DosyaHaziran 2025Söyleşi Sinem Yıldız 3 Temmuz 2025
Edebiyat bazen bir karşı koyuşun en sessiz, bazen de en yankılı biçimi. Hele ki kadınlar söz konusu olduğunda, şiir yalnızca bir estetik üretim değil; aynı zamanda bir hatırlama, direnme, saklanma ve ifşa etme biçimine dönüşüyor. İşte bu söyleşi, tam da bu çerçevede, edebiyatı bir direniş mekânı olarak düşünen ve kuran iki kadının —Gülten Akın ve Asuman Susam’ın— izlerini takip ediyor.
Asuman Susam’ın kaleme aldığı Gülten adlı kitabı, sadece Gülten Akın’a dair yazılmış bir biyografik metin değil; aksine, onun şiirini, hayatını ve kadınlık deneyimini, bugünden geriye bakan, duygusal olduğu kadar politik bir bakışla yeniden anlamaya çalışan bir belleğin kaydı. Bu kitap, yalnızca Gülten Akın’ın değil, aynı zamanda kadınların hafızasını, mekânını, annelikle, yurtsuzlukla, aşkla, toplumla kurduğu ilişkileri şiirle yoğuran bir kuşağın tarihini de içeriyor.
Bu söyleşide Susam’ın kitabındaki şiirsel dilin ve kişisel tanıklığın izini sürerken şairin kitabı nasıl kurduğunu, Gülten Akın ile kişisel ve politik düzlemde nerede buluştuğunu, şiirin ve kadınlık deneyiminin nerede kesiştiğini, bu kesişimlerin direnişe nasıl dönüştüğünü konuştuk. Aynı zamanda, edebiyatın kadınlar için nasıl bir savunma hattı, nasıl bir geçiş alanı, bir mücadele yöntemi olduğunu da görünür kılmayı istedik. Kadın Vardiyası Haziran dosya konusu “Kadın ve Direniş” başlığına baktığımızda, bu söyleşinin önemli bir tanıklık içerdiğini düşünüyorum. Çünkü burada direniş yalnızca sokakta, meydanda ya da barikatta değil; dilde, hafızada, annelikte, evde, yazıda ve suskunlukta kurulan bir karşı duruş olarak da biçimleniyor. Kadınların direnişi, bazen usul usul işleyen bir yeraltı nehri gibi; sesi bazen duyulmaz ama yönü bellidir. Bu söyleşi, o nehrin kıyısına eğilip, bir sesin izini sürmeye, o büyüyen sesi çoğaltmak ve geleceğe aktarmaya çalışıyor. Asuman Susam’ın da ifade ettiği gibi “Hikâyeyi anlatmak, o direnmeye dair.”
Daha önce çeşitli söyleşilerde de bu sorulara temas ettiğinizi biliyoruz fakat bazen bazı başlangıçların altını tekrar tekrar çizmek gerekir. Çünkü bir yola çıkarken ilk adımı hatırlamak, o yolu nasıl yürüdüğümüzü anlamamıza yardımcı olur. Sizin yolculuğunuzun başlangıç noktası neresiydi? Bu, Gülten Akın’a dair ilk çalışmanız değil. Peki, sizin Gülten’le yolunuz nasıl kesişti? Bu kesişme yalnızca bir hayranlık mıydı, yoksa edebi bir karşılaşmanın ötesine geçen bir bağ mı oluştu zamanla? Özellikle Kemik İnadı ya da Plasenta gibi kitaplarınızda kişisel olanla politik olanı nasıl ördüğünüzü görüyoruz. Gülten Akın’ın şiiriyle sizin şiiriniz nerelerde buluşuyor, nerelerde uzaklaşıyor? Kimi zaman temada, kimi zaman tavırda, kimi zaman da bir sözcüğün seçilişinde hissedilen bu yakınlık ya da mesafe sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
Şimdi siz sorunca yeniden düşündüğümde beni Gülten biyografisine dek getiren yolun başlangıcının benim şiirle tanışmam, onda karar kılmam kadar eskiye dayandığını daha rahat söyleyebilirim. Bir şeyi tekrar tekrar hatırlamak ve anlatmak aslında derindeki öze gitmeyi olanaklı hale getiriyor, değil mi? Gülten Akın şiirine dair bir şey yapmak benim için onunla yakınlaşmanın en dolaysız yoluydu. Hayranlık sözcüğünü sevmiyorum; gıpta etmek ve varoluşundan ilham almak sanki daha doğru sözcükler. Şaire hürmetle dikkat kesilmemi sağlayan, tekil yürüyüşü, müdanasız kararlılığı, yeryüzüne, insana, topluma dair duyduğu hassas sorumluluğu, hep onarmaya ve yenilenmeye doğru oluşu, bilge duruluğu oldu en başta. Bunları ikimiz arasındaki benzerlikler olarak değil, onda bulup düşündüğüm insan oluşa yönelik imkânlar olarak söylüyorum. Bu benim şiirimin başlangıcı kadar eski. Elbette kökeni edebi karşılaşmalardı. Şair söylemiş, “insan sorumluluktur”. Kişisel olanın politik olanla doğrudan bağı zaten yaşadıkça öğrendiklerinizde kendini açık ediyor. Şairlerin en çok onların doğruyu cesurca söyleyen parrhesiastes olduğuna inanıyorum. Gülten Akın öyleydi. Yakınlıklar ve uzaklıkları benim demem uygun ve doğru olmaz. Yapmaya çalıştığım şey ile anlam bağını buradan aramak da bence. Özellikle biyografi ile yaptığım şey bu belirlenim noktalarını aşan bir yerden kendini bana dayatanlardı. Bunun içinde elbette odakta Akın vardı ama edebiyat tarihine, edebiyatın şimdiki zamanına dair düşürülmek istenen şerhler de vardı bir şair olarak.
Bu kitapta sorular yalnızca Gülten Akın’a değil, aynı zamanda size de yönelmiş gibi. Kendi çocukluğunuzdan, edebiyatla ilk kurduğunuz ilişkiden, belleğinizde iz bırakan o ilk çağrılardan söz ediyorsunuz. Bugün hâlâ sizi yazıya çağıran bir anı var mı? Onun edebi karşılığı sizin için neye dönüştü?
Akın şiirinde ben ve ötekiler nasıl birbirine dolanmışsa kitabın kurgusunu öyle çatmak istedim. Ben’den Akın’a gitmek aslında birlikte düşünmek istediğim şeylerin kapısını daha dolaysız, içten ve dürüstçe açmak için bir olanak oldu. Bunu kullanmak istedim. “Ben”, metne elbette türe dair başka tasarruflarla birlikte büyük ölçüde bu nedenle girdi. Klasik bir türsel ezberin dışına çıkmak için de bir olanak oldu bu. Bir şairyazar olarak metni aynı zamanda bir dertleşmenin, eleştirel ortaklaşalığın alanına da dönüştürsün istedim.
Bugün söz ettiğiniz o anılar o kadar uzakta ki. Adorno’nun sözünü ettiği ev’e dönüştü çoktandır yazı bende. Yanılmıyorsam Minima Moralia’daydı. Artık yaşayacak yurdu kalmayan için yaşanacak yer olarak yazı… Çağrılmaya ihtiyaç duyulmayan, kendiliğinden orada olunan bir yer.
Kitabınızın dili oldukça şiirsel, anlatısı ise kurgusal olmayanla edebi olanın sınırında yürüyor. Bu tercih bilinçli bir poetik duruş mu? Düşünsel bir bilgi vermek değil de, duygusal bir hafıza bırakmak gibi bir niyetiniz var mıydı? Okurun sizinle yürüdüğü bir tür hatırlama ve iç ses yolculuğu gibi… Üstelik “Ben”le açılan ve “biz”e yönelen bu giriş beni oldukça şaşırttı. Sizi böyle bir başlangıca götüren neden neydi?
Ne kadarı olmuştur, isabetlidir saptaması yazarın söyleyeceği bir şey değilse de metinde türe dair kurgusal tercihlerin hemen hepsi bilinçle yazma sürecinde belirdi. Asumanca bir dil. Makalelere, eleştiri metinlerine de sızan bir tavır. Bundan özellikle sakınmak istemedim. Feminist yazımın özellikle otobiyografi, biyografi gibi türlere ilişkin merkezi, yanılmaz, mutlak özneliğin sesini mıknatıs-sese1 dönüştürme açıklığından, olanaklarından yararlanmak istedim. Ben’in parçalılığını yansıtmak-vurgulamak önemliydi. Zaman tarihsel olanı belli bir kronolojik çizgide takip etse de o da bölümlenişlerle parçalı, döngüsel bir iç zamanı da taşısın istedim. Tarihsel bir art alanı ihmal etmeyen bir bellek anlatısı… Bunu yapmaya yeltendim. Tabii bir de Akın’la yakınlaşacak okurlar için nefes alanları da bırakmak istedim. Her okur, kendi öznel hikayesinin anlamlarıyla çoğaltsın metindeki anlamı, oraya eklensin.
Kitabın kurgusu, alışıldık biçimlerden farklı. Şahsen ben bu yapıdan şikâyetçi değilim ama okurken zorlandığımı da itiraf etmeliyim. Her okurun kendi yolculuğunu yaşaması amaçlanmış gibi. Buna rağmen, belirlenimci olmamak kaydıyla kitabınıza dair kısa bir kılavuz verir misiniz?
Bir önceki sorunuzdan devamla… Ben burada upuzun bir ömre yazının olanakları içinden tanıklık yapmaya çalışırken kendiliğinden beliren kavramlar, öne çıkan durumlar, olaylar metni bir harita gibi düşünmemi gerektirdi. Dolayısıyla takım adalar oluştu her bir bölümde. Hem yaşam öyküsünü kronolojik olarak ilerleten hem lagünler, cepler, deltalar oluşturan bir hal. Eh bir de bunu iki farklı anlatıcı sesle yaptığınızda katlı, girift bir anlatı ortaya çıkıyor. Biyografi gibi türler, yaşantı edebiyatı metinleri kurgu dışı metinler olarak görülüyor ama bu bir yanılsama. Bu metinler birer edebi metin. Edebiyatın temel araçları ile kuruluyorlar ve elbette edebi haz, lezzet, nitelikli anlatım da bu metinlere dahil ve elbette bir kurguyla örülüyor onlar da. Benim için metni oluştururken bu da çok önemliydi.
Gülten Akın’ın şiiriyle “ev” arasında kurduğu ilişki bana oldukça etkileyici geldi.
Gülten Akın’ın “ev” mekânını hem içe dönük bir sığınak hem de dışa açılan bir mücadele alanı olarak işlediğini görüyoruz. Kitapta da bahsettiğiniz gibi, ev bir hafıza mekânı olarak şiirinde nasıl işler? Peki ya “evsizlik”, “yurtsuzluk”, “el kızı olmak” gibi kadınlara has kopuşlar Gülten’in şiirini nasıl şekillendiriyor?
Gülten Akın için ev -dede evi, baba evi gibi- kendilik inşasında çok önemli rol oynamış. Sonra Yaşar Bey ile kurdukları, derip çattıkları sayısız ev. Ta ki Ankara’da yerleşik yaşama geçene dek. Mesela Seyranbağları’ndaki ev. Ama bu bizi şuradan yanıltmasın. Akın evci, evcimen, evcil, domestik yanı ağır basan biri değil. Ev psikolojik bir mekân onun için. Ve evet, dışa doğru kapısı. Değilse Seyran Destanı nasıl yazılırdı? Anadolu’da kurduğu evler kadar önemlisi gittiği, kabul gördüğü halkın evleriydi. İçerinin derdi, evin, dört duvarın gizli saklı tuttuğu yoksulluğun, çaresizliğin öfkesi bir karşı dille nasıl şiir olurdu? Ev, onda bazen kişisel tarihinden izleri ancak sezgiyle bilinecek kadar incelterek kendini hissettirir. Bazen de özellikle sesi yeterince duyulmayan, varlıkları dışarıdan kolaylıkla seçilemeyen kadınların, çocukların, yaşlıların varlık alanı olarak.
Gülten Akın “her yerde var” gibi görünse de bu görünürlüğün ardında başka bir silikleşme hali olabilir mi? “Toplumcu gerçekçi”, “anne şair”, “halkın ozanı” gibi sıfatlarla edebiyat içinde konumlandırılışı aslında eril yazın tarihinin onu “temiz” bir yere yerleştirme çabası olabilir mi?
Saptamanıza kitapta genişçe değiniyorum. Tanımlamalar, adlandırmalar, kategorilerin sabitleyiciliğine Akın da maruz bırakılmış. Ora’dan okunsun, anlaşılsın istenmiş. Olumluymuş gibi görünen ama dar bir mekâna şairi hapseden bu sabitlemelerden onu kurtaran önemli bir çalışma yayımlandı geçtiğimiz yıl Hasan Turgut tarafından: Araziyi Düzleştirmek, Gülten Akın Şiirinde Ortaklığın İnşası (Metis-2023). Onun toplumcu yanına ezberlenilmiş duygusal yakınlıklardan daha derin ve geniş bir perspektiften bakan ve şiirini bu döneminden yola çıkarak bütüncül bir okumaya, anlamaya çağıran.
Şiiriyle yaşamını iç içe kurmuş Akın’la yakınlık kurmak için onu indirgemeci sıfatlardan kurtarmak önemliydi benim için. Biraz buna da çalıştım biyografide, nedenselliklerini de düşünerek.
Mesela şiirimizin annesi yakıştırması, beş çocuk annesi şair için çok da aykırı düşmüyor gibi görünse de onu tali bir yere de yerleştiriyor. Şairliğinden çok cinsiyetinden. Şiirimizin babası dediğimiz bir şair erkek yok mesela. Şiir geleneğini kuran, devralan ve devam ettiren babalar var. Çocuklarından öğrendiğim kadarıyla da bu yakıştırmaya Akın itiraz etmemiş ama çok da bayılmamış. Can Cankoçak’ın anlattığından bildiğimiz bir de kadın şair ifadesindeki kadını şair olarak küçümseyen vurgulara karşılık “evet, bazı erkekler de şiir yazıyor” ifadesini kullanmış. Daha ne desin!
Gülten Akın’ın şiirinde aşk oldukça kontrollü, hatta sessizdir. Erkek edebiyatında aşk genellikle üretkenliğin kamçılandığı, hatta “ilham”ın geldiği bir alan olarak sunulur. bell hooks’un da yazdığı gibi bu mit bir erkek anlatısıdır.
Oysa Gülten Akın, “sıradan” bir aşkla ömür geçirmiş biri. Bu “sıkıcılığın” içindeki politik olanak nedir? Aşk ve hayat arkadaşı figürü olarak Yaşar Cankoçak’tan söz etmeden olmaz. Bu uzun ömürlü bağ, Gülten Akın’ın şiirinde nasıl bir duygu politikası inşa ediyor? Üstelik Gülten’in karalamalarını temize çeken, ancak Gülten’in onun soyadını kullanmadığı, Anadolu’da diyar diyar birlikte gezdiği ve beş çocuk sahibi olduğu biri ama Yaşar Cankoçak’ın, tüm bunlar “çok ağır” geldiği için Gülten’i bir dönem bırakıp gittiğini görüyoruz. Aşkın politikliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gülten Akın’da beni çok heyecanlandıran yanlardan biri bugün artık parodi düzeyinde olsa da hâlâ yer yer rastladığımız bir “şair tipolojisi”ni sarsma, bozma tavrı olmuştur. Edası, jesti, pozu ile şair erkekler bu miti elden ele, coşkulu bir rıza ile nesilden nesile devretmişler. Şiirin erkek işi olduğunu da büyük bir cahillik, pervasızlıkla iddia da etmişler. İlham kaynağına kadını yerleştirip onu nesneleştirdikleri yerden istedikleri aşk kurgularıyla şiire hemhal de etmişler. Bu mitleşmiş yanılsama dünyada çoktan tozlaştı. Hâlâ buradan cümlesi olanlarsa muhatabımız değil. Ama bu yaklaşımlar böyle bir yerden, erkeğin gözünden bir aşk anlatısını çok uzun zaman dayattılar; o nedenle onlarınkine hiç benzemeyen bir şair tutumu kadar o şairin duygu paleti, duygulara ve duygulanımlara yaklaşma biçimi de bence önyargıyla karşılandı. Akın şiiri gerçekten eril bakışın sabitlemelerinden kurtulduğunuz bir özgürlükte okunduğunda size bambaşka şeyler söyler duygularla ilgili.
Kısa saçlı, döpiyesli, kısa topuklu ayakkabılar giyen devlet memuru görünümünü alıp şairin metinlerine yapıştırdığınızda aşk anlatısı da öyle gelir size; sıkıcı, kontrollü ve sessiz. Bu önyargılı okuma biçimlerinden kurtulmak önemli sanki. Sorunuzun başlangıcı için bunu söyleyebilirim.
Gülten Akın ile Yaşar Cankoçak’ın aşklarına da ömürlerine de hiç ama hiç sıkıcı denemez. Sıkılmaya vakit bulamayacak kadar fırtınalı bir ömür onlarınki. Ayrıca Akın çocuklarına rağmen istemediği hiçbir şeyi yapacak bir kadın değil. Ömürlük beraberlik seçilerek sürdürülmüş. Razı gelinmiş bir yer değil orası. Tutkunun çatışmalı yanlarını çokça yaşamış bir çift onlar. Küsmeler, incinmeler, barışmalar, bağışlamalar, yeniden başlamalarla yüzmüş o gemi. Bazen zordan iteklenmiş, yorgunluklar, öfkeler de biriktirilmiş orada; yani çok kanlı canlı, çok sahici. Öyle değil mi? Bütün bir ömürlük olanların içinde Akın’a hayranlığı, tutkusu dinmemiş biri Yaşar Bey. Ha, zaman zaman o çok sevmek Akın’ın kendi istediği gibi sevilmesine denk gelmemiş olabilir. Bu da hayata dahil.
Akın şiirinde yaşadıklarını örterek açık etmeyi tercih eden bir şair. Şiirin dilini sırlı, gizemli tutmayı seviyor. O nedenle “bilinmesin, sezilsin” diyor. Onun şiirinde kadınlık inşası yaşadıklarından damıta damıta kalanların dile sızmasıyla kendini metinleştiriyor. Kavrayış incelikli bir dikkat istiyor.
Aşk kendinizden çıkıp bir diğerine yönelmekse; bu kendinden ve baştan çıkma hem cesaret gerektirir hem riskler barındırır. Güvenli, denetlenebilir olanla imkânlar ve belirsizlikler barındıran aşk arasında aşkın politikliği bağlamında ciddi ve apaçık farklar var. İkincisindeki yanılgıya ve deneyime açıklık itirazları, gelgitleri içinde taşır. Aksu Bora’nın annebabası için kurduğu cümleler beni şaşırtmıştı: “Birbirlerine öyle düşkünlerdi ki bir başkasını gözleri görmezdi, yüzleri hep birbirine dönüktü.” O birbirine dönüklükte iktidar ilişkilerinin, o iki kişi arasında olanın eşitsiz gerilimi, sanıyorum özne-nesne sürekli yer değiştirerek bağlılığı sürdürülebilir kılmıştı onlarda.
Necatigil’e yazdığı mektup örneğinde olduğu gibi Gülten Akın’ın edebiyatta kendinden emin bir sesle yer alması, o dönemin eril edebi yapısı içinde oldukça cüretkâr bir tutum. Kendine güvenen, ne yaptığını bilen, övülmeyi sakınmayan bir kadın yazar. Üstelik bunu yalnızca şahsi bir çıkış olarak değil, kadınların edebiyattaki söz alma hakkına dair politik bir jest olarak da görebiliriz. Bugünden bakınca bu mektup, sadece bir iletişim biçimi değil, aynı zamanda yerleşik hiyerarşilere yönelik bir müdahale gibi de okunabilir. Necatigil’e yönelik o satırları okurken, bir okur olarak insanın içinden “oh be” demek geliyor. Bu satırlar, Gülten Akın’ın hem ince hem de çatal dille erkek egemen bakışa verdiği cevabı taşıyor. Elbette direniş her zaman zarif olmak zorunda değil; tam tersine, kimi zaman öfke de şiddet de meşrudur. Ama edebiyat bazen bu şiddeti zarafetle kuşanarak da çok etkili biçimde ortaya koyabiliyor. Sizce Gülten Akın’ın bu türden başka ‘âşık atışması’ diyebileceğimiz şiirsel müdahaleleri oldu mu?
Bana ekleyecek bir şey bırakmayacak denli isabetli bir değerlendirme-yorum sizinki. Artısı meraklı okur için kitapta kalsın. Ama şunu genel olarak ekleyebilirim. Akın mektup çağı insanlarından. En önemli ve büyük yazışmaları eşiyle arasında olanlar. Onları okuduğunuzda bildiğinizin ötesinde bir kadın oluş haliyle karşılaşıyorsunuz ve evet sonra bu kadınlık halinin gölgesine, ondan sızanlara şiirlerinde de tanık oluyorsunuz.
Akın, tüm ilişkilerinde biraz çekirdeğinden gelen, ontolojik bir itki ile müdanasız biri. Hiyerarşik zorlamalara pabuç bırakacak biri hiçbir zaman olmamış. Bu dik duruş Akın’ı her yerde her kimliği içinde Akın yapmış.
Selim İleri’den Cemal Süreya’ya haksızlığa uğradığını ya da incitildiğini hissettiği yerde apaçıklığıyla derdini, dilinin keskin zarafetiyle anlatmayı hep bilmiş.
Kitabınızda örgü ören, beş çocuk büyüten, yemek tarifleri alan ve yazan, bahçesinde çiçek böcek eken Gülten ile aynı zamanda şair, avukat, öğretmen, dilbilimci, sosyalist, insan hakları savunucusu ve 80 darbesinde oğlu işkencelerle içerideyken dimdik duran bir kadın Gülten’i bir arada anlatıyorsunuz. “Bütün Gültenler”i görünür kılmak, belli ki sizin bilinçli bir tercihiniz olmuş. Oysa bu katmanlardan bazılarını dışarda bırakmayı da tercih edebilirdiniz. Mesela, her alanda aktif, direngen bir figürken, hayat yolunda zamanla yalnız bırakılan bir kadın oluşunu perdeleyebilirdiniz; ‘güçlü kadın’ imgesini zedelemeden sunabilirdiniz. Ya da feminist bir perspektiften, yemek tarifleri alan, bir şeyler ören, ev işleriyle meşgul olan Gülten’i geri plana atabilirdiniz. Fakat siz, evin içinden de konuşan, emeğini, anneliğini, direncini ve çelişkilerini birlikte taşıyan bir Gülten sunuyorsunuz. Açlık grevindeki oğluna “yeter, bırak” diyen Gülten’le, devrimci Gülten’in aynı bedende nasıl bir arada var olduğunu anlatıyorsunuz. Bu tercihinizle aslında ‘bütünsel’ bir insan anlatıyorsunuz. Belki de satır aralarında şunu soruyorsunuz: En güzel yemekleri yapıyor olmam, feministliğime zeval getirir mi? Siz bu çok katmanlı kimliği nasıl kurdunuz? Bunu yaparken sizi yönlendiren etik ya da politik ilkeler nelerdi? Bu kitap aynı zamanda da bir arşiv çalışması tabi.
Her şeyden önce bu kimliği ben kurmadım; upuzun bir ömürde kendi çekirdeğini örerek kendine sağlam bir iç yapmış, kadın oluşunu hayatın her alanında karşılaşmaları, deneyimleriyle bilinçle kurmuş bir şair kadının anlatısını metin diline taşıdım. Elbette kendi yorumum, bilincim, bakış açım benim de her satırında devredeydi. Buna ikinci inşa süreci diyebiliriz. Gülten Akın bu saydıklarınızın bütünlenmiş hali. Elbette salt şairliğini, elbette kavgasını verdiği, inandığı sosyalist mücadeleyi çerçeveleyip öne çıkarıp bir anlatı kurulabilirdi. Benim için bu tercih eksik ve yanılsamalı, indirgemeci bir tutum olurdu. Her biyografi evet bir arşiv çalışması öncelikle; dolayısıyla da hafıza ve tarihe ilişkin de kişiden yola çıkılarak yapılan kazılar yönü, yolu belirliyor. İlkem son derece yalın. Gerçeğe sadakat, özneye ihtimam. Arşivi böyle konuşkanlaştırdım. Şair, aydın, dilci, avukat, öğretmen, sevgili, eş, anne Gültenler birbiriyle iç içe birbirini örerek hikayesini kurmuşken benim yazar olarak yapmam gereken bunların hepsiyle şair Gülten Akın’a nasıl gideceğimin yöntemini düşünmekti. Her bölümde anlatılanlar onun şair kimliğine kuvvetle bağlandılar. Asıl derdim buydu. Şair Gülten Akın’ı bir de Gültenliğinden anlamak, ona oradan yaklaşmak. Ayrıca bir feminist olarak evin, mutfağın, dikişin, örgünün, toprakla uğraşmanın, hayvanların, bitkilerin dilini sökmeye çalışmanın, gündelik yaşam uğraşlarının küçümsenmesini anlamam mümkün değil. Oralarda kendine iç yapmanın anlamlarını ve değerini biliyorum. Gündelik yaşam pratiklerinin nasıl kaçış çizgilerine dönüşebildiğini, politik bir tavra evrildiğini hep akılda tutakta yarar var. İhtimamı, şefkati, özşefkati, onarmayı ve yenilenmeyi; imeceye dönüşen halleriyle dayanışmayı öğreten bu eyleyişlerin anlamlarını bir daha bir daha düşünmek gerek belki de.
Akın’ın en değerli yanlarından biri doğallığı, öyleliği ile kendini ortaya koyması; ama ciddi bir mesafeyle. Ben o mesafeye çok saygı duydum. Onun açık bıraktığı yerleri o mesafeden okudum.
“Kadın şair” kavramına bugün nasıl bakıyorsunuz? Gülten Akın’ın da uzak durduğu, hatta yer yer mesafe koyduğu bu kategoriyi, siz kendi şiirinizde ya da kuramsal üretiminizde nasıl anlamlandırıyorsunuz? Elbette ‘kadın yazar’ ya da ‘kadın şair’ gibi tanımlar herkes için rahatlatıcı olmayabilir; Gülten Hanım da bu ayrımı çok benimsemezdi belki. Ancak bir yandan da tüm koşullar eşit değilken, kadın oluşu vurgulamanın bir tür tarihsel tanıklık ve politik hatırlatma olduğuna inananlar da var. Çünkü kadın yazarlar, erkeklerle aynı başlangıç çizgisinden çıkmıyor, aynı zeminde yürümüyor, aynı görünürlükle ilerlemiyor. Bu noktada, Necmiye Alpay’ın “20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde “kadın şair” kavramı hâlâ ufuk dışıydı” saptaması önemli. Alpay, “Kadın şair yoktur, iyi ve kötü şair vardır” fikrine yakın durur ama bunu derken, kadınlık deneyiminin görmezden gelinmesinin “sanki eşittik” yanılsamasına dayandığını da teslim eder. Siz bu “sanki eşittik” yanılsamasının tarihdışılığının bugün de sürdüğünü düşünüyor musunuz? Feminist bir şiir kuramı açısından, ‘kadın şair’ tanımının olanakları ve tuzakları sizce nelerdir?
Necmiye Alpay gibi düşünüyorum; metnin edebi gücü, niteliği onun erkek ya da kadın şair tarafından yazılmasıyla ilgili bir şey değil. Orada şiir ve şair var yalnızca. Şiire ikili karşıtlıklar üzerinden bakmanın sınırlı, yanıltıcı yanları çok. Eril bir algının içinden yürüyenler ve onun dışındakilerin akışı, oluşu; ben buralardaki dolanıklıklar, hassasiyetlerle politik olarak ilgiliyim. Kürt, Yahudi, Ermeni, Çingene, Kadın, Lgbt+ şairler; ürettikleri metinler, görünürlükler, sesi duyma, varlığı tanıma, karşılaşmalar ve tanışmalar… Katı bir eril akılla, muhafazakar kanonla bu bağlamda elbette sorunumuz var ve olmalı. Politik, etik ya da şiirin ilkeleri uyarınca.
Yıllar önce yazdığım bir yazıda demiştim; “elbette biz de şairler arasında bir şair olarak anılmak isteriz; buna engel olan eşitsizlik, tahakküm ilişkileri bitiğinde.”
Bu konu bir söyleşilik bir konu olmaktan uzun. Edebiyat sosyolojisi açısından, medya araçları ve sahiplikleri, karar vericilerin tutumları, üretilen metinlerin değerleri açısından daha çoğaltabileceğimiz pek çok kriter ile düşünmeyi gerektiren bir konu bu.
Feminist ya da kuir yazın üzerine düşünmenin oradaki eleştiri, okuma ve anlama yöntemlerinin şair kadınlar için tuzaklar değil olanaklar barındırdığına inanıyorum. Ancak yazan özne bir sınırlılık değil bir açıklıktan kendini kurmak ister; o cesaret edişi taşımayanlar kendilerini biteviye tekrarlar. Tuzaksa kişinin kendi kendini düşürmesidir söz konusu olan; feminizmin ya da kuir hissedişin tuzakları değildir o.
Bugünün edebiyat iklimine dair neler söylersiniz? Özellikle kadınlar için edebiyat hâlâ eril yapılarla kuşatılmış durumda: Yayınevlerinden edebiyat dergilerine, ödül mekanizmalarından akademik kurullara, edebiyat tarihinin nasıl yazıldığından kimin ‘kanon’ kabul edildiğine kadar birçok alanda eril belirlenimler etkisini sürdürüyor. Kadın şairlerin, yazarların seslerinin bastırıldığı, görmezden gelindiği ya da yalnızca belli kalıplar içinde kabul edildiği bir düzlemde, sizce bugün edebiyatta direnen kadınlar kimler? Bu direniş nasıl kuruluyor?
Ve bir de edebiyatta direnen kadınları yazanlar var… Sizin gibi. Gülten kitabınızda söylediğiniz gibi: “Hikâyeyi anlatmak, o direnmeye dair” (Gülten, s. 153). Bu sözden yola çıkarak, hikâyeyi anlatan kadınların bugünkü edebiyattaki yerini, sorumluluğunu ve gücünü nasıl görüyorsunuz? Sizce edebiyat hâlâ kadınlar için bir mücadele ve alan açma zemini olmayı sürdürüyor mu?
80’lerin sonu, 90’larda yazmaya başlamış biriyim. Saydığınız eril belirlenimlerin felaketliği o dönemler için bütünüyle geçerli. O günlerden bu günlere çok yol katedildi. İstenilen yerde miyiz, elbette değil. Direnç noktaları kimi mahfillerde, kurumlarda, merkezlerde sürse de erkek şair, yazarların da azında dahi olsa başkalaşma çabalarını görüyorum. Yetmez ama evet munisliği değil söylemek istediğim. Sözün değerinin artık üretildiği yerler değişti, araçlar başkalaştı, itaatler yerini inatlara bıraktı. Sözümüzü bastırmaya kim cüret edebilir biz gürül gürül yazarken! Görmezden gelmeler ya da taltifler… Bunları çok umurlamıyor artık yolunu yürüyenler. Hak edilmiş olan ile olmayanı ayıracak turnusollar eskiden olduğundan daha çok. Yazanlarla birlikte okurlar da değişti çünkü. Artık şair kadınlar eril aklın formu, söylemi, metaforu, dili ile değil bilakis onu her yerden aşındırmak, göçertmek ve geçersizleştirmek üzere yazıyorlar. Cin Ayşe gibi, Moero gibi alternatif mecraları deltalaştırıyorlar. Fanzinler çıkarıyorlar. Genç şair kadınlar dünyayı anlamak, ona açılmak açısından da çok donanımlı ve cesurlar. Burada hâlâ bir merkeze, kanona bakarak değerlendiremeyiz artık onları.
Yazmanın, ötekini anlatmanın bir kayıt tutma, bellek oluşturma, bir tür tarih yazıcılığı olduğunu hep akılda tutmak gerekli. Yazma başlı başına bir cüret olarak kadın için bir devam, varlığının tanınması ve direnme alanı zaten ve kendiliğinden. Kendi deneyimi kadar ötekinin deneyimine gösterilen ihtimam, verilen dikkat ve önem, bunun yazının alanından yanıtlaşması bizler için tarihin yeniden yazılması. Deneyim aktarımı. Bunun çok farkında yazan kadınlar.
Okurlar artık bir metni, ister kurgu ister kurgu dışı olsun, giderek daha fazla kendinden izler arayarak okuyor. Bir roman karakterinde, bir şiir dizesinde, bir deneme satırında kendimize rastlamayı arzuluyoruz. Bu durum kimi zaman metnin çoğulluğunu sınırlayan, onu sadece kendi deneyimimize yorduran bir okuma biçimine de dönüşebiliyor. Siz bir metinle nasıl ilişki kurarsınız? Şairin sözünü kendimize yontmadan, onun dünyasında kalabilmek nasıl mümkün olur? Gülten Akın’ın da bir noktadan sonra ‘kendinden söz etmeyi istemediğini’ belirttiğinizi hatırlıyorum (s. 76). Bu mesafeyi korumak neden önemli sizce?
Katıldığım kimi okuma gruplarında okurların bir metne nasıl yaklaştığını gözleme fırsatı buluyorum. Gördüğüm en temel sorun metindeki anlatıcı ile yazarı/şairi bir türlü ayırmayı başaramayan bir okurluk hali olduğu. Bu fena. Daha fena olan başka şey metni bir sanat nesnesi olarak görmek ve onunla oradan ilişkilenmek yerine iyi ve kötüyü, beğendim ve beğenmedim’i kişisel, duygusal, düşünsel gereksinimlerine karşılık gelip gelmediği üzerinden okuyor olmak. Edebi metinle kurulacak gönüllü ve evet, zorlu ilişki bu değil. Bir okuma ve kitap fetişizmi var; ama iyi okur her zamanki gibi çok çok az.
Edebiyat bir yaratım alanı. Kişisel gelişim için bir araç değil edebi metinler. Ha, dolaylı fayda çıkarabilirsiniz ama okurluğun esası bu değil.
Elbette kişisel donanımınız ve yatkınlığınıza, dille kurduğunuz ilişkiye, dünya fikrinize göre seçersiniz yazar ve şairlerinizi, burası son derece özneldir, ama metnin iyiliği kötülüğü edebi kriterlerle ölçülebilir bir şeydir. Belirsizlik taşımaz.
Şurası da doğru ve doğaldır, okuma serüvenimizde kendimizi bulduğumuz ya da bize kendimizi yaklaştıran metinlerle daha sıkı bir bağ kurarız. Burada kendimizle rastlaşmak hoş tesadüftür. Edebiyat bir tür karşılaşma alanıdır çünkü hem kendimizle hem başkalarıyla.
Metinle kurduğum ilişkide yakınlığım yazar ve şairle en başta dilden kurulur. Çok yabancı ya da çok tanıdık olması önemli değil. Dünyayı dille, dilden nasıl ördüğü, kurduğu meseledir benim için.
Kadın Vardiyası olarak hazırladığımız bu dosyada, Gülten Akın’ın izini sürerken onun daha önce gün yüzüne çıkmamış bir fotoğrafına da yer verebilmek isteriz. Size bu istekle gelmek haddimizi aşmak olur mu?
Gün yüzüne çıkmamış değilse de sık karşılaşmadığımız bir fotoğrafı Gülten Akın’ın. Elbette ailesinin onayıyla…
Dipnot:
Gülten: Kitap ve Belgesel Hakkında
Asuman Susam, şiir ve edebiyat dünyasında yalnızca bir şair değil, aynı zamanda kadın belleği, toplumsal tanıklık ve politik duyarlık ekseninde düşünen bir yazar olarak tanınıyor. Gülten Akın’ın yaşamı ve şiirini hem duygudaş hem de eleştirel bir perspektifle ele alan poetik bir inceleme olan Gülten adlı kitabı 2023’te yayımlandı.
Bu kitapla eşzamanlı olarak geliştirilen Gülten belgeseli ise, Livera Yayınevi yapımcılığında, yönetmenliğini Sefa Sarı’nın üstlendiği ve senaryosunu Susam’ın yazdığı bir görsel anlatı olarak 2024’te İzmir, Ankara ve İstanbul’da gösterime girdi.
Belgesel, Gülten Akın’ı yalnızca bir şair olarak değil; “şair, aydın, aktivist, dilci, avukat, sevgili ve anne” kimlikleriyle ele alıyor. Böylece hem bireysel bir yaşamöyküsüne hem de Türkiye’nin toplumsal belleğine, kadınların tarihine dair çok katmanlı bir bakış sunuyor.
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Figen Algül, Filiz Kılıç
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖