korkuyla lekelenmiş bir sınıftır. Korku, egemenlerin içine işlemiştir; tarihsel ve evrenseldir. Nitekim Komünist Parti Manifestosu’nun ilk cümlesinde bir “korkudan” bahsedilir; Avrupa’da dolaşan hayaletin saldığı “korkudur” o. Eğitimsiz bırakılanların, açlıktan ve kirden kokanların, rutubetten hastalıktan kırılanların, dişsizlerin, çökmüş suratların, kayış gibi ellerin, baldırı çıplak bedenlerin, ezcümle çapulcuların dev cüssesi, kibar ruhları, zarif bedenleri ve kibirli sınıfları dehşete düşürür.
Dehşetini salan kitle korkusu, hemen her yerde kadınla ilişkilidir. Kitle hareketi egemenin gözünde tüm lanetiyle “barikattaki kızıl orospudur”. “Kitle hareketi” tekinsizliği, başıbozukluğu, zapt edilemezliği ile bizatihi bir “kadın gibi” bedenleşir. Hayaletin fısıltıları yankılanır: Kontrolsüzlük, ahlaki ve cinsel tüm sınırların aşınması, batak ve kaos, yutucu, karanlık ve ıslak bir vajina, akılsız duygular, bet sesler, ateş ve kundaklama…9
Paris Komünü günlerinde İngiliz karikatürleri kadınları, sefil ve komik yaratıklar olarak resmeder. Kadınlar eşitlik, laiklik, özgürlük, silahlanma hakkı dedikçe erkekleşir, vampirleşir. Türkiye’nin burjuva devrimi de muhafazakâr basında kadınların komikleştirilmesi ile temsil olur. Korku ve ahlaki panik mizahla yatıştırılmak istenir.
“İkinci cins” olmak, mücadele etmenin ve direnmenin bütün düzeylerinde rengini gösterir. Kadınlar yalnızca Olympe de Gouges gibi giyotine gönderilmedi, meclis balkonundan, ellerinde örgüleriyle (tricoteuse) konuşmaları dinlemeleri hicvedildi, utançla çerçevelendi. Bu cinsiyetçiliği reddedenler, başka bir yenisini keşfetmekte gecikmediler. Sözgelimi Versailles Yürüyüşü’ne katılan binlerce kadın, “ekmek meselesi” dışında talebi olmayan yığınlar olarak görüldü.10
Oysaki sosyalist feminizmin ilk temsilcilerinden Flora Tristan’ın adını eşit ücret talebi kadar “boşanma hakkı” ile de anıyoruz. Kadınların tarihsel failliği boş mideye indirgenemez, kadınlar aç ve yoksuldur ama erkeğin tiranlığı da boş midelerin gurultusunu bastırmaktadır.
Kadınlar, eşitlik talebinin ötesine uzandığında “özne” oluşları başka bir paniğe yol açar. ‘68 Yeni Solu içinden çıkan feminist eleştiri, çoğu zaman “kimlik politikası” olarak kategorize edilir. Feminist siyasetin, politika yapma biçiminden mücadelenin kapsamına değin çok çeşitli alanlara uzanan bütüncül eleştirileri kolayca gözardı edilir. Aynı bağlamda Türkiye solunda da geçmişten günümüze benzer sorunları görebiliriz.
Kadın Hangi “Özne”dir?
Kadının “özne oluşu” mücadele tarihinin izlerini de taşıyan kuramsal tartışmalardan ele alınırsa, onu en başta hak kavramının öznesi olarak görmek gerekir. Ama kadın, bu çerçeveye de sığmaz. Kadın sınıflı bir öznedir. Tüm canlılığı ile kültürel evren içinde kadın “dişil özne” dir, Beauvoir’ci anlamda kadın “mutlak başka”dır, radikal feminizm içinde “evrensel özne”dir. Postyapısalcı izlek içinde kadın çoğullaşmış öznedir, postkolonyal öznedir, queer öznedir, kesişimsel öznedir, göçebe öznedir vb.11
Peki kadın hangi öznedir? Tüm bunlara bakıp hepsi demek mümkün değil elbette. Örneğin “çoğullaşmış özne olarak kadın” derken, yola “kapsanmamış kadınlıklarla” başlanmış, varılan yerde “kadın kavramının” istikrarsızlaştırılmasında –yani bizzat öznenin altının oyulmasında- karar kılınmıştır. Bu ise çok ciddi itirazları hak etmektedir.
Tam burada bizi ileriye taşıyacak bir tartışmaya yer vermek istiyorum. Gülnur Acar Savran ile Nükhet Sirman arasında “Feminist özne mümkün mü?” başlığıyla yürütülen tartışma gerçekten çok öğreticidir. Bu tartışmada Sirman, “çoğullaşan özne”yi işaret ederek, kadın kategorisinin destabilize edilmesinden, istikrarsızlaştırılmasından bahseder. Zira Sirman’a göre, “Biz feminist olarak kadınları ezilen ve sömürülen bir kategori olarak dilde yaratmış oluyoruz”. “Kadın derken söylemsel ve dilde kurulan bir şeyden bahsediyoruz”. 12 Minik bir parantez: Bu “yaratmalara”, “dilde kurmalara” bakınca Kartezyen bilen özneye atfedilen kibri abartmasak mı diye düşünmeden edemiyorum.)
Peki böyle mi? Bu argümanlara karşı tümüyle benimsediğim Gülnur Acar’ın yorumunu paylaşmak istiyorum:
“Ben kadın kategorisinden ne anladığım ile başlayayım. Patriyarka ya da erkek egemenliği, içinde yaşadığımız toplumun başlıca kurucu dinamiklerinden biri (…) Toplumun bütün düzlemlerini, alanlarını, ilişkilerini yapılandıran, şekillendiren bir dinamik. Patriyarka böyle bir iktidar biçimi. Kadınları ve erkekleri, ezilen toplumsal grup ve ezen toplumsal grup olarak kuruyor. Bu ikili toplumsal cinsiyet hiyerarşisi toplumun bütün yapılarını, alanlarını şekillendiriyor. Dolayısıyla bu ikili toplumsal cinsiyet hiyerarşisi bütün alanlarda kök salmış, nesnelliği var (…) Kadınlar arasında aynı güç tarafından ezilmişliklerinden gelen bir ortaklık var. Kendileri bunu bilince çıkarsalar da çıkarmasalar da bu ortaklık, konumsallıktan gelen, nesnel bir durumdan gelen bir ortaklık. (…) Dolayısıyla ancak toplumsal cinsiyet ikiliğinin, bu hiyerarşinin içinden geçerek, ezilen bir toplumsal grup olmayı üstlenerek bunun ötesine geçilebileceğini söylemiş oluyorum (…) söylem-ideoloji düzleminde patriyarkal ideolojinin doğallaştırdığı kavramların ve kendiliğinden açık gibi görünen ve sunulan birtakım anlayışların mutlaklıklarını kırmak, doğallıktan arındırmak bu dönüştürme mücadelesinin bir parçası. Yani bu düzlemde kimi kategorileri yapıbozumuna uğratmak, istikrarsızlaştırmak, mutlaklıklarından arındırmak feminist mücadelenin bir parçası (…) Ezilme koşulları sürdükçe, bu ezilmişlik, sözünü ettiğim diğer kavramları istikrarsızlaştırdığımız gibi istikrarsızlaştırılamaz.” 13
Buradan da anlıyoruz ki sorun yapıbozumun kendisi değil; bunu metnin, söylemin ötesine taşımak ya da ondan büyük bir yıkım beklemek. Maddi gerçekliği salt söylemsel bir hamleyle değiştirebileceğini sanmak, ateşli silaha karşı ilkel bir mızrak kullanmaya benzetilebilir.
Şimdi biraz daha tanımlayıcı bir yere doğru geçebiliriz.
Kadını Özne Yapan Nedir? Kadın Olmak Bir Kimlik midir?
Ben özne dediğimde, tarih boyunca en çok acı çekenleri, en çok ezilenleri ya da haksızlığa uğrayanları kastetmiyorum. Özne; acı, haksızlık ya da ezilme gibi sonuçlarıyla toplumsal çelişki ve çatışmaların içindedir ama tüm bunlar bir güç deneyimi olarak yaşanır; bu güçler karşılaşması üretim ve yeniden üretimde belirir.
Gülnur Acar Savran’ın “negatif ortaklık” dediği, ezilmedeki ortaklık, ezilen konumu üstlenmek özne olmanın bir yüzüdür. Ne var ki özneyi tanımlayan şey onun yalnızca ezilmişliği olamaz. Özneye diyalektik bakış onu, nesnel çatışmalar içinde bir güç olarak tanımak durumundadır. Bu nedenle modern kadın hareketinin, büyük kazanımların kadınların en ağır eziyet, baskı ve sömürüye maruz kaldığı dünyanın çeşitli yerlerinden değil de Batı Avrupa’da gündeme gelmesi failin nesnel toplumsal gücüyle ilgilidir. Aydınlanmanın mayası kapitalizm ve moderniteyle beraber Batı Avrupa’da tutmuştur; kadınların madenlerde, fabrikalarda, atölyelerde kitlesel varlıklarıyla bir vücut olduğu Batı Avrupa’da.
Hatta daha açık soracak olursak, kadın kategorisi, içine sonsuz sayıda öznel deneyimin sıkıştırıldığı bir kimlik midir? Gülnur Acar-Savran şöyle yanıtlıyor:
“Eğer kadın kategorisini bir kimlik kategorisi olarak kurmuş olsaydık, örneğin çeşitli kadınlık durumlarının öznel deneyimlerinin bir toplamı olarak kursaydık, bunun yapıbozumuna uğratılması, istikrarsızlaştırılması makul, anlaşılabilir, gerekli olurdu. Çünkü böyle bir kimlikler toplamı olarak kurulan kadın kategorisi dışlayıcı bir kategori olacaktır, bu kaçınılmazdır: Ancak kimi öznel deneyimlerin bir toplamı olacaktır zira. Oysa ben kadın kategorisi derken sadece nesnel bir konumsallıktan söz ediyorum. İçini öznel deneyimlerle, yaşanmışlıklarla doldurmuyorum.”14
Peki çatışmalı-çelişkili nesnel konumsallıkların ötesine bakabilir miyiz? Öznel durumlar, deneyimler de özneliği kurmaz mı? Bu noktada kadının failliğini, öznelliği, ilişkisel olana, oluşum ve süreç fikrine açmanın mümkün olduğunu öne sürüyorum. Ne varki burada karşımıza çıkacak sonsuz sayıdaki deneyimin soyutlanması, önceliklendirilmesi, pratik politikanın, güçler mücadelesinin ve iktidar perspektifinin hattına tercüme edilmesi gerekir. Bu gerilim, “kimlik siyaseti” kavramının tartışılmasını da davet etmektedir. Nihayet tüm bu tartışmalardan hareketle yazının başına da dönebiliriz. Zira artık “özcü olmadan”, kadın olarak tanımlanmış sabit kimliklere işaret etmeden, kadının özne oluşunu, varsa bunun özgül yanlarını soruşturmak mümkün hale gelmektedir.
Editör: Sinem Yıldız
Düzelti: Sinem Yıldız
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Seda Bedestenci Yegâne
Yazar Hakkında Bilgi
Sosyalist feminist yazar. 2001 Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji mezunu. İleri Haber portalında toplumsal cinsiyet odaklı köşe yazarlığı yaptı.(2014-2023) Toplumsal Cinsiyetin Anahtar kavramları: Cinsellik, Şiddet, Emek adlı kitabı 2017 yılında İleri Kitaplığı Yayınevinden çıkmıştır. İleri Kitaplığı Yayınevi'nden çıkan ve makaleleriyle katkıda bulunduğu kitaplar şunlardır: Türkiye'nin Laiklik Kavgası, Sosyalizmin Yön Arayışı, Lenin Okuma Kılavuzu, Engels Okuma Kılavuzu, Marx Okuma Kılavuzu, Direngen Komüniste Yazılar. Kadın Kurtuluş Hareketi, Ütopyalar ve Devrimler adlı kitabı ise 2021 yılında Yordam Kitap'tan yayınlanmıştır.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖