Söyleşi Ebru Pektaş ve Özgür Genç 17 Aralık 2024
Ev içi emekle bağlantılı olarak kadınları kim ezmektedir; sermaye mi erkekler mi?
Kökleri Marx ve Engels’e uzanan toplumsal yeniden üretim yaklaşımı, emeğin cinsiyetini, belli işleri “kadın işi” yapan nitelikleri nasıl açıklamaktadır? Tüm bunlara bakılırken erkeklerin bu emekten nasıl faydalandıkları göz ardı ediliyor mu?
Marx ve Engels’in eserlerinde “kadın sorununa” bakış belli bir sürekliliğe oturmakta mıdır?
Marksizm ve feminizm ilişkisinde, feminist mücadele aparatlaştırılmaktan nasıl korunacaktır? İki sistem teorisine karşı birleşik bir teori oluşturmayı denerken, feminist mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleye indirgeme riskinden bahsedebilir miyiz? Dahası bu tür bir indirgemede bahsi geçen kapitalizm, Marx’ın Kapital’deki kapitalizmiyle uyumlu mudur?
Emek gücünün üretildiği ve yeniden üretildiği haneler, kadınlarla erkeklerin çatıştığı değil, yalnızca dayanışma içinde olduğu kurumlar mıdır?
Ataerki ile kapitalizm arasında ne tür bir ilişki vardır? Kapitalizm ile cinsiyetli baskı ve ezilme biçimleri arasında doğrudan bir ilişki var mıdır? Her şey kapitalizm tarafından mı belirlenmektedir?
Melda Yaman’ın 2022’de Dipnot Yayınlarından çıkan Yaşamı Üretmek: Bütüncül Bir Feminist Teoriye Doğru isimli kitabı feminist teorinin can damarı denilebilecek tüm bu soruların peşine düşüyor. Yaşamı Üretmek, titiz bir kuramsal tartışmayı, günümüz dünyasının politik dinamikleriyle, krizlerle ve mücadelelerle ilişkilendiriyor.
Özgür: Öncelikle biraz geniş bir soruyla başlamak istiyoruz. Kitabınızın başlığında da işaret ettiğiniz üzere “toplumsal yeniden üretim (TYÜ) teorisinin materyalist bir yaşam teorisi” olduğunu materyalist tarih anlayışı ve metodolojiyi ortaya koyarak gözler önüne seriyorsunuz ve böylece sermaye ve ataerkiye karşı bütüncül bir mücadelenin olanaklarını sorguluyorsunuz. Başlangıç olarak bize, TYÜ teorisinin üretim ve yeniden üretim alanlarının ilişkisini nasıl kurduğunu biraz açar mısınız? TYÜ teorisi kapitalist üretim ilişkilerinin eleştirisini hangi yönlerde genişletir?
Materyalist tarih anlayışı, bize, her şeyden önce, tarihin insan emeğinin ürünü olduğunu söylüyor. Bunu, işbölümü de dahil olmak üzere insanların birbirleriyle kurdukları emek ilişkilerini yaşamın üretiminde ve yeniden üretiminde merkeze alarak yapıyor. Bununla beraber, ikinci olarak, insanların bu tarihin, dolayısıyla da kendi emeklerinin ürünü olduğunu anlatıyor.
“İnsanlar hem kendi yaptıkları tarihin ürünüdürler hem de kendi emeklerinin”
Melda: Öncellikle bu söyleşi için çok teşekkür ederim.
Toplumsal yeniden üretim gerçekten de materyalist bir yaşam teorisi olarak görülebilir. Materyalist tarih anlayışı, bize, her şeyden önce, tarihin insan emeğinin ürünü olduğunu söylüyor. Bunu, işbölümü de dahil olmak üzere insanların birbirleriyle kurdukları emek ilişkilerini yaşamın üretiminde ve yeniden üretiminde merkeze alarak yapıyor. Bununla beraber, ikinci olarak, insanların bu tarihin, dolayısıyla da kendi emeklerinin ürünü olduğunu anlatıyor. Buradaki çift yönlü harekete dikkat etmek gerek; insanlar hem kendi yaptıkları tarihin ürünüdürler hem de kendi emeklerinin. “Kendi emeğinin ürünü olarak insan” nosyonu, insanların, emekleri ile yaşamı ve dolayısıyla tarihi üretirken, kendilerini de ürettikleri anlamına geliyor. İşte bu anlayış, üretimi yeniden üretime, üretim tarzını cinsiyetçi işbölümüne, değer yaratan emeği kadınların karşılıksız bakım ve yeniden üretim emeğine, kapitalizmi ataerkiye, yaşamın üretimini/yeniden üretimini sermayenin yeniden üretimine bağlayan bir dolayım sunuyor bize. Toplumsal yeniden üretim yaklaşımı, bu teorik zeminde, emek kavramını genişleterek, insanın, yaşamın, toplumun ve kapitalizmin yeniden üretimini birlikte ele alacak bir kavrayış sağlıyor bize.
Tabii toplumsal yeniden üretim bağlamında, üretim/yeniden üretim, kapitalizm, ataerki vs. ilişkilerinin her biri ayrı ayrı özenli incelemeyi gerektiriyor. Ama ilk elden şunu söylemek olanaklı; her birinde iki alan birbirini hem koşulluyor, hem de yeniden üretiyor. Bu çerçevede kritik olan, toplumsal yeniden üretimin, insanın, toplumun ve sermayenin yeniden üretimini kuşatması. Tabii bunun merkezinde de kadın emeği yatıyor. Kadınlar, insanın bir tür varlığı olarak üretiminden/sürekliliğinden insanın bir insan olarak üretimine uzanan bir emek etkinliği içerisindeler. Bu süreç, öte yandan, üretici gücün, hem bakım/yeniden üretim emeği sağlayıcıların hem de ücretli işçilerin üretildiği/emek gücünün yeniden üretildiği emek sürecini içeriyor. Toplumsal yeniden üretim çerçevesi bununla da sınırlı kalmıyor; insanın ve emek gücünün yeniden üretimi bağlamında, sağlık hizmetlerinden bakım kurumlarına, sosyal politikalardan eğitim kurumlarına uzanan geniş bir alanı kapsıyor. Toplumsal yeniden üretim sermaye için yegane değer kaynağı olan emek gücünün üretimini ve yeniden üretimini sağlıyor ama aynı zamanda kapitalist koşullar tarafından da belirleniyor. Ücret düzeyi, krizler, sosyal politikalar, göçmen politikaları, istihdam politikaları vs. bütün bu süreci yönlendiriyor.
Bu durumda, kapitalizmle mücadelenin, fabrikalar, işyerleri, ofisler gibi meta üretiminin yapıldığı alandan, insanın üretildiği ve yeniden üretildiği hanelere, sosyal politikalara vs. doğru genişlediğini görüyoruz. Bu mücadele hattı, gerek özellikle işçi hanelerinin yaşam koşullarını iyileştirme gerekse kadınların emek yükünü hafifletme açısından bakım kurumları talebine de genişliyor. Bu mücadele, kadınları bu işlerden özgürleştirmeyi hedefleyen, erkeklerin kadınların emekleri, bedenleri ve cinsellikleri üzerinde kurduğu tahakkümle mücadeleye, ataerkiyle mücadeleye bağlanıyor.
Ebru : Oldukça yoğun ve davetkar bir kuramsal okuma imkanı var Yaşamı Üretmek’te. Ben de ataerki kavramına odaklanmak istiyorum. Komünist Parti Manifestosu’nda “ataerkiden” neredeyse yok olmaya yüz tutmuş bir olgu gibi bahsedilmesi ilginçtir örneğin:
“Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynadı. Burjuvazi, iktidara geldiği her yerde, tüm feodal, ataerkil ve pastoral ilişkileri yok etti. İnsanı doğal efendilerine bağlayan karmaşık feodal bağları acımasızca kopardı ve insanla insan arasında çıplak çıkardan, duygusuz ‘nakit ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmadı.”
Sizce kapitalizmin yıkıcılığına dönük iyimserliğin “ataerkiyi yok etmeye” dek varması ne anlama geliyor? Bu kavrama Marx ve Engels’in yaklaşımında ne tür bir sorun vardır?
“Ataerki kavramı feminist hareketin bir kazanımı, bir ürünü.”
Melda : Burada iki hususun önemli olduğu kanaatindeyim. İlkin şunu söyleyeyim; bugün kullandığımız biçimiyle “ataerki”, kökleri siyaset bilimine ve Marx’la Engels’in kullandığı biçimiyle ataerki kavrayışına uzanmakla birlikte, onlarınkinden farklı bir içeriğe sahip. Marx ile Engels ataerkiyi daha çok “ataerkil hane ekonomisi/üretimi” anlamında kullanıyorlar; sermayenin kendinden önceki pek çok üretim ilişkisi gibi ataerkil üretimi de ortadan kaldırdığını söylüyorlar. Gelgelelim bizim kullandığımız biçimiyle “ataerki” eşitsiz bir sistemin adı. Radikal feministler bu “eski” ataerki kavramını erkek egemenliği sistemi olarak yeniden tanımladılar ve feminizme kazandırdılar; bu nedenle ataerki kavramı feminist hareketin bir kazanımı, bir ürünü.
İkincisi, iki kavram arasında bir süreklilik olduğunu söylemek de meseleyi tam aydınlatmıyor. Demem o ki, bu eski kavrayışın da erkek egemenliğini “bir biçimde” işaret ettiğini kabul etsek bile, bu durumda Marx’la Engels’in “ataerki”nin içeriği olarak bu eşitsiz ilişkinin bütünüyle ortadan kalktığını savunmaları olanaklı değil. Marx’ın Kapital’inde ve daha sonra Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni başlıklı yapıtında, adına ataerki demeseler de, bu eşitsiz ilişkiye çeşitli göndermeler mevcut.
Ama yine de asıl mesele şu; Marx ile Engels kadınlarla erkekler arasındaki eşitsiz ilişkinin tarihselliğinin farkındalar; bunu zaman zaman araştırmalarının konusu haline de getirmişler. Ama bu hususu sistematik bir biçimde incelediklerini söylemek zor. Marx “kadın sorunu” meselesini Kapital ve sonraki yapıtlarında biraz geride bırakıyor, bu konuya sadece yaşamının son döneminde etnoloji (antropoloji) okumalarıyla geri dönüyor.
Ebru: Kitabınız boyunca sosyalist feminist teorinin çeşitli ikilikleri ve bunlar arasındaki ilişkiler tartışılıyor. Bu noktada hemen her tartışmada bir “determinizm sorunu” ile baş başa kalıyoruz. Örneğin toplumsal yeniden üretimde “kadınların ezilmesinin kaynağını biyolojiye dayandıran” (biyolojik determinizm) yaklaşımlar ya da “kadınların makineler sayesinde toplumsal üretimin aktif failleri haline geldiğini” (teknolojist determinizm) iddia eden tezler, bizi daha metodolojik bir tartışmaya da çekiyor.
Determinizmin mutlak nedensellikten koşullamaya ya da çerçeve çizmeye uzanan geniş bir kullanımı var aslında. Tüm nedenselliklerin şaibeli kılındığı başka bir yaklaşım da var kuşkusuz. Yine de katı nedenselliklerin ya da “türetmeci” yaklaşımların daha ağırlıkta olduğunu söylemek mümkün mü?
Sizin ataerki ve kapitalizm ilişkisini tanımlarken kullandığınız “zeminleme” ifadesini de bu bağlamda açabilir miyiz? Kitabınızda “ilişki ve etkileşim” anlamıyla karşımıza çıkan “Verkehr” kavramına bir de buradan bakmak mümkün müdür?
“Ataerki kapitalizmi zeminliyor, kapitalizm de ataerkiyi”
Melda: Olgusal dünyayı açıklarken belirli belirleyenleri, eğilimleri ve dinamikleri dikkate almak zorunda olduğumuzu kabul ediyorum. Daha doğrusu, açıklama ve kuramlaştırma dediğimiz tam da bu eğilimleri ve dinamikleri araştırma/saptama anlamına geliyor elbette. Az önce genel hatlarıyla değindiğim materyalist tarih anlayışı da belirli ölçüde determinizm barındırıyor. Lakin, andığınız iki husustaki itirazım, her birinin mutlak kabul edilmesine karşı çıkıyor ve olguları açıklama gücünün sorgulanmasına dayanıyor.
Biyolojik varlığımız kaçamadığımız bir gerçekliğimiz. Canlı varlıklarız; Marx’la Engels’in temel ihtiyaçların karşılanması, “maddi yaşamın kendisinin üretimi” diye söz ettikleri ilk tarihsel eylem, ilk moment, açık ki biyolojimizle doğrudan bağlantılı. Keza gebelik, doğum ve emzirme süreçlerinde kadınların biyolojilerinden gelen “görevleri” var. Gelgelelim, toplumsal hayatın içinde her biri artık salt biyolojik birer unsur olmaktan çıkmış, toplumsal ilişkiler içerisinde yeni belirlenimler ve biçimler kazanmış durumda. Bunun içinde sınıfsal konumdan cinsiyete, etnik kökene ve hatta teknolojiye uzanan özellikler var. Bir yandan biyolojiyi inkar etmeyen, öbür yandan her şeyi biyolojiye indirgemeyen bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Öbür türlü, insan iradesini, mücadeleyi bir tarafa atmış oluruz; biyolojik zorunluluktan fıtrata uzanan bir dolu varsayıma sıkışıp kalırız; özgürleşmenin ve eşitliğin olanaklarını da ortadan kaldırırız.
Makineler için de durum benzer sanki; makineyle işin “hafiflemesiyle” kadınların toplumsal üretime katıldığını söylemek, sadece nedenselliği yanlış ifade etmiş olmuyor, gerçekliği de tahrip ediyor. Bu yorum, başlarda ücretli işçinin norm olarak “erkek işçi” olduğunu ve kadınların kimi üretim alanlarına alınmadığını, daha doğrusu bu alanlardan kovulduğunu; kadınların daha önce sanayide ve toplumun çeşitli alanlarında üretici güç olarak bulunduğunu; kadınların her daim yedek sanayi ordusu olarak görüldüğünü –ki kriz zamanlarında bunu çok açık görüyoruz-; sermayenin ihtiyaç duyduğunda (1970’lerdeki krizin ardından üretken yatırımlarını Asya ülkelerine taşıyan sermaye grupları için durum böyleydi mesela) kadınları pekala yığınlar biçiminde istihdama çekebileceğini dikkate almıyor. Tabii ki şunu da belirtmek isterim; bir yandan erkeklerin güç işleri, kadınlarınsa kolay işleri yaptığı varsayımı tarih içinde de bugün de defalarca yanlışlandı. Velev ki doğru olsun; makinelerin işleri kolaylaştırmasıyla kadınların sanayi işine çekildiğini söylemek, kadınların daha önce işler zor olduğu için bu işlerde çalışmadığını söylemek anlamına geliyor. Oysa bizzat Marx’ın anlatısı, dönemin tanıklıkları ağır çalışma koşullarını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Haydi bu varsayımı da kabul ettik diyelim; makineler kadın istihdamını kolaylaştırmış olsun; makinelerin icadının, kadın istihdamını açıklayan nedenlerden sadece biri olduğunu unutmamak gerek.
Karmaşıklığı belirli düzeylerde soyutlayarak anlamaya çalıştığımızda, ne sadece sermayenin ne de sadece erkek egemenliğinin yeterince açıklayıcı olamayacağını, bu iki eşitsizlik sisteminin birlikte düşünülmesi gerektiğini görmemiz gerekir. Evet; ataerki kapitalizmi zeminliyor, kapitalizm de ataerkiyi. Birbirlerinin dayanakları, ayakta tutan unsurları. Bu çerçevede, bedeni emekle, emeği bedenle, her birini toplumsal ilişkiler ve (ataerkil ve kapitalist) eşitsizlikler zemininde ele almamız gerekiyor.
Verkehr, geniş içeriğiyle bu meselelere farklı yönleriyle bakmayı olanaklı kılıyor gerçekten. Sermaye ilişkilerini, ataerkil eşitsizlikleri, hane yapısını, aile ilişkilerini, çocuk bakımını, cinselliği vs. hesaba katacağımız bir çerçeve sağlıyor. Ama şunun altını çizmek isterim; her şeyin açıklayıcı güçte olduğu bir çoğulluk değil bu. Karmaşıklığı belirli düzeylerde soyutlayarak anlamaya çalıştığımızda, ne sadece sermayenin ne de sadece erkek egemenliğinin yeterince açıklayıcı olamayacağını, bu iki eşitsizlik sisteminin birlikte düşünülmesi gerektiğini görmemiz gerekir. Evet; ataerki kapitalizmi zeminliyor, kapitalizm de ataerkiyi. Birbirlerinin dayanakları, ayakta tutan unsurları. Bu çerçevede, bedeni emekle, emeği bedenle, her birini toplumsal ilişkiler ve (ataerkil ve kapitalist) eşitsizlikler zemininde ele almamız gerekiyor.
Ebru: Sosyalist feminist bakış açısından toplumsal yeniden üretimin değerlendirildiği bir bölümde sosyalist feministlerin bir yol ayrımında olduğunu ifade ediyorsunuz. Bir yanda Ferguson’un sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk kategorilerinin “kesişimselliği” ile silikleşen feminist mücadele var. Diğer yanda Gimenez’in sınıfı bu savrulmalardan korumak amacıyla elde kalan feminizmden de vazgeçen hattı var. Üçüncü seçeneğin, sınıf ve toplumsal cinsiyetin birbirine kurban edilmediği, birleşik bir mücadele hattı olarak belirdiğini söylüyorsunuz.
Peki feminizmin diğer bölmeleri için ataerkinin gölgelenmesi riski var mıdır bugün? Ya da tersine sınıfın ya da antikapitalizmin silikleşmesi de benzer ağırlıkta bir risk olarak belirmekte midir?
Melda: Evet, pek çok feminist hatta ya ataerkiye ya da sermayeye ilişkin vurguların silikleştiği kanaatindeyim. Kavramsallaştırmalara da, kavram tercihlerine de yansıyan bir sorun var. Mesela kapitalizmi analizlerine dahil etmemekle birlikte erkek egemenliğini imleyen kimi feminist yaklaşımlarda “ataerki”nin epeydir dillendirilmediğini görüyoruz. Analizi sadece toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyet rejimi türünden kavramlarla inşa etmek, erkek egemenliğini kendi dinamikleri olan bir sistem olarak görmekten uzak bir yerde duruyor. Bugün pek çok feminist araştırmanın, analizin ve hareketin benzer kavrayışlar etrafında örüldüğünü görüyoruz. Öte yandan, Marksizmle yahut sosyalist mücadeleyle bir biçimde bağ kurmuş, sosyalist feminist hareketten gelen feminist hareketlerde de kapitalizme ilişkin analizlerin giderek silikleştiğini, anti-kapitalist vurguların zayıfladığını görüyoruz.
Ebru: Kitabınızda çoğunlukla iddia edilenin aksine Marx’ın cinsiyet körü olmadığını söylüyorsunuz. Aslında Marx’ın 19. yüzyıl dünyasının kimi cinsiyetçi ve ahlakçı kalıplarını kullanabildiğini da eserlerine dönük titiz incelemenizden görüyoruz.
Bu noktadan Etnoloji Defterleri’nde açığa çıkan yeni ufuklara baktığımızda, Marx’ın “diyalektik dönüşümünü” -sosyalist feminizme de kuramsal temel oluşturan bağlantıları- biraz açabilir miyiz? Bu dönüşümde Paris Komünü’nün, komünar kadınların da rolü olduğu iddia ediliyor örneğin.
“Kapital’de, yer yer denetçi raporlarının eril, ahlakçı dilini görüyoruz.”
Melda: Marx’ın erken yapıtlarından itibaren erkek egemenliğini toplumsal bir eşitsizlik kaynağı olarak gördüğünü, Engels’le birlikte gerek kendi dönemlerinde gerekse tarih içerisinde çeşitli toplumlarda erkek tahakkümünün ve kadınların ezilmesinin tezahürlerine ilişkin tartışmalar yürüttüklerini görüyoruz. Marx’ın bu konuda dönemindeki ütopik sosyalistlerden, özellikle de Fourier’den epeyce etkilendiği anlaşılıyor. Aileyi bu çerçevede materyalist tarih anlayışının öncüllerinden biri olarak, tarihsel sürecin bir momenti olarak gördüğünü de söylemek gerek. Gelgelelim, bu bakışı sürdürmüyor ne yazık ki… Kapital’in, denetçi raporlarının izinde, dönemin İngiltere’sinde işçi kadınların ağır çalışma koşullarını resmettiği sayfalarında, bu bakışın yerini yer yer denetçi raporlarının eril, ahlakçı dili alıyor örneğin.
1870’lerde, çağdaşı antropologların yapıtları Marx’ı tekrar bu konulara döndürüyor anlaşılan. Özellikle Morgan’ın Eski Toplum’unda anlattığı İrokualar, Marx için hem ilk komünal toplumlara hem de kadınlarla erkeklerin çok daha eşitlikçi ilişkiler içerisinde olduğu toplumsal ilişkilere dair canlı bir örnek sunuyordu. Bu heyecanla Marx’ın bir yandan, bu toplumlarda geleceğin eşitlikçi toplumlarının nüvesini, geçmişin içinde geleceği, “eskinin içinde yeniyi” gördüğünü; bir yandan da bu tür eşitlikçi ilişkiler içerisinden, kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizlik de dahil olmak üzere, toplumsal tabakalar, kastlar, sınıflara uzanan eşitsizliklerin nasıl oluştuğu sorusunun peşine düştüğünü söyleyebiliriz.
Marx’ın bu “geri dönüşünde” Elisabeth Dmitrieff gibi komünar kadınlardan, Harriet Law gibi döneminin kadın özgürlükçüsü işçi kadınlarından etkilendiği muhakkak… Hatırlatmanız ne iyi oldu. Sağolun.
Özgür: Biraz da pratik alandan bahsedecek olursak, ağırlıklı olarak kapitalizmin toplumsal ilişkilerini gözler önüne sermeye çabalayan toplumsal yeniden üretim teorisi sosyalist feministler açısından nasıl bir politik strateji alanı sunuyor? TYÜ, feminist mücadelenin odağına neleri alıyor? TYÜ teorisi ile amaçlanan “feminist mücadelenin sermayeye karşı mücadeleye yakınsanmasının dayanaklarının güçlenmesi” pratik alanda neyi örgütlemeyi hedeflemeli?
İlkin; TYÜ kadınların hane içindeki karşılıksız bakım ve yeniden üretim emek etkinliğinin sermaye için anlamını belirgin hale getiriyor. Böylece gebelikten başlayarak çocuk bakımına, hasta ve yaşlı bakımına uzanan geniş bir emek alanının sermayenin ve devletin yeniden üretimindeki hayati işlevini görünür kılıyor. Mesela günümüzdeki aile merkezli sosyal politikaları bu zeminde değerlendirmek ufuk açıcı olabilir. Böylece, hükümetin kürtaj kısıtlamalarından evlilik kredisine çeşitli destek ve teşviklerinin işlevleri açık hale gelir: Sosyalist feministlerin sermayeye ve devlete karşı mücadele hattını inşa etmesi bu durumda hiç zor değil.
“Toplumsal yeniden üretim teorisi, sosyalist feminist ufku tazelemek için de, bugünden yarını inşa etmeye başlamak için de bir kapı aralıyor.”
Melda: TYÜ çerçevesi sosyalist feministlere, erkek egemenliğiyle mücadelenin yanı sıra, birkaç katmanlı bir politik mücadele alanı açıyor diyebilirim.
İlkin; TYÜ kadınların hane içindeki karşılıksız bakım ve yeniden üretim emek etkinliğinin sermaye için anlamını belirgin hale getiriyor. Böylece gebelikten başlayarak çocuk bakımına, hasta ve yaşlı bakımına uzanan geniş bir emek alanının sermayenin ve devletin yeniden üretimindeki hayati işlevini görünür kılıyor. Mesela günümüzdeki aile merkezli sosyal politikaları bu zeminde değerlendirmek ufuk açıcı olabilir. Böylece, hükümetin kürtaj kısıtlamalarından evlilik kredisine çeşitli destek ve teşviklerinin işlevleri açık hale gelir: Sosyalist feministlerin sermayeye ve devlete karşı mücadele hattını inşa etmesi bu durumda hiç zor değil.
Bununla bağlantılı ikincisi ise, TYÜ koşullarının kapitalizm tarafından belirleniyor olduğu gerçeği, hem hanelerin ayakta kalma koşullarının hem de kadınların hane içindeki iş yükünün yine sermayeye ve devlet politikalarına bağlı olduğunu gösteriyor. Bu çerçevede, erişilebilir güvenilir konuttan hijyenik pede; kürtaj hakkından şiddetle mücadelede etkin araçlara; temiz ve doğal gıdadan kamusal eğitim ve sağlığa; kreşten ebeveyn iznine pek çok konu feminist talepler olarak görülmeli.
Üçüncüsü; TYÜ, kadınların ücretli emek etkinliğini de kuşatıyor. Bu nedenle, doğrudan ücretli işçi kadınların sorunlarını, ücretli iş/ücretsiz hane içindeki TYÜ emeği ilişkisini, kadın işçi olmanın yarattığı diğer özgül sorunları beraberce değerlendirme ve bu sorunlara karşı toplumsal mücadele yürütmenin de yolunu açıyor. Feminist grevler bu bakış açısının en güzel örneğiydi.
Dördüncüsü; TYÜ çerçevesi kadınların hane içindeki karşılıksız bakım ve yeniden üretim emek etkinliğinin insanın üretimi ve toplumun yeniden üretimi için öneminin de altını çiziyor. Bunun izinden gidersek, yeni ve eşitlikçi bir toplum tahayyülünde insanın üretimi ve yeniden üretimi, emek gücünün yeniden üretimi, yaşlı ve engellilerin bakımı gibi meseleler de üzerinde düşünülmesi ve örgütlenmesi gereken meseleler olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir deyişle, yeni toplum sadece kapitalist emek ilişkilerinin, kapitalist işbölümünün ve kapitalist emek sömürüsünün ortadan kalktığı bir toplum değil; aynı zamanda cinsiyetçi işbölümünün de ortadan kalktığı, en azından bunun için de mücadele edildiği, çocuk bakımından yaşlı bakımına bütün bakım ve yeniden üretim ilişkilerinin yeniden düzenlendiği bir toplum olmalı. Yeni, eşitlikçi, insan potansiyellerini gerçekleştirmeye yönelik, herkes için serbest zamanı gözeten bir işbölümü üzerine düşünmenin de olanağını veriyor bize. Bu nedenle TYÜ, sosyalist feminist ufku tazelemek için de, bugünden yarını inşa etmeye başlamak için de bir kapı aralıyor.
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Seslendirme: Filiz Kılıç, Nisan Kılıç, Seda Bedestenci Yegane
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖