DosyaKasım 2025 Ebru Pektaş ve Şöhret Baltaş 10 Kasım 2025
Radikal feminist yazar Handan Koç’un Muhafazakarlığa Karşı Feminizm kitabı, Türkiyeli feminist literatürün önemli eserlerinden biri. Kitap, ilk baskısının üzerinden geçen 13 yıla rağmen, güncelliğini korumakla kalmıyor, daha da yakıcı hale gelen gündemleri işaret ediyor.
“Düşmanı daha iyi tanımayı” hedefleyen bir perspektifle yola koyulan yazılar bizi muhafazakarlığın yerküresine, hem pek görülmeyen magmasına hem de gündelikleşen yüzeylerine davet ediyor.
Muhafazakarlığa Karşı Feminizm, “muhafazakar demokrat” iktidara sahip adamların kadın düşmanı söylemlerinden cemaat yapılarındaki aşırı patriyarkal teamüllere, İslamcılığın yaşamın tüm ayrıntılarına sızan hegemonyasından geçen yıllar içinde “laik olmanın” nasıl kriminalize edildiğine ilişkin pek çok hayati meseleye odaklanıyor. Kadınlar için İslamcılığın ne’liğinin tartışmaya açıldığı metinler, gündelik yaşamın sistematik biçimde dinselleştirilmesinin ülkemiz içindeki vahim boyutlarına işaret ediyor.
Muhafazakarlığa Karşı Feminizm, bu ülkenin kadınları için bir hafıza da oluşturuyor; sadece “karşı tarafın” kadın düşmanlığını ifşa ederek değil, bir dönüşümün hikayesinde “liberal ihanetlerin” rolünü hatırlatarak ve hatta biz feministlerin bu dönüşüme karşı yeterince etkili bir mücadele örüp örmediğini sorunsallaştırarak.
*
Ebru: Kadın Vardiyası olarak “Laiklik” dosyası için bu değerli kitapla birlikte Handan Koç’u ağırlamak istedik. Öncelikle teşekkür ederiz söyleşiyi kabul ettiğiniz için.
Handan Koç: Birlikte konuşma fırsatı yarattığınız için ben teşekkür ederim.
Ebru: Dilerseniz kitabın adıyla başlayalım. Neden “muhafazakarlık” demeyi tercih ediyorsunuz? Kitabınızda kavramsal bir tartışma da yürütülüyor aslında ama ele alınan metinler, kişiler, söylemler din odaklıyken, neden parantezi muhafazakarlık olarak açıyorsunuz? Dincilik, dinci gericilik, şeriat gibi kavramları tercih edenler de var malumunuz.
Her Türden Devrimci Fikre Hücum
Handan: Kitabı oluşturan yazıları tetikleyen, Yalçın Akdoğan’ın 2002’de kaleme aldığı “Muhafazakar Demokrasi” başlıklı AKP manifestosu etrafında oluşan uzlaşmaydı. Muhafazakar demokrasi bu dönemde piyasa güçleri, İslamcı ideoloji ve toplumsal muhalefet arasındaki uyumun üst başlığı olarak ortaya çıkmıştı bana göre. O yüzden düşmanın kendine verdiği adla ona karşı çıkmak istedim. Kadınlar dünyanın her yerindeler ve her yerinde eziliyor ve sömürülüyorlar. Değişimlerden global olarak etkileniyorlar. Bir azınlık değiller. Şimdi çok geride kalan 2000 yılı, yani yüzyıl başı bence 1991’in yani komşumuz Sovyetler Birliği’nin yıkılış döneminin devamıydı. Bu yıkımla beraber bir tür yeni gericilik dönemi açılmış oldu. Fransız ihtilali karşıtı olan Avrupa muhafazakarlığının yenilenmiş versiyonlarının akademik üretimleri Türkiyeli anti-komünistlerce kapışıldı. Bu her türlü devrimci, jakoben, yukarıdan aşağı altüst oluş fikrini yerin dibine batırmak isteyen bir hücumdu. Sanki feminizm de tartışmasız bu hücumun taraftaymış gibi yazılıp çiziliyordu. Feminist hareket de bir sivil toplum hareketi veya yeni toplumsal hareketlerden biri olarak tasnifleniyordu. Bir AKP sempatizanı, “neden olmasın”cı toplam vardı yani bence kara bir sis gibi. Baş düşman olarak askeri vesayet ilan edilince, İslam’ın kadınlara bakış açısı dert edilmiyordu. Yeter ki 28 Şubat ve benzeri müdahaleler olmasın. Ben alınganlık geliştirdim, yani şöyle ki, liberal düşüncenin kadın erkek ideologları medeni yasanın şeriat hukukuna bağlı olmasının kadınların hayatı için ne anlama geldiğini umursamıyorlardı. Biz bu yörüngeye uymayalım, İslamcılığı feministçe umursayalım diye düşündüm.
Tabii bir de Avrupa Birliği’nin kadınları da kurtaracağı inancı kol geziyordu. Ama bir kitap olsun diye planlamadım. Sinirden patladığım için yazdım. “Şeriatçı Kalemşör Kısakürek” diye bir yazım var.1 Arka planı da şöyle: 2004 yılında Yapı Kredi Yayınları bir ay boyunca dev Necip Fazıl afişi astı vitrinine. Ben işime giderken onun önünden geçiyorum. Aynı yayınevi Nazım Hikmet kitaplarını da yayınladı. Ne kadar öfkelendiğimi çevremdeki insanlara anlatınca, büyük çoğunluğunun o kadar öfkelenmediğini gördüm. Adamın hayatını inceledim. Kısakürek’in kendini beğenmiş bir patriyark olarak portresini anlamak, ona ve sevenlerine karşı duyduğum öfkeyi sakince, aynı zamanda feministçe nedenselleştirebilmek bana iyi geldi. Onu paylaştım. Öfke iyi bir çalışma arkadaşı.
Dincilik Kavramını Yetersiz Buluyorum
İslamcı metinler, İslam ilmihalleri açık ve basittir. Onları okudum, kabul edilemezliklerini sırası geldikçe sergilemeye çalıştım. Türkiye Cumhuriyeti kurucu ideolojisinin bu konulardaki dili, yabancılaştığım bir kavramlaştırmaya sahip. Ben 2. dalga feminist usuller çerçevesinde anlaşılır bir dille kadınlar için yazmaya çalıştım. Ama kafaya takmıştım tabi. Öyle oldu yani. Ben dincilik kavramını yetersiz buluyorum. Karşılığı müphem geliyor. Jargonumda gericilik, İslamcılık ve şeriat var.
Şöhret: Ben de şöyle bir soruyla başlayayım. Muhafazakarlık dünyadaki eğilimleri de içine alan genel bir tanım, bu bağlamda konservatizmden ve Margaret Thatcher’den da söz ediyorsun. Bana öyle geliyor ki, Thatcher ve Reagan döneminde Keynesyen korumacı politikalar terk edilip neoliberal politikalara geçiliyor ve devletin terk ettiği tüm alanları, başta bakım alanı olmak üzere aileye, dolayısıyla kadına yüklemek için muhafazakarlığı, yani patriyarkanın dinsellikle güçlendirilmiş halini yardıma çağırıyor. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?
Handan: Evet, egemen dinsel ideolojiler, egemen kutsal metinler toplumda baş ve ayakların olmasını öngörüyor malum. Bu bakış her zaman sistem lehine çalışıyor. Öbür tek tanrılı dinler gibi İslam da kadınlara özel kısıtlar önerir, kadınların erkeklere nasıl boyun eğeceğini düzenler. Din egemenlerin rıza üretiminin en büyük kaynağı. Hem de böylece toplum içinde ayrı bir topluluğa ait oluyorsun. Vatandaşlık gibi değil. Vatandaşlık hakim düzene karşı çıkabilecek mesafeli bir bakış açısına imkan verebilir ve ayrıca özgür akıl gerektiriyor. Bu da kutsal dogma ile değil bilimsel bakışla ediniliyor. Böylece zihin serbest karşılaştırmalı düşünebiliyor. Herkese eşit bilimsel eğitim veren parasız yatılı okullar, parasız nitelikli üniversiteler bu yüzden sermaye güçlerinin ve erkek egemenlerin yok etmek için yanıp tutuştuğu kurumlar oldu. Bunlar milli ve sınıfsal egemenlik tesis ederken düzen karşıtı fireye imkan veriyor, genç kadınları aileden uzaklaştırabiliyordu.
Mezhepler Özalist Dönemde İhya Edildi
Türkiye’de 1970’lerde çok güçlenen kendine özgü bir sosyalist hareketler toplamı var, 1980’de yeniliyor. Hiç yok edilmeden el altında tutulan egemen İslami mezhebin örgütlü güçleri Özalist dönemde yeniden ihya ediliyor, senin deyiminle yardıma çağrılıyor. Onlar ki Milliyetçi Cephe hükümetlerine katılarak vazifelerini yapmışlar zaten. Egemen Eylülist ideoloji, malum Özalizm. Öyle ki gece hayatını seven bir Semra Özal, parayı çok seven aile fertleri ve Kürt Özgürlük hareketine hem büyük eziyet yapan hem de birlikte büyük Türkiye vaat eden cumhurbaşkanı baba bir arada. Kritik bir yıl olan 1993’te ölen Özal, Nakşibendi’ydi ve Gülen cemaatine olan yakınlığını hiç gizlememişti. Piyasa güçlerinin denetimsiz serbestliği de bu dönemde sağlandı. Zaten AKP de iktidara yerleşirken kendi köklerini Erbakan’a değil Özal’a bağladı hep.
Ebru: Kitabınızdaki önemli tezlerden biri de feminist hareketin, yıllara yayılan dinci islamcı hegemonya tesisine karşı yeterince etkili mücadele edemediği ya da etmediği. Bugünden bakıldığında feminist hareket bir dönüşüm yaşadı mı? Örneğin laiklik savunusunda bugün hala sorun olarak gördüğünüz meseleler var mı?
Handan: Laiklik savunusu elzem ve kolay olduğu oranda hala zor. Bir kere kelime entelektüel “mafyalarca” illetli ilan edilmiş. Savunan da sekülerizm diyerek bahsediyor. Kemalizm’le özdeşleştirildiği için böyle. Sanki laik düşünce Mustafa Kemal’in icadı. Ayrıca öyle olsa ne olur? Yani kadınlar için, Kürt, Arap veya Türk her kadın için laiklik neden iyidir diye tane tane açıklamak durumundayız hâlâ. AKP’ye karşı bir çaresizlik içinde sarılacağımız bir mesele değil laiklik, daha mühim bir felsefi dava bence.
’80 Sonrası Yükselişinde Çok Düşmanlık Gördük
Evet, yıllara, on yıllara yayılan olaylardan, olgulardan bahsediyoruz. Benim açımdan başlangıca gidersek feminist hareketin içinde yer aldığım ‘80 sonrası yükselişinde çok düşmanlık gördüğümüze değinmek isterim. Sosyalistler maalesef feminizmi rakip veya saflara zarar verecek bir hareket olarak gördüler. Dolayısı ile sosyalist teori ile hesaplaşma o dönemde mecburiyet gibi oldu. Oysa feminizmin hasmı Marksistler değildir, olamaz. O dönem sosyalist feministlerle radikal-devrimci feministler arasında da büyük teorik bir tartışma vardı. Bu ayrışma bugün önemini kaybetti. Çünkü felsefiolarak maddeciliğe uzak feminist ekoller karşısında aradaki ayrımlardan çok ortaklıklar mühim artık. Çok uzun süre feminist kelimesinden de bir illet gibi kaçınıldı. Feminist hareket bence bağımsız, inatçı çabası ve dönemin Kadınca dergisi gibi yayınlarının etkisinden de güç alarak,yaşamsal dertlerimize neşter atarak, isyan ederek kendinikadınlara kabul ettirdi. Feminist dergisinin 1988 yılındaki sayısında “mümine kadınlar kusura bakmayın, bir araya gelmemiz zor” diye biten bir Gül Özlen yazısı vardır. Sebep Nokta’da yayınlanan kendine feminist diyen Müslüman kadınlarla yapılan söyleşidir. Gül şöyle der: “Hem eskiden hem yeniden okuduğum İslami metinlere göre hem inanıp hem feminist olmak imkânsız.” Ve örnekler verir.
Aslında bağımsız ve post-modernleşmemiş bir feminist zihin için konu basittir, egemen İslami metinlerle uyumlu bir mümine feminist olamaz. 90’larda sosyalistlikten kurtulup rahatlayan sol liberaller, Cengiz Çandar, Mehmet Altan, Şahin Alpay gibiler 2. Cumhuriyet tartışırken feministler Mor Çatı’yı, Kadın Eserleri Kütüphanesi’ni kurma peşindeydiler. Hareketin baskısı ile Kadın Bakanlığı kuruluyor, kota tartışılıyor, meclis siyasetinde güçlenme yanlısı feministler Ka-der’de örgütleniyordu. 1996 da kurulan ÖDP de yazık ki ne sosyalist harekete ne feminist harekete yarayan bir deneyim oldu. Kadınlar feminizmi, kadın erkek sınıf mücadelesi önceliği olması gereken bir yer olan partide uygulamak istediler ki yararsızdı. Parti de zaten sosyalist parti gibi olmamayı tartışarak kendini bitirdi.
28 Şubat: Aranan Düşman Bulundu
O sırada 28 Şubat herkese aradığı düşmanı yeniden verdi: “Türkiye demokratikleşmeli, ordunun etkisi kırılmalıydı.” Yenilenen AKP ile bu olabilirdi. Bu retorik “ama İslamcılık kadınlar için özel olarak zararlıdır” diyenleri püskürtüyordu. Mehmet Metiner’in yemyeşil demokrasi kitabının lansmanını Ahmet Cemal yaptı. Ahmet İnsel gibilerin feminizm dostluğunun ve AKP nin bitmeyen Kürt açılımı hamlelerininyarattığı perdeleme Recep Tayyip Erdoğan “Her kürtaj bir Uludere’dir” diye açıkça söyleyene kadar açık bir İslamizm eleştirisini hayli engelledi bence. Tabii Kürt Özgürlük Hareketinin Türkiye’de laiklikle negatif anlamda ilgilenip, Türkiye dışında IŞİD’e karşı mücadelesiyle övünmesi gibi paradoksal süreçler de yaşıyoruz hala.
İslamcılık Karşıtı Refleksimiz Zayıf Kaldı
İktidar açık konuşunca başka bir devir başladı ama laiklik konusunda teorik cephanemiz sınırlı, İslamcılık karşıtı refleksimiz zayıf kaldı. Bir dayatma vardı teorik olarak, yani peşinen İslamcılığa karşı çıkmak feminizme neden uygun olmasındı? İlle sonuçları mı beklenmeliydi? Bu politik ve teorik bir dayatma. Yani o zaman neden mesela militarizm veya ırkçılığa peşinen total karşı çıkılabiliyor? Erkek egemenliğinin açık savunucusu bir öğretiye cepheden karşı çıkmak için kadın cinayetleri, eşcinsellere yasaklama gibi sonuçları beklemeye gerek yok. Yoktu yani bence. Erkenden çeşitlenmiş feminist bir red dili iyi olurdu.
Şöhret: Senin de kitabında vurguladığın, cumhuriyetin kadınları siyaseten belli bir sınırda tutan, ailenin içindeki varoluşunu reddetmeyen ama bir yandan da kadına varoluş imkanı tanıyan devrim olma niteliği, 2. Dalga feminist harekette önemsenen bir tespitti. Senin de örneğini verdiğin Ayşe Saktanber, Şirin Tekeli ve hareketin içindeki birçok kadın eleştirel bakmalarına rağmen cumhuriyetin kazanımlarını önemsiyordu. Sence bu ne zaman kadın hareketinin ekseninden kayarak CHP’li laik teyzeler karikatürüne dönüştü? Bunda başörtüsü mücadelesine desteğin yarattığı bir kafa karışıklığı söz konusu olabilir mi? Ya da 90’ların siyasi ruhunu anlatırken senin de belirttiğin gibi jakobenizm, Kemalizm, Stalinizm ve pozitivizmi baş düşman ilan eden liberalizmin kadın hareketinde de etkili olması mıydı bunun nedeni?
Handan: Genel olarak liberalizmin toplumu ve toplumculuğu eskimiş bulması üzerine düşünmek gerekiyor her daim. Cumhuriyet’in despotluklarını eleştirmek, gelmekte olanı görmeyi zorlaştırmamalıydı. Şunu demek istiyorum, “siyah önlük tek tiptir” diye eleştirildi ve ama yerine zenginlerin özel okula gitmesi seçeneğinden nefret edilmedi. Bu aşırı fırsat eşitsizliğinin neler yaratacağını öngörmek çok kolaydı oysa. İkinci dalga yani 70’ler, 80’ler feminizmi toplumu savunur ama toplumculuğun kadınları kurtaramayacağını, erkeklere karşı başka bağımsız topyekün bir savaşın gerekli olduğunu iddia eder ve günlük hayatında bunun kavgasını verir, kadınlara mahsus kampanyalarla uğraşır. Bireycilik karşıtı olarak da ister istemez toplumcudur. Döpiyesli teyze, laikçi teyze gibi sıfatlar, yaşlı-genç ayrımı yapış şekli ile çirkin zaten ama özellikle Ergenekon sürecinde yeniden parlatıldı. Ama ne oldu, çok yakında “yetmez ama evetçi teyze”ler olacak hayatta.
Kimlikçi Feminizm Kök Saldı
Feministler kadınların ortak büyük meselelerine odaklandıkları oranda ilerlediler. Başörtüsü de büyük bir mesele idi. Üniversiteye başörtüsü ile gidilmesine karşı çıkmamak ama kadınların başını örtmesine karşı çıkmak mümkündü. İkinci kısımda zayıf kaldık. Zaten kimlikçi feminizm sosyolojide artık kök salmıştı ve başörtülü kadınlar sanki burası Amerika veya Avrupa imiş gibi korunacak bir kimlik sahibi addediliyordu artık genç feministlerce. Bir tür gereksiz avukatlık yapıldı. Ama şu oldu kadın kadını yalnız bırakmadı ve feminist isyankarlık örtünerek okuyan kadınlara da bulaştı olabildiğince. Her zaman çok tartışarak, aileden bağımsız bir birey olarak yaşamak, okumak, istediği cinsle istediği gibi sevişmek, üremek veya ürememek, şiddete karşı güçlenmek, bekaret-iffet-sadakat-şefkat gibi kapanlara takılmamak konusunda kararlı olundu.
Sorunla alakalı birkaç eski eylem hatırladım aklımda yer eden, sen de hatırlayacaksın belki. 2000 yılında uluslararası Ekmek ve Gül hareketinin Türkiye eylem ayağı olarak Ankara’da büyük bir 8 Mart yürüyüşü olmuştu. Çok kalabalıktı. KESK’li kadınların organizasyonu ile yapılmıştı. Kürsüde Kürtçe konuşulması cumhuriyetçi kadınlarca problem edildi. Sorun çıktı. O mitinge Ankara Kadın Platformu olarak başörtülü kadınlar da katılmıştı. Hidayet Şefkatli ile Pazartesi için röportaj yapmıştım. Dergiyi sormuştum, “fikirler iyi de açık saçık bölümleri beğenmiyorum” demişti. Öte yandan Kürt kadın hareketi de önceleri feministlere çok mesafeliydi. “Artık Örgütlü” mitingi 1997’de örgütlendi ve bağımsız kadın örgütleri, pek çok parti veya meslek örgütünün feminist kadınları ve Kürt hareketinin kadınları hep birlikte ilk defa yürüdü. Çok emek sarf etmişti feminist arkadaşlarım bu miting için.
Ebru: Son olarak, nasıl mücadele etmeliyiz? Örneğin karşıdevrimden, şerri düzenlemelerden açık olarak bahsedilen bir ortamda bir öncelikler siyaseti olabilir mi?
Handan: Habire mücadele etmeliyiz, orası kesin. Seçimsiz bir Türkiye kapıda ve büyük bir hapishanede yaşıyoruz. Kadınların eşitlik ve özgürlüğüne karşı bu kadar net fikirleri ve uygulamaları olan bir iktidarı, başka kadınları haklı olduğumuza ikna ederek gönderebiliriz. Gerçi gitmeye niyetleri yok. Sevenlerini azaltmalıyız. Mesela pazarda meyve alırken amma pahalı diyen iki kadın oluveriyorsunuz, ama iktidara laf ederseniz biraz önce sizinle göz göze aynı havada olan kadın “ne alakası var bunun sarayla” diyerek kaşlarını çatabiliyor. Erdoğan’a adeta âşık kadınlar var ve çok sayıdalar.
Şikayetçi Değil Kızgın Bir Dilden Yanayım
Ev içi şiddet ve kadın cinayetleri AKP’ye karşı muhalefetin dilinde çok yer buluyor. Bu bizlerin de öncelikli teması mı olmalı, emin değilim. Ben eğitim, aşk, ücretler, doğum, çocuk bakımı, ev işi gibi konularda en basit tezlerimizi tekrar tekrar söyleyerek edebiyat, müzik, makale, politik kampanya neyimiz varsa bunları diğer kadınlara aktarmalıyız diye düşünüyorum. Şikâyet eden değil, kızgınlık duyan ve başka türlü mutlu hayatlar iddiası olan bir dil yanlısıyım.
Şöhret: Kitabının sonuna doğru koyduğun “Yeni Yüzyıl, Yeni Ortaçağ” başlığından ve bu bölümde yazdıklarından çok etkilendiğimi söylemek isterim. Yeni Ortaçağ kavramı bugünlerde çağımızı tanımlamak için sık kullanılan bir kavram. 12 yıl önce ileriye doğru nasıl bir perspektiften baktın, bugün bunların gerçekleştiğini düşünüyor musun? Malum, yeni yüzyıl senin yazdığın gibi yağmacıların, haksız kazanç sahibi konsorsiyumların, kriminal yöneticilerin, arsız sektörlerin, sermaye sahibi tarikatların yüzyılı gibi görünüyor. Sence farklı bir gelecek tahayyülü için yolun neresindeyiz?
Handan: Valla hiç iyi bir yerde değiliz. ABD kuvvetlerinden her kötülüğü bekleriz ama Afganistan halkını Talibancı güçlere terk edip gideceklerini mesela beklemezdim. Tabii orası bir ABD üssü olmayı sürdürüyor. Bunun güvencesini alarak gidiyorlar. Ama hiç gizlemeden kadınları ateşlere atttılar. Değil çalışmak veya okula gitmek camdan bakmaları bile söz konusu değil ve onlar hakkında hiçbir şey duymuyoruz. Ben biraz dinozor bir feministim. 80’lerde isyan ederek en yakınımızdaki erkekleri üzme pahasına öğrendiklerimize ve 80 öncesi devrimci fikirlerimize de dinozorca bağlıyım galiba. O perspektif temel konularda pek hata vermiyor. Ama her gün yeni gelişmeler oluyor. 2003 yılında Irak’ın işgaline karşı bir gündemle Feminist Gece Yürüyüşleri yapılmaya başlanmıştı. Polisin tüm şehri kuşatmasına rağmen bağımsız feminist hareket kendine özgü nitelikleri ile büyüyen bir gelenek yarattı. 2013’te Gezi, 19 Mart’ta Saraçhane kaç kişinin yıllardır neler düşünedurduğunu, biriktirdiği öfkeyi gözler önüne serdi. Bu yüzyılın 25 yılı ziyan oldu. Toplumu çürüttüler ama bitiremediler. Tekrar etmekten korkmadan, herkes kendi usulleri çerçevesinde, bir daha asla diyerek bu yeni aşağılık medeniyete karşı fikir kaleleri ve gerçek kaleler kurmalıyız. Yeni heyecanlarla berrak kafalarla, ayrı nehirlerden aynı yöne akmayı savunarak ilerleyebiliriz.
Dipnot:
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Figen Algül, Naran Erten, Seda Bedestenci Yegane
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖