Söyleşi Feza Sınar 13 Aralık 2025
“Uyu yavrum uyu, uyutayım seni seksi meksi filmlerle, avutayım seni…”
Bu yıl 62. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde seyrettiğim, içimi ısıtan bir yarışma filmi Parçalı Yıllar…Tepkisini gülerek, alkışlayarak gösteren sıcak kanlı bir seyirci topluluğuyla izlemenin keyfini yaşadığım filmin yönetmeni Hasan Tolga Pulat, önemli rolleri Yetkin Dikinciler (Aytekin), Mine Çayıroğlu (Asuman), Levent Özdilek (Aslan), Bilge Şen (Nezahat abla) paylaşmışlar, yapımcılar Tuncer Kaymaz ve Tayfun Burus.
Filmin kurgusunu, birlikte çalıştığımız zamanlar, “şunu ye, bunu iç” diyerek tepesinde anaçlık tasladığım canım kardeşim Ahmet Alan yapmış.
Sinemamızda 70’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan erotik-komedilerden esinlenerek çekilmiş bir film Parçalı Yıllar. Aslına bakarsanız sinemacılar doğrudan doğruya o dönemden bahsederken seks furyası derler. Yabancı porno filmlerden kesilen parçaların, bizim yerli erotik filmlere monte edildiği yıllar. Seyircinin devamlılığa aldırdığı yok, maksat hâsıl olsun yeter! Maksadın nasıl hâsıl olduğunu da salonu temizleyenlerin gördükleri manzaraları anlatmalarıyla idrak ediyoruz!

Filmin tanıtım yazılarında “70’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan erotik komediler” ifadesi kullanılıyor.
Düşünsenize 12 Mart 1971 muhtırası ile 12 Eylül 1980 darbesi arasındaki bir dönem, ilk gençlik yıllarım geliyor aklıma; neler yaşanmadı ki?
Çocukken radyoda duyduğum anonsları hatırlıyorum; uzun uzun yakalanan anarşistlerin(!) adları, ana- baba adları okunuyordu. Dev-Genç üyesiymişler. Çocuk aklım “vay canına devmişler” diye yorumluyor. Hemen hemen çevremdeki herkesten sıkıyönetim ilan edildiğini duyuyorum. Gece 12’den sonra sabaha kadar dışarı çıkmak yasakmış! Annem, “örfî idare” diyor, anlamıyorum. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, 6 Mayıs 1972 de idam edilmiş, büyükler “yazık oldu gençlere” diyor. Böyle bir dönemde ergenliğe giriyorum, yavaş yavaş anlıyorum bazı şeyleri. Memlekette grevler, toplu sözleşmeler, işçi hareketleri yükselmiş. Bir yandan üniversite gençliği de ayakta. Araya bir de Kıbrıs Barış Harekâtı sıkıştırmışız, bu da bize ciddi bir Amerikan ambargosuna mal olmuş! Yetmedi o kanlı 1 Mayıs 1977, İstanbul Üniversitesi’nde yaşanan 16 Mart katliamı (1978), 8 Ekim 1978 Bahçelievler’de sekiz TİP’li gencin telle boğularak katli, 22 Temmuz 1980’de DİSK’in kurucusu Kemal Türkler’in öldürülmesi; bunlar o zor yılların zihnimize kazınan en bilindik olayları. Daha neler yaşandı, ne hayatlar ne zulümler gördü? Bu yazıya sığmayacak acılar, mücadeleler.
Elbette herkes ne olacak bu memleketin hali demiyordu, her şeye rağmen gazete ve dergiler çıplak kadın resimleri ile doluydu. Sahnede veya beyazperdede boy gösteren kadınlar giyinik görünseler aforoz edilmekten korkuyorlardı. Soyunmayı reddedenlerse zaten piyasadan çekilmek zorunda kalıyordu.
70’li yılların ortalarında, “Emanuelle”, “O’nun Hikâyesi” gibi Avrupa filmleri sinema salonlarında iyi iş yapmışlardı. Allah var, çok da güzel film müzikleri vardı. İtalyanlar ise komedi ile karışık düşük bütçeli erotik filmler çekiyorlardı. Bu durum sinema salonlarına aileler için rahatsız edici olmuştu. Salonlar giderek kapanıyordu. Açık kalanlar ise bakımsız ve kötü durumdaydı.
Hali vakti yerinde olanlar video kulüplerine üye oluyor evlerindeki oynatıcıları ile Miki film diye kodlanan porno kasetleri izliyordu.
Zenginler eğleniyordu(!) da garibanlar mahrum mu kalacaktı? Yoksul, çoğunlukla iç göç sonucu şehirlere doluşan lümpen olarak tabir edilen, sınıf bilincinden yoksun erkekler için kendi mutaassıp aile ortamlarının dışında, izbe sinema salonlarında seyrettikleri erotik komedi filmleri gayet eğlenceliydi. Bu filmler darbeye giden yolda, bireylerin yurttaş olma bilincinden uzaklaşması için kullanışlı bir araçtı.
Oysa seks furyası döneminin, sinema emekçileri ve oyuncuları bakımından ağır bedelleri oldu ama en acısı kadın oyuncuların ödediği bedel idi; intihar edenler (Seher Şeniz gibi) cinayete kurban gidenler (Feri Cansel gibi), kayıplara karışıp nerede, ne oldukları bilinmeyenler. Yine en büyük bedeli kadınlar ödedi.
Erkek oyuncular bu patriarkal toplumda daha şanslıydılar, seks furyası bitince adeta bir iade-i itibar ile sektöre geri döndüler; tekrar tiyatrolarda, dizilerde çalışmaya başladılar.
Biz yine 71 ile 80 arasındaki yıllara geri dönelim. Sanat eserleri üzerinde çok ciddi bir sansür baskısının olduğu yıllara… Rejime ve iktidara yönelik en ufak bir eleştiriye tahammül yok. Sanat muhaliftir ya, muhalif sanat yapmak için de yürek ister. Memleket doludizgin 12 Eylül 1980 darbesine doğru gidiyor. TRT‘nin yayın hayatına başlamasıyla eskiden sinema seyircisi olan önemli bir kitle evinde güvenli bir ortamda bu televizyon izleyicisi olmayı yeğliyordu. Bu gidişat sinema sektörünü son derece olumsuz bir şekilde etkileyince yapımcılar iflasın eşiğine geliyor. Yeşilçam filmleri ile salonlarda tutunamayan yapımcılar çareyi çıplak kadın resimleri ile doldurdukları afişlerle, erotik filmlerde buluyor. Bu ahval ve şerait içerisinde tiyatro salonlarında da durum iç açıcı değildi. Pek çok aktör ağırlaşan geçim sıkıntıları karşısında güçlükle ayakta kalmaya çalışıyordu.
Biz yine filmimize dönelim; kader ağlarını örmüştü, yapımcı Aslan rolünde Levent Özdilek ile oyuncu Aytekin Aktaş’ın (Yetkin Dikinciler) yolları işte tam da darbeye giden süreçte kesişiyor.
Yetenekli bir aktör olan Aytekin’in tiyatrodan kazandığı para evini geçindirmeye yetmiyor. Üstelik sevdiği eşi Asuman (Mine Çayıroğlu) akciğer kanseri. Vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışıp kalan Aytekin istemeyerek de olsa en azından eşi Asuman’ın tedavi masraflarını karşılayabilmek için yapımcı Aslan’ınteklifini kabul ediyor. Tiyatroda başarılı oyunlar ortaya koyan Aytekin artık bir porno yıldızına dönüşeceği sürecin içinde buluyor kendisini.
Konusu itibariyle Parçalı Yıllar bir anda belli bir seviyesinin altına düşme riski taşıyor fakat Yetkin Dikinciler’e en iyi erkek oyuncu Altın Portakal’ını getiren muhteşem performansı, tüm ekibin ve yönetmenin ustaca işi kotarmasıyla festivalin parlak filmlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Beni en çok etkileyen sahne ise sansür sahnesi. O dönemlerde çekilecek filmin senaryosu önce Ankara’ya sansür kuruluna gider orada değerlendirilirdi. Türk sinema tarihine aşina olanlar bilirler, sansür kurulu için “sansür senaryosu” denilen bir senaryo kurula sunulurdu. Kurulun istediği şekilde yazılmış bir senaryo ile onay alınırdı sonra filmin asıl senaryosuna uygun bir şekilde film çekilirdi. Filmde de bu durum çok çarpıcı bir sahne ile işlenmiş. Uyanık yapımcı Aslan, artık ünlenmiş ve pek çok hayranı olan Aytekin’i alıp Ankara’ya sansür kuruluna gider. Senaryoya bakarlar bir iki şeye itiraz ederler, “tamam hallederiz” der yapımcı. Aytekin şaşırır “bu kadar mı?” diye sorar. Ya öteki bölüm, yani erotik sahneler ne olacaktır? Yapımcı “onlara karışmazlar aslında o sahneler işlerine geliyor” mealinde bir cevap verir.
Evet, filmi seyrettikten sonra neydi o yıllar diye bir sürü şey aklımdan geçti. Şimdilerde, hep bir çürümeden bahsediliyor ya, memlekette ne kadar düşünen adam varsa içeri tık,suç bile sayılmayacakeylemlerden dolayı gencecik insanları zindanlarda çürüt, çatışmalarda binlercesi ölsün, geriye cahilcühela eğlenceyi seks filmlerinde arayan bir güruh ve uzantısı kalsın. Şimdilerde sabahları televizyonlarda yapımcıların “kadın programı”diye adlandırdığı işlere bakıyorum; sabah sabah ağır makyaj ve abiye kıyafetlerle kamera karşısına geçip, kayıp haberleri, aile içi ensest ilişkiler, her türlü arsızlık ve cinayet hikâyelerini konuklarıyla kamuoyuna sunanları düşününce Aytekin’in yapımcısının söylediği cümle geliyor aklıma “onlara karışmazlar, aslında o sahneler işlerine geliyor”!
Ne diyordu Melike Demirağ, 70’li yılların sonlarında seslendirdiği şarkısıyla“uyu yavrum uyu, uyutayım seni seksi meksi filmlerle, avutayım seni”
Tabii bunlar benim çıkarımlarım, bir de filmin yönetmeni Hasan Tolga Pulat ile konuşalım.
Kendini bize biraz tanıtır mısın Tolga?
2008’ de 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV’den mezun oldum.
2011 yılında “ilk filmini çekecek yönetmen” kategorisinde Kültür Bakanlığından aldığım destek ile Güzel Günler Göreceğiz isimli sinema filmimi çektim, Buğra Gülsoy, Uğur Polat, Nesrin Cevadzade, Feride Çetin ve Barış Atay gibi gerçekten çok iyi bir oyuncu kadrosuyla çalıştık. Toygar Işıklı müziklerimizi yaptı. 2011 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film, en iyi senaryo, en iyi kurgu ve en iyi yardımcı kadın oyuncu ödüllerini aldık. Sonra Birol Güven’le beraber Zengin Kız Fakir Oğlan diye bir dizi çektim TRT 1’e. Dizi Film sürecim başladı. Safa Önal’ın yazdığı Baraj filminin senaryosunu diziye uyarladım, senaristlik kariyerim başladı, yine Safa Önal beyin Bodrum Hakimi’ni uyarladığımız bir diziyi yazdım.
Parçalı Yıllar filmimizi 2025 yılında çektik. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde bu filmle iyi erkek oyuncu Yetkin Dikinciler, en iyi müzik İrsel Çivit, Cahide Sonku jüri özel Bilge Şen ödüllerini kazandık. Boğaziçi Film Festivali’nden de en iyi film aldık.
Peki, Tolga’cığım nasıl oldu da bu fikir ortaya çıktı Parçalı Yıllar’ı çektin? Cihan Demirci’nin “Araya Parça Giren Yıllar” adlı kitabından esinlendin mi?
Filminin hikâyesi benim aslında lise dönemlerime dayanıyor. Ergenlik dönemimde seyirci olarak bu filmlerle tanıştım, afişleri dikkatimi çekmişti, ünlü oyuncuları görünce merakım daha da arttı. Yıllar sonra sinema okumaya başlayınca kafamdaki soru işaretleri daha derinleşti; Türk Sineması neden böyle bir dönem yaşamış, bu furya nasıl bitmiş ve neden unutulmak istenen bir dönem olarak kalmış? Tabii hikâyemi yazma sürecim yıllara yayıldı. Ara sıra film ile ilgili kafamda bazı fikirler oluşuyordu ama bu dönemle ilgili çok az kaynak vardı. Cihan Demirci’nin Araya Parça Giren Yıllar kitabı, röportajlar içeren, dönemi mizahi bir dille anlatan bir kitaptı. Dizi yönetmenliğine başladığımda bu dönemin filmlerinde oynamış kadın ve erkek oyuncular ve yönetmenlerle yolum kesişti, onlardan bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Her sorduğum soru ve aldığım cevap başka bir pencere açtı ve 21 yıl içinde hikâyenin ana hatları oluştu. Ben de büyüyordum. 20’lerimde hayal ettiğim hikâyeyi 43 yaşımda yazmaya başladım. Ana karakterin hayattaki doğrularıyla hayatın gerçekleri arasında sıkışıp kalma fikri kafamda ön plana çıktı. Erotik film dönemini anlatmaktansa o dönemde bir oyuncunun ruhunun ve bedeninin soyulmuş olarak nasıl hayata tutunacağını anlatma fikri gelişti. Proje bir karakter filmine dönüştü. Hikâyede bu dönemde bir tiyatro oyuncusunun ailesini geçindirmek adına doğrularından ve ideallerinden ne kadar uzaklaşabileceğini göstermeye çalıştım. Bence bu döneme dair anlatmaya değer hikâyeler çok fazla. Ben bunu biraz daha mizahî bir dille anlatmaya çalıştım çünkü Robert Mckee, Hikâye kitabında şöyle der, “iyi bir komedi yazarı güldüğü şeyleri değil sinirlendiği şeyleri yazar”. Ben 43 yaşımda hayatımla ilgili sinirlendiğim ne varsa bunları bu hikâyenin içine koymaya çalıştım.

Ben bu son zamanlarda gündeme gelen sosyal çürüme meselesinin geçmişte de olduğunu düşünüyorum, senin de bu konuda fikirlerini almak isterim.
Türkiye’de her zaman ekonomik krizlerde kültür, siyaset yozlaşmaya başlar, fırsatçılık, bireysellik ön plana çıkar, hemen altta kalanın canı çıksın zihniyeti ortaya çıkar. Bizim gibi ülkelerde, ahlakın, vicdanın ve merhametin hızla değersizleştiği, bal tutanın parmağını yaladığı dönemler sosyal çürümeyi de hızlandırıyor tabii. Türkiye çok fazla ekonomik krizle boğuşan bir ülke. Böyle zamanlarda çürümeye müsait hale geliyoruz. Bunun en iyi göstergelerinden biri yetmişli yılların ortaları, erotik film dönemiydi. Krizi fırsata çevirme zihniyeti sinemada kendini erotik filmlerle gösterdi. Amerikan ambargosu, televizyonun yaygınlaşması, siyasal ve toplumsal karmaşa, seyirciyi artık sinema salonlarından uzaklaştırmaya başlamıştı, özellikle aileleri. Salonlar erkeklere kalmıştı. İtalyan erotik filmleri rağbet görünce fırsatçı sinemacılarımız neden yerlisini, daha ucuzunu çekmeyelim diyerek yerli erotik film dönemini başlattılar. 5 yıl süren bu dönem iki yılda bir giderek sertleşti. İlk iki yıl erotik komediydiler ama giderek pornolaştı ve 77-79 arası kadına şiddet, tecavüz sahneleri arttı. Kadının bir meta olarak kullanıldığı, kumarın, içkinin, alkolün özendirildiği, sert bakışlı, sert mizaçlı karakterlerin başrol olduğu filmler çekiliyordu. Zaten 79 ve 80 arasında filmler artık pornoya dönüyor. Türkiye hemen 5 sene gibi kısa bir sürede bile erotik-komedi olarak başlattığı bir dönemi en sert haliyle bitiriyor. 80 darbesi ile bu dönem bir gecede sona eriyor. Bugün baktığımız zaman tabii o dönemden kalan bu sosyal çürüme hemen bir ekonomik krizde yine kendine bir hortlak gibi ön plana çıkartabiliyor. O dönemle bu dönemin çok da büyük bir farkın olduğunu düşünmüyorum, o dönemde sinema halkın oyalanması için bazı politik ve siyasi düşüncelerin gizlenmesi adına bir silah olarak kullanmıştı bugün de Türkiye’de artık bence diziler birazcık o dönemki erotik filmlere çok benzer yapılar diye düşünüyorum.
Erotik filmler içerisindeki kadının konumunu nasıl düşünüyorsun?
Erotik filmlerde kadının konumu bir meta olarak kullanılması yönünde, erotik film döneminin 5 yıllık sürecinde 75 -77 yılları arasında çekilen erotik komedilerdeki kadın karakterler genelde seksi, güzel, arzulanan kadınlar olarak karşımıza çıkıyor, genelde de burjuva kadınlar oluyor ama evli oldukları burjuva erkekler onları tatmin edemiyor. Bu güzel burjuva kadınları; mutlu sona burjuva olmayan, tamirci, işçi erkeklerle ulaşıyor. O yılların erotik film seyircisi kendilerini, Aydemir Akbaş, Bülent Kayabaş, Hadi Çaman gibi klasik jön tipine uymayan oyuncular ile özdeşleştirebiliyor. Bu birazcık da sinemadaki yoksul erkeğin belki yaşadığı dönemdeki zenginlerden aldığı bir intikam. Erkek seyircinin o öfkesini de tatmin ediyor. Kendisi giderek fakirleşirken, zenginleşen kesimin, patronların eşleriyle beraber olarak intikam alıyor.
Öfkelenmesi gereken ana meseleden uzaklaştırılmak için bir araç oluyor ve intikamını yine ataerki bir yerden kadın üstünden alıyor yani!
Erotik filmlerin çok tutuyor olmasının bir nedeni de bu. Kendisini özdeşleştirdiği oyuncular için “o yapabiliyorsa sen de yapabilirsin!”, senin yerine o intikamı aldı. Hayatın içindeki bir intikam hikâyesi. Bir süre sonra seçilen erkek oyuncular Kazım Kartal gibi daha sert daha maço vari olmaya başlıyor. Kadını tamamen mal yerine koyuyorlar, tecavüz ediyor, kaçırıyor ve kendini kadının sahibi gibi görüyor. Burada kadının artık neredeyse tamamen metalaştığını görüyoruz, bir fantezi objesine dönüşüyor. Neredeyse insanlıktan çıkıp nesneleştiriliyor, erkeğin çarpık fantezi dünyasına hizmet eden kadınlara dönüştürülüyorlar. Zaten o kadın karakterlere baktığınız zaman; bazıları deli bazıları kaçak bazıları cezalandırılması gereken hayat kadını, yani aslında erkeğe hep bir bahane sunuluyor, “bu kadınlar kötü muameleyi hak ediyor” gibi bir mantık güdülüyor. Porno ile o kadınlar her türlü sömürüye açık hale geldiler.
Dönem bittikten sonra hepsinin hayatı darmadağın oluyor. Kimisi toplum baskılarından dolayı intihar etmek zorunda kalıyor kimisi sevgilisi tarafından öldürülüyor kimisi yurt dışına kaçmakta buluyor çareyi, kimisi de toplum içinde asimile olmayı tercih ediyor. Hâlâ hayatımızda varlar ama başka soyadlarıyla, başka isimlerle, başka meslekler yaparak, tamamen kendilerini yok ediyorlar simgesel olarak ya da fiziki olarak. Bu dönemin kadınlara bakış açısı gerçekten çok travmatik aslında, bugünkü dizi sektörüne baktığınız zaman da kadına bakış açısı benziyor gibi.
Sevgili Tolga gerçekten de riskli bir konu ele almışsın, oyuncu seçimindeki kriterlerin ne oldu biraz bundan bahseder misin?
Ana karakter Aytekin Aktaş idealist bir tiyatro oyuncusu, belli doğruları var, oğluna öğüt verdiği ideolojik düşünceleri var, karısının onda sevdiği doğruları var, erdemleri var. Böyle bir karakter Aytekin Aktaş. Hayatın içinde kendini her zaman koruyabilmiş bir oyuncu ama bu ekonomik kriz, karısının hastalığı, oğlunu sürekli siyasal çatışmalar neticesinde karakoldan toplar halde oluşu, onu bir karar alma aşamasına getiriyor. Ekonomik olarak güçlü olması gerekiyor çünkü Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde maalesef ki statü tamamen cebindeki parayla doğru orantılı. Bu noktada ideallerinden, doğrularından ne kadar vazgeçebilecek Aytekin, bunun trajedisini görüyoruz. Bu filmi yapmaya çalışırken tabii birazcık da trajikomedi olduğu için sömürüye açık bir haldeydi proje. Erotizm tarafına çekilebilirdi, komedi tarafına çekilebilirdi ama ben burada başka bir trajediyi; bir insanın doğruları ve hayatın gerçekleri arasında sıkışıp kalmasını anlatmaya çalıştım. Ana karakteri oynayan oyuncu ile seyircinin afişten dahi göz göze geldiğinde hissetmesi gerekenin “burada değerli bir şey anlatılıyor” olmasını istedim. Çünkü erotik film dönemine dair film çekmek sömürüye açık, cıvıklığa müsait bir alan. O yüzden öyle bir oyuncu seçilmeliydi ki varlığı seyirciye “bu filmde ciddi bir şeyler anlatılıyor” dedirtmeliydi. Türkiye’de bu karakterin içini doldurabilecek oyuncunun Yetkin Dikinciler olduğuna karar verdim. Çünkü Yetkin gerçek hayatında da Aytekin gibi ideallerine bağlı, belli bir duruşu olan, duruşundan taviz vermemesi ile bilinen bir aktör, herkesin sevdiği saydığı sözünü dinlediği bir isim. Aytekin’in karısı Asuman karakterini canlandıran Mine Çayıroğlu hayatının içinde hep doğru tercihlerde bulunmuş, kendini magazinden koruyabilmiş, sanatıyla ön plana çıkmaya çalışan bir aktris. Nitelikli ve iyi oyuncuları dâhil ederek bu filmin ortalama bir komedi olmadığını, bir erotik film hiç olmadığını göstermeye çalıştım. Bu yüzden kendi hayatlarında da belli tercihlerle ideolojilerini koruyabilmiş aktörler ve aktrisler seçmeye çalıştım.
Sansür kurulu sahnesi beni çok etkiledi, biraz ondan bahseder misin?
Sansür Kurulu sahnesi filmde şöyle bir yeri dolduruyor, bir sene (77 yılı galiba ) 352 tane film çekilmiş yanlış hatırlamıyorsam, bir yılda 365 gün var, neredeyse her gün bir film çekilmiş. Peki, nasıl oluyor da bir sistem bunu denetleyemiyor ya da nasıl oluyor da bir sistemin gözünden kaçabiliyor? Sokaklarda erotik film afişleri asılı, sansür kurulu var, güya polis denetimi var! Demek ki bazı şeylere göz yumulmuş, halkın oyalanması gerekiyor. Sansür Kurulu ile ilgili olan sahnelerden birinde “Bize daha da fazla teşekkür etmeliler” diyor yapımcı Aslan. Niye böyle diyor peki? Çünkü biz halkı uyuşturuyoruz, halkın uyanmamasını sağlıyoruz. Sansür Kurulu da güya denetliyor.
Bugün de bazı yerlerde geçerli bir danışıklı-dövüş “ben seni görmeyeceğim, sen benden kaçabildiğin kadar kaç, arada bir gösterim cezası keseceğim, işimi yapıyor görüneceğim” türünden bir yaklaşım. Çünkü sistem izin vermediği müddetçe, erotik film döneminin 5 sene sürebilmesi mümkün değildi. Zaten mümkün olmadığını 80 darbesinde, bir gecede bitmesiyle anlıyoruz. O zaman neden bitirilmedi? Bir ülkenin sineması (dünyanın başka hiçbir ülkesinde örneği yok ) 5 sene boyunca sadece bu filmlere mahkûm bırakıldı. Bir ülkenin kültür, sanatı nasıl bu kadar yozlaştırılabildi, nasıl buna izin verildi, sansür kurulu sahnesi birazcık bunların altını çizen bir sahneolduğu için benim de çok değer verdiğim bir sahne.
Filmi ben Antalya’da seyirci ile izledim, çok sıcak tepki gösterdiler senin de bu konuda görüşünü almak isterim.
Altın Portakal, bizim ekip olarak seyirci ile filmimizin buluştuğu ilk yer. Daha önce yakın çevremize, eleştirilerine güvendiğimiz hem sektörden, hem sektör dışı insanlara izletmiştik filmi. Belli feedbackler almıştık ama bu kadar geniş bir seyircinin, halktan, eleştirmenlerden, festival ekiplerinden oluşan bir kitlenin izlediği özel bir gündü bizim için. Film içinde 4-5 kere alkış aldı film. Sanki bir tiyatroda oyun sonrası reveransa kalkmış gibi bir alkış kıyamet koptu. Bu bizi hem şaşırttı hem çok sevindirdi. Filmin geçmesini beklediğimiz her yeri seyirciye geçti, mutlaka bir tepki aldı. Bu bizi çok mutlu etti çünkü bir sinemacının en mutlu olacağı şey alacağı ödüllerden ziyade anlaşılmaktır. Ben seyircinin bizi anladığını, benim yapmak istediğimi anladığını orada hissettim. Filmimin Altın Portakal gibi değerli bir festivalde bol alkışlar eşliğinde seyredilmesi beni çok mutlu etti ve gurur duydum.
Son olarak bu film bir gişe filmi olabilecek potansiyele sahip ama sen bunu daha bağımsız tarzda işlemişsin bu konuda neler söylemek istersin?
Yazım aşamasından itibaren 4 seneyi bulan bu projenin varlığı sektörde var olan birçok yapımcının bilgisi dahilinde idi. Benim aldığım feedbackler -yani para ararken bu projeyi yapmaya çalışırken- genelde işin sulandırılması, gişe kısmının daha ön plana çıkarılması istendiği yönündeydi. Gerek oyuncu önerilerinden gerekse sahnelerin sündürülmesine kadar yapılan talepler ben de sanki hikâyemin elimden kayıp gideceği endişesi yaşattı ama ben bildiğim yolda direndim.
Bu güzel söyleşi için teşekkürler Tolga, bundan sonraki çalışmalarında da başarılar diliyorum.

Editör: Müjgan Tekin
Düzelti: Müjgan Tekin
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yagâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Ekin Yıldıran, Filiz Kılıç, Seher Yıldırım
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖