Söyleşi Hatice Özbay 9 Aralık 2025
10 Kasım’dan Bugüne, Bir Gecede Kapı Önüne Konulan Emekçilerin Hikayesi
Sabah her zamanki gibi işinize gidiyorsunuz… Ya da gece nöbetinden yeni çıkmışınız; birkaç saat sonra yeniden servise döneceksiniz. Randevusu olan hastalarınızı düşünüyorsunuz; yatan hastaların pansumanı, acile geleceklerin hazırlığı, doğumhaneye inecek annenin takibi… Her şey bildiğiniz gibi.
Derken 10 Kasım öğleden sonra, saat 16.00 civarı, bir anda telefonunuza bir WhatsApp mesajı geliyor: “Ücretsiz izinlisiniz. Yemekhanede toplanın.”
Sağlık emekçileri şaşkın telefonlar birbirlerine… “Hastane kapanıyor… Koş gel. Patronlar herkesi dışarı çıkarıyor.”
Ne resmi bir yazı ne teknik bir rapor ne de bir açıklama. Sadece bir cümle…
Ve ardından hayatınızın altüst olduğu o görüntü: Hastane dışına çıkarılıyorsunuz, Hastanenin kapıları kilitleniyor, içeri alınmıyorsunuz.
Şaşkınlık, kızgınlık, öfke, inanmama… Çünkü içeride hâlâ hastalar var. Kontrolleri, takipleri, bakımı devam eden insanlar. Sizin yıllardır birlikte çalıştığınız ekip arkadaşlarınız, birdenbire kapının önünde. Ne yapacağınızı bilemiyorsunuz.

İstanbul Okmeydanı’nda yıllardır hizmet veren Şafak Grubu’na bağlı Özel Okmeydanı Hastanesi, 10 Kasım sabahı, hiçbir resmi teknik rapor sunmadan, sadece “deprem riski var” denilerek kapatıldı. Fakat bu karar, bir halk sağlığı gereği değil; 180’den fazla sağlık emekçisinin bir gecede kapının önüne konduğu, maaşlarının, mesailerinin, kıdem ve ihbar tazminatlarının gasp edildiği bir operasyondu. Yönetim, emekçilerin önüne bir teknik rapor koymadığı gibi, yüzünü bile göstermedi; bir mali müşaviri mutfağa gönderip “bina yıkılabilir, ücretsiz izne çıkıyorsunuz” demekle yetindi.1 2
Bu hukuksuzluğun ardından, çalışanlar çareyi sokakta aradı. 10 Kasım’dan beri hastane önünde nöbet, basın açıklamaları, yürüyüşler ve dayanışma ağlarıyla hakları için direniyorlar. İki buçuk aydır ücret alamayanlar var; fazla mesai alacakları yıllardır birikmiş durumda, sigorta ödemelerinde usulsüzlük iddiaları bulunuyor. 3 4
Şafak Grubu’nun adı bu yılın başında “Yenidoğan Çetesi” skandalıyla gündeme gelmişti. Aynı grubun şimdi de “deprem” bahanesiyle, hiçbir resmi teknik karara dayanmayan bir kapatma girişimiyle işçileri tasfiye etmeye kalkması, sağlık örgütleri tarafından “emekçi kıyımı” ve “hak gaspı operasyonu” olarak tanımlandı. 5
Direniş büyüdükçe siyasetin de gündemine girdi. DEM Parti İstanbul Milletvekili Kezban Konukçu, yaşanan hukuksuzluk, ödenmeyen maaşlar ve deprem bahanesiyle gerçekleştirilen kapatma sürecini Meclis’e taşıdı; Sağlık Bakanı’nın yanıtlaması için kapsamlı bir soru önergesi sundu. Konukçu, Türkiye’de yıllardır uygulanan “piyasacı sağlık politikalarının”, hastaneleri ticarethanelere, sağlık emekçilerini ise yarış atına çevirdiğini vurgulayarak, “Bu kapatma operasyonu, sağlık çalışanlarını değersizleştiren sistemin bir sonucudur” dedi. 6
Ardından EMEP İstanbul Milletvekili İskender Bayhan da Meclis’e ayrı bir önerge verdi. Bayhan, Şafak Grubu’na devredildiği 2021’den bu yana hastanede maaşların gecikmesi, sigorta usulsüzlükleri, ödenmeyen ücretler, iki buçuk ayı aşan maaş kayıpları, birçok çalışanın ücretsiz izne zorlanması ve nihayet “deprem” bahanesiyle kapatma kararının ardındaki iddiaların araştırılmasını talep etti. 7
Sağlık örgütleri de en başından beri işçilerin yanında. Türk Tabipleri Birliği ve İstanbul Tabip Odası, kapatma gerekçesinin “resmi raporsuz” olmasını açıkça teşhir etti ve “Sağlık emekçileri yalnız değildir” açıklaması yaptı. 8 Dev Sağlık-İş, ikinci günden itibaren direnişe dahil oldu; işçilere hukuki destek verirken, “Şafak Grubu masaya oturmak zorunda” dedi. 9

Bu süreçte dayanışmanın simgelerinden biri de siyasal partilerin sahadaki varlığı oldu.
TİP Milletvekili Sera Kadıgil, 17 Kasım’da direniş alanına giderek işçilerin yanında olduğunu açıkladı; Şafak Grubu’na “Bu ülkede sağlık emekçilerini yok sayanı biz de yok sayarız” diyerek seslendi. 10
Yani tablo net: Bir tarafta, yıllarını bu hastaneye vermiş; gecesini gündüzüne katmış; doğumhanelerde, acillerde, yoğun bakımlarda hayat kurtarmış emekçiler var. Diğer tarafta ise, hiçbir belge sunmadan, hiçbir sorumluluk almadan, bir gecede hastaneyi mühürleyip, tazminatları ödemeden “deprem riski var” diyerek giden bir sermaye grubu.
Bu Bir Bina Çürümesi Değil; Bir Sistem Çöküşüdür!
Bir tarafta: 10, 15, 20, 27 yıldır bu hastanenin yükünü sırtlamış emekçiler, geceleri nöbet tutarken çocuğunu göremeyen anneler, ebeler, acilde hayat kurtaran hemşireler, teknisyenler ve diğer sağlık emekçileri…
Diğer tarafta: maaşları ödemeden kaçan, depremi bahane ederek “ücretsiz izin” dayatan, işçileri tek tek arayıp düşük tazminat teklif eden bir sermaye grubu.
Bu sadece bir hastanenin kapanması değil… Bir sistemin çürümüşlüğünün dışa vurumudur.
Ve işçiler artık bu enkazın altında kalmayı reddediyor.
Direniş sürüyor. Her gün, her saat… “Son kişi hakkını alana kadar.”
Bu yazı, patronların saklandığı karanlık köşelerde değil; sokakta, direniş alanında, nöbette duran emekçilerin yüzünü, sesini, gerçeğini görünür kılmak için yazıldı.
Şimdi, sözü doğrudan Okmeydanı’nın sağlık emekçilerine bırakıyoruz.
İlk olarak…
Melahat Durmaz (78 yaşında)
27 yıldır aynı hastanede ebe olarak çalışıyor. Okmeydanı Direnişinin en kıdemlisi.
Özel Okmeydanı Hastanesi’nin kapanmasıyla kapının önüne konulan 180 sağlık emekçisi arasında en çok Melahat Durmaz’ın yüzü çarpıyor insana. Çünkü o, bu hastanenin neredeyse yaşayan hafızası: 78 yaşında, 27 yıldır aynı doğum katında çalışan bir ebe. (Kız kardeşi de aynı hastanede ebeydi, birlikte işsiz kaldılar). Devlet hastanesinden emekli olmuş, emekli maaşı yetmediği için yıllardır çalışmaya devam etmiş biri. Kendi sözleriyle: “Bu hastanede resmen ikinci emekliliği hak ettim, bu hastane benim ikinci evim gibiydi.”
“Melahat abla çabuk gel, hastane kapanıyor!” 10 Kasım günü yaşananları anlatırken hâlâ inanamayarak başını sallıyor.
O gün gece nöbetine hazırlanıyormuş. Telefon çalıyor: “Melahat abla çabuk gel, hastane kapanıyor!”Yakın oturduğu için apar topar çıkıp gelmiş. Hastanenin bahçesine varınca gördüğü manzarayı şöyle özetliyor: “Bir baktım herkes dışarıda, bağırış çağırış… ‘Ne oldu?’ dedim. ‘Kapının önüne koydular, hastane kapanıyor’ dediler.”
“Ne resmi bir evrak var, ne mühendislik raporu… Oysa yıllar önce binanın kolonları güçlendirilmişti. Bu defa “deprem riski” denilmiş ama ortada tek bir belge bile yok.” “Patron yok, yönetici yok… Sadece ‘eşyalarınızı toparlayın gidin’ dediler.”
Melahat Durmaz’ın en kızdığı nokta ise bu: “Bir patron çıkar karşıya, bir yönetici bir şey söyler… Hiç kimse yoktu. Bir iki kişi geldi: ‘Eşyanızı alın, ücretsiz izne çıkıyorsunuz’ dedi, gitti.”
Hastanenin 27 yıllık emekçisi, o anki duygusunu anlatırken yüzü çöküyor gözlerinde hüzünle: “Bizi kapının önüne bıraktılar resmen. Bir gece ansızın.”
Maaşlar zaten uzun süredir eksik, düzensiz, bazen hiç yatmıyordu
Kapanmadan önce de durum iyi sayılmazmış: “‘Yirminci gün ödeyeceğiz’ derlerdi, yatardı yatmazdı… En sonunda hiç yatmadı. Her ay maaş yatacak mı diye takip eder olduk.”
Yani 10 Kasım sadece kopuşun ilanı olmuş. Çöküş aylar önce başlamış.
“1 ayda en az 150 doğum olurdu burada… Ben yüzlerce çocuğun doğumuna girdim.”
Melahat ablanın ve kız kardeşinin hikayesi aslında Türkiye’de özel sağlık sektörünün görünmeyen yüzü gibi. (İkisi de bir gecede işsiz kaldılar) Yıllarca doğum katında vardiyalı çalışmışlar:
“Eskiden ayda 100–150 doğum olurdu. Ayda 200–250 kürtaj olurdu ekonomi bu kadar kötüye gitmeden önce… biz yine de iyi çalışan, mahalleli tarafından sevilen bir hastaneydik. Düşünün şu anda benimle çalışan hemşirelerin bir kısmını ve hatta çocuklarını bile ben doğurttum.”
Bu sözleri söylerken bir yandan gurur, bir yandan kırgınlık var yüzünde.
“Hakkımızı vermiyorlar. 27 yıl çalışmışım, görüşmek için hâlâ arayıp çağırmadılar bile.”
Melahat Durmaz’ın anlattıkları, Şafak Grubu’nun teklif politikalarının adaletsiz olduğunu bir kez daha gösteriyor: “2/3 yıllık çalışanları çağırıp çok düşük ücretlerle uzlaşma yapmaya çalışmışlar. 15 yıl çalışana bile özlük hakları karşılığı 300-400 bin TL verilecek yerde 200 bin teklif etmişler. 17 yıllık çalışana 500 bin TL teklif etmişler!”
Kendi hakkının ne kadar olduğunu bile bilmiyor, çünkü kimse arayıp sormamış: “27 yıl çalışmışım, bana hâlâ tek bir telefon yok. Benim hangi hakkımı verecekler, onu bile söylemediler.”
10 Kasım akşamı hastane bahçesi dolmuş: “Herkes oturmuş ‘Ne yapacağız?’ diye birbirine bakıyor… Patron yok, yönetici yok. Biz de dedik ki: Burada oturup beklemeyeceğiz. Direneceğiz. Öyle başladı bu mücadele.” “Ne yapacağız diye birbirimize baktık… Sonra dedik ki: Direneceğiz.”
Ve o günden beri- 78 yaşında bir kadın olarak– her sabah direniş alanında, en önde. “Ben 78 yaşındayım ama hakkımı yedirmem. Sonuna kadar buradayım, direneceğim.” “Ömrümün 27 yılı bu hastanede geçti. Bir gecede kimse kapının önüne atılamaz. Hakkımızı almadan hiçbir yere gitmeye niyetim yok. Sonuna kadar devam edeceğiz.”
Onun kararlılığı, direnişin sembollerinden biri hâline gelmiş durumda.
Kader Güneşdoğdu (43 yaşında)
Çalışma süresi -Radyoloji Teknisyeni-18 yıl 10 ay.
Önce sizi tanıyalım. Özel Okmeydanı Hastanesi’nde kaç yıldır çalışıyordunuz?
Ben Kader Güneşdoğdu. 43 yaşındayım. Özel Okmeydanı Hastanesi’nde 18 yıl 10 aydır radyoloji teknisyeni olarak çalışıyordum. Eşimle birlikte çalışıyorduk; ikimiz de aynı hastanenin emekçisiydik ve ikimiz de aynı gün işsiz kaldık.
Bu hastaneye yıllarımı, emeğimi, hayatımın neredeyse yarısını verdim. İşimi çok seviyordum; mesaimi, birikimimi hep buraya adadım.
Hastane 2021’de el değiştirmişti. Bu süreç sizi nasıl etkiledi?
Evet, 2021 yılında hastane Ercan Kesal tarafından Şafak Grubu’na satıldı. O satış süreci bile zaten sıkıntılıydı. Hiçbirimize bir şey sorulmadı, bilgilendirme yapılmadı, haklarımız verilmedi. Bir gün içinde el değiştirildi, biz de “nasıl olacak?” diyerek kendi başımıza kaldık.
Yine de çalışmaya devam ettik. Başlarda maaşlarımız düzenliydi ama son sekiz ayda işler bozuldu. Maaşlarımız gecikmeye başladı; iki ay geriden almaya başladık. Son iki ayda ise hiç maaş alamadık.
10 Kasım günü ne yaşandı? İşten çıkarılma nasıl gerçekleşti?
10 Kasım öğleden sonra bir haber yayıldı: “Hastane deprem gerekçesiyle kapanıyor, herkes dışarı çıkarılacak.”
Hiçbir yönetici yüzünü göstermedi. Genel müdür bile aşağı inmedi. Sadece bir mali müşavir geldi, mutfakta bizi topladı ve birkaç cümle söyledi: “Bina deprem açısından riskliymiş. Ücretsiz izne çıkıyorsunuz.” Bu kadar. Ne resmi rapor ne inceleme sonucu, ne imzalı bir belge…
Ben vardiyadan çıkmış evdeydim. Arkadaşlarım arayınca koşa koşa hastaneye geldim. Yıllarını bu hastaneye veren insanlar, hiçbir bilgi verilmeden bahçeye yığılmıştı. Şok, öfke, belirsizlik… Hepimiz aynı duygudaydık.
Deprem gerekçesine dair bir teknik rapor gösterildi mi?
Hayır, hiçbir rapor yoktu. Yalnızca “depreme dayanıksızmış” dediler.
Ama bina daha önce güçlendirme çalışmaları geçirmişti. Bu yüzden çoğumuz bunun bahane olduğunu düşündük. Gerçekten deprem riski olsa resmi mühendislik raporu gösterilirdi.
Çalışma koşullarınız nasıldı? Hak kayıpları yaşadınız mı?
Radyolojide haftada 35 saat, ayda 140 saat çalışmak zorundayız. Ama 170 saate kadar çalıştığımız aylar oldu. Bu fazla mesailerimizin çoğunu alamadık. Yıpranma payı hakkımız vardı, o da eksik hesaplanıyordu.
Şimdi sadece işten çıkarılmayı değil, yıllardır biriken bütün haklarımızı istiyoruz: Ödenmeyen maaşlarımız, fazla mesai alacaklarımız, kıdem tazminatımız, ihbar tazminatımız ve kullanmadığımız izinlerin ücretleri… Hepsi için avukatlarımızla hukuki süreci başlattık.
Sendikalı değildiniz. Direnişle birlikte sendikal süreç nasıl gelişti?
Özel sektörde sendikalı olmak neredeyse imkânsızdı. Sendikaya adım atan arkadaşlarımız işten atılıyordu. Ama hastane bir gecede kapatılınca, hepimiz şunu anladık: “Ya örgütleneceğiz ya da yok sayılacağız.”
O yüzden ikinci günde 50–60 kişi birlikte sendikaya, Dev Sağlık-İş’e üye olduk.
Bu bizim açımızdan çok önemli bir adım oldu.
Yönetim sizinle doğrudan görüşmeye çalıştı mı?
Hayır. Bizi muhatap bile almadılar. Bizim adımıza avukatlar görüştü. “Gelin masaya oturalım, haklarımızı verin. Mahkemeye uzamasın,” dediler.
Bizim tek derdimiz emeğimizin karşılığını almaktı. Başta hiçbir şey ödemediler. Tepkiler büyüyünce bir maaş ve bir mesai yatırdılar. Bu da gösterdi ki para varmış; sadece vermiyorlarmış. Sonra da tek tek çalışanları arayıp, çok düşük rakamlara imza attırmaya çalıştılar.
Ne tür rakamlar teklif edildi?
Gerçekten komik rakamlar… 17 yıllık çalışana 500 bin TL teklif etmişler. 27 yıllık çalışanlara 600–700 bin TL civarı rakamlar söylemişler.
Oysa bu rakamlar gerçek hesaplamanın çok altında. Kıdem, ihbar, izin alacakları tam verilmediği gibi, sigortaya yatan düşük rakam üzerinden hesap yapılmaya çalışılıyor. Bu kabul edilemez.
Sağlık sektöründe çalışanların büyük bölümü kadın ve Okmeydanı direnişinde de yine kadınlar en önde. Bu durum, yaşanan hak gaspını kadınlar açısından nasıl bir deneyime dönüştürdü? Bu süreç kadınlar için ne anlama geliyor?
Buradaki emekçilerin çoğu kadın. Ve yaşadığımız şey, adı konmamış bir şiddet biçimi. Şiddet sadece fiziksel değildir. Ekonomik şiddet de şiddettir. Psikolojik baskı da…Bir sabah “Hastane kapanıyor, gidin” denilmesi de aynı şekilde şiddettir.
Ben inanıyorum ki kadınların olduğu her yer güçlüdür. Burada da ilk tepkiyi, ilk örgütlülüğü, ilk direnişi kadınlar başlattı.
Kadın kadının toprağıdır, kardeşidir. Yan yana durduğumuzda hiçbir güç bizi yıkamaz. Biz burada bunu gösterdik.
Bundan sonra ne olacak? Mücadeleniz nasıl sürecek?
Biz geri dönmek istemiyoruz. Bu yönetime güvenimiz kalmadı. Tek isteğimiz, hakkımız olan bütün özlük haklarımızın eksiksiz ödenmesi. Ve şunu açıkça söylüyoruz: “Son kişi hakkını alıncaya kadar direniş devam edecek.”
Çünkü biliyoruz: Biz susarsak, bu yaşananlar yarın başka hastanelerde, başka emekçilerin başına da gelecek.

Sema Arslantürk (31)
Özel Okmeydanı Hastanesi Direnişinin Sözcüsü – Acil Servis Sorumlusu, 11 Yıllık Sağlık Emekçisi
Ben Sema Arslantürk. 31 yaşındayım. Özel Okmeydanı Hastanesi’nde toplam 11 yıllık emeğim var. Arada kısa kopuşlar yaşasam da bağımı hiç koparmadım; dış nöbetlere geldim, gerektiğinde geri döndüm. Burası benim için sıradan bir iş yeri değildi. Çalıştığım arkadaşlar “ekip”ten öte aile gibiydi. Son görevim acil servis sorumluluğuydu ve 10 Kasım’da kapının önüne konduğumda hâlâ acilin başındaydım.
Daha önce cerrahi servis sorumlusu olarak da çalıştım. Bu hastaneyle büyüdüm diyebilirim. Okmeydanı halkı bizi bilir, biz de onları biliriz. Bu karşılıklı güven, yıllarca bütün yetersizliklere rağmen hastanenin ayakta durmasını sağlayan şeydi.
Sendikal deneyiminiz olmuş. Bu süreç size ne öğretti?
Evet, daha önce başka bir kurumda sendikalıydım. Mobbinge uğradığım için sendikaya üye oldum ve üyelikten birkaç dakika sonra mobbing bıçak gibi kesildi. Patronlar hep “Çalışanlar başı sıkışınca sendikaya gidiyor” der ya… Aslında gerçek tam tersi: Biz haklarımızı korumak için sendikaya gidiyoruz; patronların başı sıkışıyor.
TİS olan bir kurumda çalışmanın farkını o zaman anladım. Tavrımız daha net, haklarımız daha güvenceliydi. Sendika hem bilgilendiriyordu hem de arkamızda duruyordu. Bugün yaşadıklarımızda da bunu çok daha iyi görüyoruz.
Hastane Şafak Grubu’na devredildikten sonra neler değişti?
2021’de hastane Şafak Grup’a devredildi. İlk başta her şey “yolunda gibi” görünüyordu. Ama zamanla basına yansıyan, medyaya ve sosyal medyaya düşen iddialar, skandallar, başka hastanelerde yaşanan sorunlar biz çalışanları tedirgin etmeye başladı.
Bizim hastanede yenidoğan ve yoğun bakım kâğıt üzerinde vardı, ama gerçek bir yoğun bakım işleyişi yoktu. Yenidoğan dediğimiz şey aslında bebek odası gibiydi. Entübe hasta yoktu; biz daha çok doğuma giriyor, bebeğin bakımını üstleniyor, oksijen, fototerapi gibi işlemleri yapıyorduk. Şafak Grubu’nun başka yerlerde adının karıştığı korkunç iddialarla yan yana gelmek, bir sağlık emekçisi için onur kırıcıydı. Ama Okmeydanı halkı bizi tanıdığı için, Allah’a şükür, bu konuda bir sıkıntı yaşamadık.
Asıl çöküşün son sekiz ayda yaşandığını söylüyorsunuz. Neler oldu?
Son sekiz ay bizim için kâbus gibiydi. Önce aynı grubun farklı hastanelerinde kapanma haberleri duyduk. Dört ay maaş alamayan arkadaşlarımız vardı. Onlara A4 kâğıda yazılmış bir not verip “Yarın gelin, ödemelerinizi yapacağız” demişler. Ertesi sabah gidiyorlar, kapıda kilit.
Biz bunu duyunca ürktük ama “Bize olmaz” dedik. Çünkü hastane çok yoğun çalışıyordu. Sonra bizim maaşlar gecikmeye başladı: Önce 10 gün, sonra 1 ay, sonra 2 ay… Altı ayı geçtiğimiz noktada artık her şey dağılmıştı. “İdare edin arkadaşlar, bir iki hafta sonra yatacak” cümlesi hayatımızın fon müziği oldu.
Bu gecikmeler içeride nasıl bir atmosfer yarattı?
Motivasyon çöktü. İnsanlar kirada, borç içinde, çocuk büyütüyor. Ama Okmeydanı’nın ekibi birbirine çok bağlıdır. Bu bağlılığı yönetim bize karşı kullandı. Şöyle bir tablo oldu: “Ahmet’in durumu daha kötü, ona ödeme yapıyoruz, Sema sen biraz bekle.” Ahmet benim arkadaşım; tabii ki “tamam” dersin. Ama kendi hayatın da çöküyor. Ve bu iyi niyet, bu dayanışma duygusu yöneticiler tarafından sömürüldü.
Sizin kişisel olarak yaşadığınız ekonomik yıkım neydi?
Ben evimi çok zor buldum. Yıllarca aradım, sonunda bir yer tuttum. “Buradan çıkarsam yaşayacak yer bulamam” dediğim bir dönemdi. Maaşım icralıydı, banka sürekli arıyordu. Yönetimden ricada bulundum: “Madem maaşı yatıramıyorsunuz, bari kiram kadar bir ödeme yapın.” Kiram çok düşüktü. Onu bile vermediler. “Acele etmeyin, destek olacağız, onay alıyoruz” dediler. Bir ay böyle geçti. Sonunda kiramı arkadaşlarım ödedi. Bu iş artık maaş meselesi olmaktan çıkmıştı. Bu, insanın onuruyla, siniriyle, ruhuyla oynayan bir şeydi.
Hastane çalışırken malzeme eksikleri yaşandığından da bahsettiniz bir ara konuşurken ne tür eksikliklerdi?
Çok ciddi eksikler yaşadık: Eldiven yok. Damar yolu açacak iğne yok. Firmalar parasını alamadığı için malzeme vermiyor. Biz ne yaptık? Kendi tanıdıklarımızı aradık. “Abi, ne olur yardımcı ol, sonra ödenecek” diye rica ederek malzemeler aldık.
Bir hastanenin malzemesini çalışanların “hatırla” ayakta tutmaya çalışması, sağlık sisteminin nasıl çürüdüğünün en somut göstergesidir.
10 Kasım’da kapatma kararı nasıl tebliğ edildi ve siz nasıl aksiyon aldınız?
Teknik servis ikinci katta küçük bir menfez açtı. Videosu yönetim kuruluna gönderildi. Hiçbir resmi kurumun kararı olmadan, tamamen sözlü bir talimatla: “Kapatın burayı.”
Sonra WhatsApp’tan mesaj geldi: “Her birimde bir kişi kalacak şekilde yemekhaneye inin.” Ben o sırada il dışındaydım, yıllık izindeydim. Gebze yolunda öğrendim.
Arkadaşlarım beni görüntülü aradı. Tüm konuşmaları canlı izledim. Yetkili kişi sadece şunu söyleyip çıktı: “Deprem nedeniyle kapatıyoruz. İki ay ücretsiz izindesiniz.”
Çalışanların soruları ise yanıtsız kaldı: “Maaşlarımız?”, “Tazminatlarımız?”, “Mesailerimiz?” Ancak Cevap yok.
Bu kararı nasıl tarif ediyorsunuz?
Bu sadece bir işten çıkarma değil. Bu, insanın onurunu rencide eden bir tasfiye biçimi. Yıllarca gecesini gündüzüne katan sağlık emekçilerine, sanki tek kullanımlık eşya muamelesi yaptılar. “Deprem var” deyip hiçbir rapor göstermeden kaçtılar. Bizim için şoktu ama sekiz ayda yaşadıklarımızdan sonra “Demek ki final buymuş” dedik. Direnişe ve nöbet tutmaya başladık.
Bugün ne istiyorsunuz ve mücadele nasıl sürecek?
Bizim tek talebimiz var: Yılların hakkını tam ve eksiksiz almak. Birikmiş maaşlarımız, mesai ücretlerimiz, kıdem ve ihbar tazminatlarımız, izin ödemeleri Ne varsa eksiksiz ödensin istiyoruz. Kimse “Geri dönün” dese dönmek istemiyor. İstemiyoruz. Güvenimiz yok. Biz emeğimizin karşılığını alıp onurumuzla ayrılmak istiyoruz.
Son kişi hakkını alana kadar da bu direnişi sürdüreceğiz. Çünkü biliyoruz: Eğer bugün ses çıkarmazsak, yarın bu yaşananlar bütün sağlık emekçilerinin başına gelecek. Son kişi hakkını alana kadar mücadele edeceğiz.
Sadece kendi hakkımız için değil; bu ülkede emeği yok sayılan tüm sağlık emekçileri için.
Bir Hastanenin Çöküşü Değil, Bir Sınıfın Uyanışı!
Özel Okmeydanı Hastanesi’nde yaşananlar, tek bir sermaye grubunun keyfi kararı değil; Türkiye’de özel sağlık sektörünün emek sömürüsüne dayanarak ayakta tutulduğunun en çıplak göstergesi. Bir hastane bir gecede kapatılmadı aslında; yıllarca emeğiyle ayakta tutan sağlık çalışanlarının hayatları, hakları, onurları kapının önüne bırakıldı.
Özel Okmeydanı Hastanesi’nin kapısına o sabah kilit vuruldu ama içeride kalan şey, sadece yarım kalan tedaviler, sökülmüş serum askıları ya da boşaltılmış odalar değildi.
İçeride en çok emek bırakılmıştı.
Şafak Grubu yöneticileri ortadan kayboldu; teknik rapor yok, açıklama yok, muhatap yok…
Ama o kapının önünde 78 yaşındaki ebeyle 31 yaşındaki acil sorumlusunu, 18 yıllık radyoloji teknisyenini, kalp pili taşıyan 21 yıllık dahiliye uzmanını yan yana bırakan ise tam olarak buydu: Emeğin değersizleştirilmesi. Ve onlar da aynı anda şunu fark etti:
Bu hastanenin gerçek sahipleri, yıllardır maaşını gününde alamayan, gece nöbetlerinde uykusuz kalan, vardiya ile doğumlara giren, kalp krizi hastalarını hayata döndüren, sedyede koşarak hayat kurtaran sağlık emekçileriydi.
Şafak Grubu kapıyı kapattı. Onlar ise direnişin yolunu açtı.
Her akşam ateşin üzerinde bir tencere kaynıyor şimdi Okmeydanı’nın soğuğuna inat.
O tencerenin başında bir gün aralarında en gençleri olan Eylem var diğer gün 30 yıllık dahiliye uzmanı Vartanus Aslanbaş var. Kalp piline rağmen, 21 yıldır aynı hastanede mesai arkadaşlığı yaptığı gençleri yalnız bırakmamak için, “Biz birbirimizin eviyiz,” diyerek yemek yapıyor, moral veriyor.
Bu ülkede sermaye, çoğu zaman işçiyi tek bir madde olarak görüyor: “Maliyet.”
Ama direniş, bir kez daha gösterdi ki; emekçi bir maliyet değil, bir hastanenin kalbidir. Kalbi sökersen geriye sadece bina kalır. O bina da zaten en ufak sarsıntıda yıkılır.
Sendika bu yüzden önemli. Kadınların çoğunlukta olduğu bir işyerinde daha da önemli.
Çünkü en çok sömürülen, en çok görünmez kılınan, en çok tehdit edilen hep kadın emeği oluyor.
Okmeydanı direnişi, işte bu gerçeğe karşı kadınların nasıl omuz omuza durduğunun canlı bir ispatı. Bu direniş, yalnızca Okmeydanı’nın değil; Türkiye’de özel sağlık sektöründe yıllardır sessizce biriken öfkenin, güvencesizliğin ve haksızlığın dışavurumu.
İşçiler bugün yalnızca kıdemlerini, maaşlarını, izin ücretlerini istemiyor. “Alın terimizin hesabını verin.” diyorlar.
Ve bir gerçek artık saklanamaz noktada: Emekçi hakkını aramazsa, sermaye hiç durmaz.
Sermaye durmazsa, hak diye bir şey kalmaz. Hak kalmazsa, sağlık da olmaz.
Özel Okmeydanı Direnişi, bir hastanenin kapanma hikâyesi değil;
bu ülkede “sağlık” denen kavramın nasıl ayakta tutulduğunu unutanlara verilen güçlü bir hatırlatmadır: Emeği yok sayan her sistem, sonunda kendi çürümüşlüğüyle yüzleşir.
Bugün Okmeydanı’nın kapısında nöbet tutanlar, ebeler, hemşireler, teknisyenler, doktorlar ve diğer sağlık emekçileri yalnızca bir iş yeri değil; bir onuru savunuyorlar.
Ve söyledikleri çok net: “Son kişi hakkını alana kadar buradayız.”
Bu, yalnızca bir direniş değil; emeğin değerini hatırlatan bir hafıza dersi, bir toplumsal yüzleşme ve bir dayanışma çağrısıdır.
Sokakta, hastanenin kapısında, Meclis’in önünde, Şafak Grubu’nun diğer hastanelerinin kapısında… Her yerde aynı cümleyi kurdular: “Biz bu hastaneyi emeğimizle kurduk, emeğimizi çalamazsınız.”
Bu düzen, emeğiyle yaşayanların alın terini görünmez kılan; geçim masraflarını bile karşılamayan maaşları “normal” diye dayatırken, işçilerin yarattığı gerçek değerin katbekat fazlasını patronların kasasına akıtan bir sömürü düzenidir. Sermaye, kendi varlığını sürdürebilmek için işçiden yalnızca emeğini değil, ömrünü, sağlığını, onurunu, hatta geleceğini ister. Okmeydanı direnişi, işte bu adaletsiz düzenin tam ortasında yükselen bir itirazdır.
Kaynaklar:
Editör: Ebru Pektaş
Düzelti: Ebru Pektaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız, Seda Bedestenci Yegâne
Seslendirme: Ekin Yıldıran, Filiz Kılıç, Seher Yıldırım
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖